Bir hakîm dedi ki: Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım-kaldım; derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim. Şaşkın bir hâlde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı. "Bir kuşun, kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının, yayılmasının sebebi" MEVLÂNÂ, Mesnevi, II. cilt, Terceme ve şerheden: Abdülbâki Gölpınarh içkiye Yeniden Başlamak Barda sadece iki müşteri kalmış. Okul taksitleriyle ev kiralan aldıkları bursları katbekat aşan iki doktora öğrencisi, ikisi de bu şehirde yabancı, ikisi de Müslüman ülkelerden. Tüm ortak noktalarına ve yakın arkadaş olmalarına rağmen aslında birbirlerine benzedikleri söylenemez, en azından şu anda. sabaha karşı 02:36 itibarıyla, birisi körkütük sarhoş, diğeri de her zamanki gibi içkinin damlasını dahi koymamışken ağzına. Gittikçe görünürlük kazanan bir tezat içinde yan yana oturuyorlar saatlerdir. Tamı tamına beş saattir. Ama artık gitme zamanı ve bir-iki dakikaya kadar ikilinin daha kısa boylu, daha esmer ve tartışmasız daha geveze olanı tuvaletten çıkacak, yerden toz değil iç sıkıntısını süpürmeye azmetmişçesine süpürgeye asılan garsona özür dilercesine mahcup gülümseyecek ye ardından, bar taburesine yapışmış, orada adeta taşlaşmış arkadaşına doğru yürüyecek. O yürüyedursun arkadaşı uzodan dumanlanmış gözlerini bir peçetenin üzerindeki yazılara odaklamış somurtmakta. Tamamen hareketsiz, karşısında dikilen Porto Rikolu barmenin bakışlarındaki gazaptan büsbütün habersiz.
ARAF (Elif Safak)
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 27
 luuiM ıvat. yju .^eıuz. numara, umer anahtar destesi içinden bir
 tanesini seçti, bundan sonra ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir-iki
 saniye ifadesiz bir yüzle öylece durdu, sonra daha iyi bir seçenek
 bulamamış olmah ki kapıyı açtı.
 "Gail!" diye bağırdı sendeleyerek içeri girerken. Âşık olmak sevgilinin
 isimlerini kendine mal etmektir, aşkın bitmesi ise isimlerin iadesi.
 İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir. Onlar
 vasıtasıyla başkaları, hem dostlar hem de düşmanlar parmak ucunda içeri
 girmenin bir yolunu bulurlar. Birinin adını öğrenmek varoluşunun
 yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalar ve ayrıntılardan ibarettir.
 Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı
 isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri
 bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder ama büyüdüklerinde
 unutuverirler.
 Dinler tarihi, saygı gösterilecek isimler yoklaması olduğu kadar
 isimlerin saygınlığının da kanıtıdır. Yahudilerin tam da ölüme ramak
 kala bir hastaya isim vermek âdetleri bu yüzden. Ölüm döşeğinde
 yatanların isimlerini değiştirirlerdi, ikinci bir hayat şansı
 verebilmek için onlara. Müslümanların tam da doğum sonrasında
 isimlendirme gelenekleri bu yüzden. Yeni doğan bebeğin henüz açılmamış
 kulaklarına adını fısıldarlardı, ruhuna iyice işlesin diye ismi üç kere
 tekrar ederek. Günümüzde bile "Constantinople" yerine "İstanbul" demeyi
 reddeden Ortodoks Hıristiyanlar'ın ısrarı bu yüzden. Ne de olsa
 yaşanılan şehrin fethedilmesi insanın sevgilisini başkasına
 kaptırmasına benzer. İki durumda da ne kadar zaman geçerse geçsin
 kaybın üzerinden, insan sevgiliyi kendisinin ona verdiği isimle
 hatırlar, kendisi gittikten sonra edindiği isimle değil. "Bakıyorum
 tekrar içmeye başlamışsın, öyle mi?" Geceyarısı elinde bir fincan bitki
 çayı, yanında kedileri, dişi kedi ona, erkek kedi de dişisine yapışmış.
 "Belki başlamışımdır," dedi Ömer uzo kibiriyle yüzünde güller açarak,
 "belki başlamamışımdır. Kendime bir içki ikram edeyim dedim ama yeniden
 içkiye başlayıp başlamadığım konusunda en ufak fikrim yok."
 28
 Gail dudaklarında yanıp sönen tekinsiz bir tebessümle mutfağa yöneldi,
 peşinde upuzun tüylü duman rengi dişi iran kedisi, onun peşinde de
 tekir, daha da uzun tüylü, aynı cins erkek kediyle.
 "Burada bir zarf var..." Ömer onun kuzguni saçlarından sarkan gümüş
 kaşığa bakarak duraladı. Akılcı anlarında Gail'in ne demeye saçlarına
 gümüş bir kaşık taktığını merak ederdi. Ama bu öyle bir an olmadığından
 malum soruyu erteleyip başka bir soru sordu yerine: "Zar-pan-dit adında
 birini tanıyor musun acaba?" "Evet," cevabı geldi mutfaktan. "Benim."
 Doğru, isimler maşuğun varoluş kalesine bizi buyur eden asma
 köprülerdir ama oraya girmenin, ya da oradan firar etmenin tek yolu
 değil. İlk bakışta göze çarpmayacak kadar derinlere gömülü başka
 patikalar da olabilir bir yerlerde. Başka isimler, takma adlar,
 lakaplar, kesinlikle başka bir zamana, başka bir bilince ait, gayri
 resmi, kayıtsız, tanımlanmamış isimler, kimi sonsuza kadar unutulmuş,
 kimi kalıcı, her biri aşk labirentinde sevgilinin elimizden kaçıp
 gidebileceği gizli birer tünel, hem de daha âşığı yokluğunu bile fark
 edemeden. İsimler böyledir işte, bir insana dair ilk ve en kolay
 öğrenilen, ama aslında en zor sahip olunabilen.
 Elinde bir bardak sütle mutfaktan çıktı, geçerken zarfı aldı ve açmak
 için vakit kaybetmeden dosdoğru banyoya yöneldi, her zamanki konvoyunu
 peşi sıra sürükleyerek. Bu kedilerin yaptığı akla mantığa sığacak gibi
 değildi. Hem "köpeklerin-aksine-kediler-Öz-giirlükterine-düşkündür"
 efsanesine de hiç mi hiç uymuyordu. "O acayip şey senin adın mı yani?"
 Gail külodunu indirip tuvalete oturmadan önce içini çekerek başını
 salladı. Ömer'in gözleri, karısını işerken seyretmenin verdiği
 rahatsızlıktan kaçabilmek için onu teğet geçip duvardaki aynaya
 odaklandı. Aynanın önündeki şişe ve sürahi güruhuna, raflarciaki
 havlulara ve duş perdesindeki her bir pespembe ahtapota -Gail hariç
 banyoda ne varsa- tek tek baktı. Kedilerin ve kendisinin önünde ayan
 beyan işemekte neden ısrar ettiğini hiç anlamıyordu Ömer. Hani kendisi
 bundan utandığından değildi tabii ama nasıl olup da Gail utanmıyordu
 onu utandırmaktan?
 29
 Gail işerken eğilip dişi kedinin göbeğini okşadı usulca. Anında
 torlamaya başladı kedi, onunla beraber erkek kedi de havaya girip
 sesini yankılayarak. Sanki tek vücuttular ve erkeğin hazzı dişinin-kine
 bağlıydı. Ömer basık burunlu, basık suratlı bu tıknaz mahluka kaşlarını
 çatarak baktı ters ters. Bir türlü başaramamıştı erkek kediyi sevmeyi.
 Hoş dişi kediyi sevmeyi de başaramamıştı ama dişi kedinin sevilip
 sevilmemek gibi taraklarda bezi yok gibiydi zaten. Asla kimseden sevgi
 talep etmediğinden, basit, kısacık bir okşama bile umduğundan büyük bir
 ödüldü. Onun aksine erkek kedi etrafındaki her organizmadan sevgi
 dilendiğinden, bilhassa da dişi kediden, daima istediğinden az oluyordu
 edindiği.
 "Kendi kendine mi konuşuyorsun? Neden onlara erkek kedi, dişi kedi
 diyorsun? İsimleri var, malum," dedi Gail ifadesiz bir sesle. Ömer iki
 kere gözlerini kırptı, her isim için bir kere. West ile The Rest. Dişi
 kedinin adı West'ti, yani Batı, Gail ona bu ismi Do-ğu'nun Şarkiyatçı
 söylem tarafından sürekli kadınlaştırılmasını eleştirmek için takmıştı.
 Ömer'in buna itirazı yoktu, tabii eğer buna mukabil erkek kediye The
 Rest, yani "kahini", "öteki" ismi verilmiş olmasaydı. Ömer'in canını en
 çok sıkan dişi kedinin sevgisi, ilgisi için duyduğu bastırılmaz açlıkla
 dolanan bu erkek kediydi. İkinci göz kirpisini tamamladığı sırada
 öfkesi erkek kediden karısına kaydı. Madem herkesin içinde işeyecek
 kadar umarsızdı ne demeye kocasından adını ve Tanrıbilirdahaneleri
 saklamıştı? Hassas ve bir o kadar dikenli içerimleri vardı bu sorunun.
 Bir kez daha, bir yarısı cevabı şimdi, hemen şimdi almak istiyor, öteki
 yarısı onu taşıyan vapura tükürmemeyi ve daha faydalı bir şey yapmayı,
 mesela hemen şimdi dipsiz, enfes bir uykuya dalmayı tercih ediyordu.
 Hangi yarısının galip geldiğini söktüğünde "Neden ba.ıa hiç
 söylemedin?" diye inledi.
 "Muhtemelen hiç sormadığın için."
 Dişi kedi sabit gözlerle mevcut olmayan birini, Ömer ayn aıın önündeki
 leylak rengi tonik şişesini, erkek kedi de kendi kuyruğunun
 hareketlerini seyredaldı, Gail ise belli bir şeye bakrrıyordu. "Ne
 soracaktım peki? Aklıma gelmişken Gail, abuk sabuk bir
 30
 adın var mı acaba benim bilmediğim mi deseydim? Yoksa çocuklarına bu
 acayip ismi verirken annenle babanın akıllarından ne geçtiğini mi
 sorsaydım?"
 "Sana bir şey diyeyim mi." dedi Gail, "geçmişte herkes ismimle o kadar
 çok dalga geçti ki bana gına geldi. Eğer sen de ismimle alay etmek
 istiyorsan, buyur keyfine bak. Artık umrumda değil."
 "Ya Debra Ellen Thompson?" diye bağırırken buldu Ömer kendini. "Bu
 saçma sapan yeni ismin onu da şoke eder mi benim gibi yoksa o zaten
 biliyor mu? Siz ikiniz eskiden çok yakındınız, öyle
 değil mi?"
 Bu soruyu Gail'in ona hayretle bakarak geçirdiği sıkıntılı bir
 sessizlik takip etti. "Bir şey mi sormaya çalışıyorsun?"
 "Ne gibi?" Ömer sinir bozucu leylak rengi şişeye, duş perdesindeki
 sinir bozucu neşeli ahtapotlara, sinir bozucu erkek kediye... bir kez
 daha banyoda Gail'den başka her şeye kaşlarını çatarak haykırdı.
 "Bizim bir zamanlar lezbiyen bir çift olup olmadığımız gibi?"
 Gail ayağa kalktı, sifonu çekti ve onu yakından incelemek için üzerine
 eğilerek gözlerini kıstı.
 "Çünkü sorduğun buysa belleğini tazelemen lazım! Kendim anlatmak
 istemedikçe geçmişim hakkında hiçbir şey bilmek istemediğini, yeni bir
 başlangıç yapacağımızı, yok efendim göçebeler gibi yaşayacağımızı, seni
 sevdiğimi bildiğin müddetçe şahsi tarihimin hiç önemi olmadığını sen
 söyledin bana! Şu haline bak. Tekrar içmeye başlıyorsun, gidip beynini
 Abed'le bulandırıyorsun, dağılmış vaziyette eve geliyorsun ve aniden
 ıstıraplı fani hayatında en trajik kederinin karının bir zamanlar Debra
 Ellen Thompson diye biriyle lezbiyen bir ilişki yaşayıp yaşamadığı
 olduğu sonucuna varıyorsun! Söyle bakalım, o efsanevi ilericiliğine,
 açık fikirliliğine ne oldu? Bar tezgâhında mı bıraktın?"
 Ömer ona zorlukla açık tutabildiği açması gözlerle baktı. Bir karşı
 savı olduğuna emindi emin olmasına da ne olduğunu hatırla-yamıyordu.
 Hem ortalık çok aydınlıktı. Gözlerini acıtıyordu. Birkaç dakika sonra
 gözlerini tekrar açtığında banyonun zemininde,
 31
 cenin şeklinde kıvrılmış vaziyette tek başınaydı. Burası sıcak ve
 rahattı. Tek sorun yakınlardan gelen kötü bir kokuydu. Birisi paspasın
 üzerine küsmüştü.
 Mutlu mesut-banyo-zemininde-yatma safhasıyla, kendini temiz ve
 pijamalanyla yatakta yatıyor bulma safhası arasındaki bağlantı koptu.
 Gail'in onu nasıl ya da ne zaman buraya getirdiğine dair en ufak bir
 fikri yoktu. Karısının alabildiğine gür, çılgınca kıvırcık, kuzg'uni
 saçlarından gümüş kaşığı çıkarışını seyrederken asık yüzü bir
 tebessümle aydınlandı. Neredeyse bir yıllık yakın birlikteliğe rağmen
 onun her sabah saçma bir kaşık iliştirmeyi nasıl başardığı Ömer'in
 halen fazlasıyla esrarengiz bulduğu bir soruydu, hele her gece saçının
 şeklini bozmadan aynı kaşığı nasıl çıkardığı sorusu daha da şaşırtıcı.
 "Söylesene şu isminin... Zarpandit'm," diye mırıldandı cılız bir sesle,
 uykuya teslim olmanın eşiğinde, "bir anlamı var mı?"
 "Evet, var," dedi Gail okuma ışığını yakarken. Teorik olarak bu ışığın
 yatağın sadece ona ait olan yarısını aydınlatması gerekiyordu ama
 pratikte öteki yarıyı da işgal ediyordu arsızca. Ömer bir yandan cazgır
 ışıktan korunmaya, bir yandan da âşıkane Gail'e bakmaya çalışarak,
 karısının Birisi Totalitarizm mi Dedi? başlıklı kitabın üzerine eğilmiş
 yüzünü seçebildi.
 El insaf, yine mi Zizek! diye bağırdı yastığa dönüp sesini boğarak.
 Tez danışmanı esaslı bir Zizek-düşınanı, karısıysa esaslı bir Zi-zekhayranı
 olunca hiç kimse, hatta bütün o zihinsel inceliğiyle Zi-zek'in
 kendisi bile, Ömer'in aylardır çektiği işkenceyi anlayamazdı herhalde.
 Aynı gün içinde aynı adamın üstelik tam da aynı sebeplerden ötürü bir
 yerilip bir övüldüğünü, bir övülüp bir verildiğini duymak insanın
 aklına ve ruhuna ziyandı.
 "Ne zeki adam! Uyumadan sana birkaç sayfa okuyayım mı?" dedi Gail
 şevkle, hakikati görebilmekten kilometrelerce uzakta.
 "Haymır!" dedi Ömer - daha doğrusu, bu sefer yüzünü yastığa gömmeyi
 unuttuğu için demekten ziyade cırladı.
 Gail muzip bir gülüşle ona doğru dönüp şefkatle yüzünü, du-
 32
 daklannı okşadı. Sonra ellerini usulca göğsünde, ne kadar uykulu
 olduğunu tartmak istercesine penisinde gezdirdi. Cevap gayet açık
 olmalıydı ki iki saniye içinde hafif hayal kırıklığına uğramış
 vaziyette bu teşebbüsten vazgeçti.
 "Zarpandit antik bir isim," diye açıklamaya girişti anlık bir
 durgunluktan sonra. "Her gece ay doğarken tapınılan hamile bir Asur-
 Babil tanrıçası. Gümüş ışıltısı anlamına geliyor."
 "Ciddi mi? Ne kadar şiirsel!" diye mırıldandı Ömer uyku ile uyanıklık
 arasında. Bir an için de olsa şiirsel kelimesi "artık burada
 bulunmayan" manasına geliyormuş gibi sesine gamlı bir şefkat sızmıştı.
 İşte o zaman birden, bu gece yaptığı olanca tantana yüzünden kendinden
 utandı. O esriklikte parça parça her şeyin birbirine bağlandığına ve
 şaşırtıcı biçimde her parçanın kendi içinde bir anlam taşıdığına
 tanıklık etti. Bar tezgâhındaki uzo kadehleri, peçetede dağılan
 mürekkep lekeleri, dingin gecelerde ay doğarken tapınılan hamile bir
 Asur-Babil tanrıçası, gülen bir saksağan ve geceyansı bir takside tek
 başına giden küçük bir kız çocuğunun hayalet yüzü... her şey tam bir
 ahenk içinde bir anlam ifade ediyordu. Sükûnet ve sabırla yeterince
 beklemeyi başarabilirse kâinatın bütün sırlarının bir bütüne
 tamamlanacağı ve ardından topyekûn kendisine sunulacağı hissine
 kapıldı.
 "Madem seni bu kadar şaşırttı, başka isimlerim olduğunu da söylesem iyi
 olacak."
 "Ne gibi...?" diye sordu Ömer otomatik olarak, ama değil Gail'in
 cevabına daha kendi soru işaretine bile ulaşamadan vücudu özlemini
 çektiği ipeksi uykuya gömülüverdi.
 Burası sıcaktı, çok sıcak. Ağzı kurudu, cam içki çekti. Bir-iki adım
 ötede bir barın ışıl ışıl girişini gördü. Işık çok parlaktı ama yine de
 içeri daldı. Onun içeri girdiğini gören şimdi garsona dönüşmüş Porto
 Rikolu barmen ve barmene dönüşmüş garson lütfen güldüler.
 33
 Tezgâhın arkasındaki bütün raflar kutularla ve dondurulmuş kuşlarla
 doluydu.
 "Bütün bu kutularda kahve mi var?" diye sordu Ömer en yakın tabureye
 ilişirken. "İsimleri ne?"
 "Hangisini sorduğuna bağlı. Bir sürü başka başka isim var..."
 Ömer devasa pencerelerden sızan güneş ışığından korunmak için başını
 çevirdi.
 Barmen ananas dilimleriyle süslenmiş köpüklü bir kokteyli tezgâhın
 üzerine koyarken "Mesela şunun adı caffe latte" dedi. "Ama benim size
 tavsiyem..." arkasına döndü, raflardaki şişelere seğirtti ve bir kerede
 üç-dört kokteyl bardağını eline aldı, "coffee mocha ya da şu öteki,
 spesiyalitemiz, coffee Zanzibar."
 "Zanzibar... Bu ismi hatırla," diye düşündü Ömer. "Zanzibar... Bu
 ismi... unutma..."
 Barmen yegâne müşterisine arkasındaki raflardan farklı kahveler ikram
 ederken, ellerinin hareketleri Ömer'i kandırıyormuşçası-na hızlandı.
 Ömer onun hareketlerini takip etmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın,
 tezgâhın üzerine konan her kokteyl, sürekli değişen sihirli aynalar
 dolabında epi topu bir görüntüden ve söylenen her isim havada dağılan
 bir serpintiden ibaret kaldı.
 34
 Muzun içindeki Harf
 Şayet şahsi özellikleriniz arasında obsesif kompulsif bozukluğa, panik
 atağa ya da sosyal fobiye benzer bir şeyler varsa, sömestrin ilk günü
 Sosyal Hizmetler Bürosundaki yılankavi, öğrenci-kimliği-almak-içinfotoğraf-
 çektirme kuyruğu sizin için bir saatten fazla kısılı kalınacak
 en uygun yer olmayacaktır muhtemelen. Başkaları için o kadar beter
 olmayabilir. Sıkıcı ama yine de katlanılabilir bir eziyet. Hatta
 bazıları bunu yeni insanlarla tanışma, gevezelik etme, bilgi
 alışverişinde bulunma, yol yordam öğrenme fırsatı olarak görüp durumdan
 keyif bile alabilir.
 Ama o kesinlikle bu tür insanlardan değildi.
 Tahammül etmesini kolaylaştıracak düşünebildiği yegâne teselli
 çantasının derinliklerinde bir çikolatasının daha olduğunu bilmenin
 verdiği rahatlıktı. Elindeki çikolatayı bitirdiğinde ötekini yemeye
 başlayacaktı. O zamana kadar sıranın yeterince ilerleyeceğini, masanın
 arkasında oturmuş çınlayan sesiyle ricadan çok emire benzeyen "sıradaki
 lütfen!" cümlesini tekrar tekrar haykıran asabi, görünüşlü kadına
 ulaşabileceğini umuyordu.
 Katran karası bir at kuyruğu şeklinde toplanmış saçını yokladı. Ona en
 büyük eziyet sırada-beklemek değil, başkalarıyla-birlikte-sıradabeklemekti.
 Mesele hep insanlardı, hep onlar. Konuşmaları, şakaları,
 tavırları... hep o eski bildik sorun. Çikolata mümkün olduğunca uzun
 dayansın diye olabildiğince küçük bir ısırık daha aldı. Bu kampüse
 geldiğinden beri iki gıdayla besleniyordu temelde: çikolata ve muz.
 bunların göründüğünden fazla ortak noktası vardı aslında. İkisi de
 benzer bir kolaylıkla soyulup tüketiliyordu. Gün
 37
 boyu başka hiçbir şey yemeden durabilirdi. Bazen çikolatayı ana yemek,
 muzu tatlı, bazen de muzu ana yemek çikolatayı tatlı olarak yiyordu.
 Hemen önünde, saçları yeni biçilmiş çimenler gibi kısacık, meşe yaprağı
 gibi kızıl ince uzun bir kıza iliştirilmiş iki devasa kulak vardı. Bu
 açıdan bakınca kızın yüzünün neye benzediğini tahmin etmek zordu ama
 lekesiz, bembeyaz boynu yenebilecek bir şey izlenimi veriyordu. Havuç
 kafa hararetle etrafını sarmış bir grup kızla konuşuyordu ve ara sıra
 hep birlikte bir kahkaha koyveriyorlardı.
 Sıra bir adım daha ilerlerken diğer çikolatayı aramaya başladı.
 Çantasmdaki ıvır zıvır kalabalığı arasında çikolata yerine, içi
 neredeyse tümüyle kararmış yarım bir muz buldu. Bunun oraya nasıl
 girdiğini hatırlıyordu. İki gün önce, servise ilk binişinde, şoförün
 yanma oturmuş sakin sakin muzunu yerken gözü yukarıdaki üç levhaya
 takılmıştı. Birinci levha: "Aşağılayıcı söylemin suç olduğunu biliyor
 muydunuz?" diye soruyordu. Biliyordu. İkinci levha bir kadın sağlığı
 merkezinin ilanıydı, üzerinde havaya zıplamış pişmiş kelle tebessümüyle
 ışıldayan genç bir kadın resmi vardı. Bunu anlamamıştı işte. Bir
 kadının jinekologa gittikten sonra böyle zıplaya-bileceğine pek ihtimal
 vermiyordu, gidilen yer ne kadar şık, alman haber ne denli sevinçli
 olursa olsun. Üçüncü levha ise "Otobüste yemek içmek yasaktır"
 buyuruyordu. Okur okumaz göz ucuyla onu hiç mi hiç umursamayan şoförün
 hareketlerini izleyerek muzu çantasına koymuştu. Şimdi aynı muzu
 çantasından çıkardığında içini kapkara bulmuştu ve onun karasıyla,
 önünde duran boynun saf beyazlığı arasında çarpıcı bir tezat vardı. Bu
 tezatı iyi bir işaret, hayra alamet olarak görmeye karar verdi. Tam o
 anda önündeki kız arkasına dönüp gülümsedi.
 "Çikolatayı çok mu seviyorsun?"
 Esmer kız "Yemek içmek yasaktır" levhasının altında otobüs şoföründen
 azar işitmiş gibi panikle kızardı.
 "Debra Ellen Thompson ben," dedi havuç kafa elini uzatarak. Tam alnının
 ortasında saçlarının geri kalanına ters yönde uzamış ipince bir tutam
 inek yalamış saç vardı.
 38
 Ama esmer kız daha ona cevap veremeden "sıradaki lütfen" nakaratı
 yankılandı.
 Fotoğraf çektirme sırası Debra Ellen Thompson'a gelmişti, ondan sonra
 da sıra kendisindeydi. Aman ne iyi diye düşündü, nihayet son çikolatayı
 çantasından bulup çıkarırken. Hemen kâğıdını yırttı ve sıra kendisine
 gelmeden önce mideye yuvarlamak için aceleyle devasa bir ısırık aldı.
 Deneyimleri ona çikolataların büyük çoğunluğunun iki buçuk ısırıkta
 bitirilebildiğini göstermişti ama bu sefer her zamanki skorunu bir
 buçuk ısırığa indirmeye çalışacaktı. Bu amaçla rekor lokmayı çevirirken
 ağzında bir yandan da masanın öteki tarafında aniden beliriveren keçi
 sakallı adamı kayıtsız gözlerle izledi.
 "Kusura bakma geciktim," diye mırıldandı adam cılız bir sesle. "Valla
 başka zaman olsa önemli değil ama bugün yapacak bu kadar çok iş
 varken..." diye bağırdı asabi görünüşlü kadın, iyice asabileşerek.
 Bir alay kız öğrencinin önünde bir alay azar işiten genç adamın yüzü
 bıyığıyla aynı renge büründü. Bunun verdiği hırçınlıkla kollarını
 kıvırıp buz gibi bir sesle bağırdı: "Sıradaki lütfen!"
 Sıradaki mi? Ama sıradaki-lütfenlenmesine daha en azından on dakika
 vardı! Esmer kız panikle yanaklarını dolduran devasa lokmayı yutmaya
 çalışadursun gırtlağının derinliklerinden iniltiyi andıran bir ses
 koptu.
 "Sıradaki lütfen," diye bağırdı adam dosdoğru ona bakarak. İşte her şey
 buraya kadar. Şahsi özellikleri arasında obsesif kompıılsif bozukluk,
 panik atak ya da sosyal fobi ve benzerleri olan biri için her şeyin
 bittiği, zamanın durduğu felaket anı.
 "Kımıldamayacak mısın?!" diye gürledi keçi sakallı adam, ondan bir arı
 bile ayırmadığı gözlerini sanki kız önünde küçülüyormuş gibi gitgide
 kısarak. Belki de öyleydi, belki de sahiden küçülüyor-du durduğu yerde.
 Zaten şimdiden kendini toplu iğne boyunda hissediyordu.
 "Öğle yemeğinden geç dönmen ve herkesin önünde şu uyuz kadın tarafından
 azarlanman benim suçum değil," demek istedi gayet
 39
 serinkanlı bir havayla ama dudaklarını araladığında sadece homurtu
 benzeri bir ses oldu çıkarabildiği. Far ışığında kalmış bir tilki gibi
 taşlaşmıştı. Önündeki kızlar dalga geçip kıkırdamaya başladılar. Ama
 önemi yoktu hiçbirinin, hiç kimsenin. Donmuş haldeyken onları
 duyamazdı.
 İşte tam o anda Debra Ellen Thompson arkasına döndü ve elinde yarım
 çikolatayla heykele dönüşmüş olan siyah saçlı kıza merakla baktı. Anlık
 bir tereddütten sonra ona dokunmaya, şöyle bir sarsmaya cesaret ettiyse
 de faydası olmadı, kız kendini donup kaldığı yerden kurtaranıiyordu.
 Debra Ellen Thompson dikkatle kızın omzundan sarkan çuvalımsı çantayı
 açtı. İçinde çikolata kâğıtları, meşe yaprakları, at kestaneleri,
 kampus haritaları, taşlar ve akıllara durgunluk veren ıvır zıvır
 arasında kızın kâğıtlarını bulup, tamamen çileden çıkmasına ramak kala
 keçi sakallı adama vermeyi başardı.
 Ardından onu bir tabureye oturtup. Mount Holyoke College öğrenci
 kimliğine yapıştırmak için fotoğrafını çektiler.
 Her şey olup bittikten sonra Debra Ellen Thompson halen kıkırdamakta
 olan kız kalabalığının arasından heykeli özenle geçirip dışarıya, temiz
 havaya çıkardı. En yakın banka yan yana oturduiar.
 "İçeride sana ne oldu öyle?"
 "Baskı altında paniklerim ben," dedi heykel, damla damla eriyip,
 gerginliğinden silkinirken.
 Gergin anlardan sonra çöken sükûnet sisine sarınmış vaziyette, yarım
 saatten fazla oturdular orada. Sıradan uygun adım çıkan kızları
 seyrettiler beraber. Fazla konuşmadılar. Ne de olsa heykel konuşkan bir
 tipe benzemiyordu pek.
 "Ben artık gideyim. İyi olduğuna emin misin?"
 "İyiyim, teşekkürler!"
 "Yatakhanene yerleştikten sonra beni muhakkak ara," dedi Debra Ellen
 Thompson dostça gülümseyerek. Bir kâğıt parçasına kendi yatakhanesinin
 ve odasının numarasını çiziktirdi. "Bir şeye ihtiyacın olursa... yani
 bir sorunun filan olursa çekinme, istediğin zaman ara."
 40
 "Ararım, teşekkürler!"
 Kızıl kafası Abbey Kilisesi'nin arkasında kaybolana kadar Debra Ellen
 Thompson'm uzaklaşmasını seyretti. Tekrar yalnız kalınca rahatlayarak
 derin derin iç çekti. Kâğıt parçasını çantasının sol cebine
 tıkıştırırken, aynı gözden bütün bir muz çıkardı. Bu seferki muzun
 oraya ne zaman nasıl girdiği konusunda hiçbir fikri yoktu ama bunu bir
 işaret olarak almaya karar verdi, muhtemelen hayra alametti ama içine
 bakmadan bir sev söyleyemezdi. Küçük bir ısırık aldı ve yumuşak,
 beyazımtırak meyvenin ortasındaki koyu, tırtıklı lekeyi inceledi. Her
 zamanki gibi muzun içinde bir harf vardı ve bu seferki harf "P"ye
 benziyordu - tıpkı "Peri", "Parlak" ya da "Pekmez"de olduğu gibi ki bu
 iyiye işaretti. Ama bir taraftan da "H"ye benziyordu, "Hüzün". "Hayal
 Kırıklığı" ya da "Hüsran"da olduğu gibi ki bu iyiye işaret değildi.
 Çocukken annesiyle birlikte oynadıkları bir oyundu bu. Eskiden cennette
 Tarın kendine bir alfabe çorbası pişirmiş ve bunu devasa bir kâseye
 koyup mutfak penceresinin yanında soğumaya bırakmıştı. Ama sonra
 kuvvetli, küstah bir rüzgâr ya da hınzır, yoldan çıkmış bir melek ya da
 belki bizzat şeytan, kazara ya da kasten (hikâyenin bu bölümü her
 anlatıldığında değişirdi) kâseyi yere. yani gökyüzüne düşürmüş ve
 çorbanın içindeki bütün harfler kâinata saçılmıştı, bir daha asla
 toplanmamak üzere. Harfler her yerdeydi, fark edilip bulunmayı
 bekliyorlardı. Cennet Kâsesi'nde kalsalar oluşturabilecekleri
 kelimelere yerleştirilmek, eski manalarına kavuşabilmek istiyorlardı.
 Annesine kalsa bu oyun hem eğlenceli hem de öğretici idi. Oysa ona göre
 hadi öğretici belki ama asla eğlenceli olmamıştı. Yine de hayatı
 boyunca bu oyunu "oynamaktan asia vazgeçmemişti; annesini çocukluk
 cennetinden kovup sürgüne gönderdikten ve onun yokluğunda. Gözden
 Düşmüş Ana'yı bir gün geri. alsa bite çocukluğunun asla cennet
 olmadığını kederle idrak ettikten sonra bile vazgeçmemişti oynamaktan.
 Som sessizlikte, içindeki harfin ne olduğuna bir türlü karar veremeden
 muzu bitirdi.
 Ama harf "P" değil "H" olmalıydı ki bu olayı takip eden hafta-
 41
 lar tek kelimeyle berbat geçecekti. Hayal kırıklığı! Mesele derslerin
 sıkıcı olması değildi çünkü ne dersler sıkıcıydı ne de zaten derslere
 girdiği vardı. Mesele kampüste çıkan yemeğin yavan olması da değildi ne
 yemek yavandı ne de zaten yediği vardı. Mesele kendisini aniden dipsiz,
 bitimsiz bir yalnızlık içinde bulması da değildi çünkü zaten oradaydı.
 Bu şartlar altında daha iyi hissetmesi gerekirdi. Güzel bir yerdi
 burası, hem ağaçlar da muhteşemdi. Kasaba küçüktü gerçi ama gene de
 keyif almak mümkündü. Buradaki yegâne bakkalda muz satılmıyordu ama
 ilerdeki markete yürüyebilirdi. Kuşkusuz çok daha iyi olabilirdi bundan
 eğer insanlar olmasaydı, hep aynı sorun. Sorun hep insanlardı, bu sefer
 tesadüfen hemen hepsi kızlardan müteşekkil şu insanlar. Mount Holyoke
 College kız ve sincap kaynıyordu.
 Sincaplarla kızlar benzer bir uyanıklık ve çeviklikle kampus nüfusunu
 meydana getiriyordu. Sincapların aksine kızlar gruplar halinde
 dolaşıyor ve sürekli gülüyorlardı. Herkese, yüzü olan her şeye tebessüm
 ediyorlardı. Rengârenk kâğıtlara salak salak notlar yazıyor,
 defterlerine parlayan güneşler çizip gösterişli cümleler çi-ziktiriyor,
 duvarlarına sırıtan yüzler yapıştırıyor, internetten aforiz-malar
 indiriyor, sonra samimiyetlerinin ve derinliklerinin göstergesi olarak
 bunları birbirlerine veriyorlardı. Herhangi bir sebeple birbirlerini
 birkaç gün gönnemişlerse, bir sonraki görüşmelerinde çığlıklar atarak
 birbirlerine koşuyor, orta noktada birbirlerine kavuştukları halde
 çığlık atmaya devam ediyorlardı. Bol bol bağırıyor, Zarpandit'in
 anlıyormuş gibi yaptığı afallatıcı bir kodla iletişim kuruyor ve cok
 özıd olduğunu iddia ettikleri bir tür muğlak arkadaşlık kavramını
 fetişleştiriyorlardı. Duvarlarında, masalarında, raflarında, hatta
 sınav kâğıtlarında dostluğu yücelten bir vecizeler sağanağı görüyordu
 Zarpandit. Anlayamadığı bu kadar eşsiz olduğu iddia edilen bir şeyin bu
 kadar yaygın olmasıydı. Bu kampüste en kolay kurulan şey arkadaşlıktı.
 Bu kızların birbirlerine sırlarını anlatmak için önce arkadaş
 olmalarına gerek yoklu çünkü zaten öyleydiler. Birbirleriyle ilk
 karşılaşmalarında, aynı otobüste Hampshire Colle-ge'a on beş daicikalık
 yolu giderken, aynı anda aynı yöne yürürken
 42
 va da yemek seçtikleri sırada yan yana dururken anında ahbap oluyor,
 dedikodu yapıyor, çene çalıyor, Lopu topu birkaç dakika önce
 tanıştıkları birine en büyük sırlarını açmakta hiçbir zorluk
 çekmiyorlardı. Hemencecik sonuçlara varıyor, sonra da bu vardıkları
 sonuçlara Öyle bir emniyet ediyorlardı ki Zarpandit kendi bilmek bilmez
 kararsızlıklarından utanıyordu. İşte bu kızlar ve kendisinin apaçık
 çuvalladığı her dönemeçte onların böylesine apaçık başarılı oluşunu
 seyretmenin ıstırabı iç dengesini altüst ediyordı. Ne çikolata ne muz
 teselli edebilirdi onu böyle anlarda.
 İlerleyen haftalarda, kendini ait hissetmediği baba evinden yeni
 çıkmış, üniversite eğitiminin iyi geleceğini umut eden ayaklı endişe
 yumağı, anti-sosyal genç kızlıktan, buraya da ait olmadığına, şimdi de
 bir kampus hayatının içine hapsolduğuna ve arlık hiçbir şeyin kendisine
 iyi gelmeyeceğine kanaat getirmiş ayaklı endişe yumağı, anti-sosyal
 genç kıza dönüştü.
 Kızıl saçlı kurtarıcısını aramayı ciddi ciddi düşünmeye başlaması zaman
 aldı. C gün çantasının sağ cebine koyduğuna emin olduğu kâğıt parçasını
 hiçbir yerde bulamasa da, hayret, Debra'nın hangi yurtta kaldığını
 unutmamıştı.
 43
 Adı Zarpandit
 O Brigham Hall'ün önünde oyalanırken mavinin farklı tonlarında kazaklar
 giymiş dört kız bir örnek gülümseyerek köşeyi döndü. Onların kendisine
 doğru geldiğini görünce elini çabuk tuttu, en azından tutmaya teşebbüs
 etti. Kimlik kartını çıkarıp kapının yanındaki makineye soktu. Ama kapı
 onu içeri almayı reddetti. Neredeyse robot gibi kartı tekrar sokmayı
 denedi, sonra üzerinde o korkunç resmi olan kimlik kartım ters yüz
 ederek, aklına gelen her yöne çevirerek canhıraş bir biçimde tekrar
 denedi. Ama kapı geçit vermedi. Kızların da yurda doğru geldiğini
 görüyordu, besbelli burası onların yurduydu. Başka birinin
 yatakhanesine girmek için kendi kimlik kartını kullanabileceğini
 düşünmekle ne büyük enayilik yapmış olduğunu anlayınca yüzü yandı.
 Kimse ona inanmazdı, hem biri inansa bile o özel kişi, onun içeri girme
 gayretlerine tanıklık eden bu kızlardan biri olamazdı. Doğruyu
 söyleyebilirdi elbet, onlara bir arkadaşını ziyaret etmeye geldiğini
 anlatabilirdi ama kızlar ziyarete geldiğine göre neden kendi kartıyla
 içeri girmeye çalıştığını sorarlardı muhtemelen. Yurtları
 karıştırdığın! da söyleyebilirdi ama kimse bunu yutmazdı. Belki de
 yürüyüp gidebilirdi ama bu suçunu kabullenmek olurdu. Birbirinden beter
 seçenekler araşınca bir tercih yapamadığından sağlam durmaya karar
 verdi. Sağlam 'e kaskatı.
 Ama ne de olsa kapılar sadece dışarıdan açılmazlar, bir de dışarıya
 açılmaları mümkündür. Tam da mavili kızlar olay yerine ulaştığı sırada
 birisi Brigham Hall'ün kapısını içeride rı itti ve kıpkırmızı bir kafa
 neredeyse ışık saçarak dışarı çıktı.
 Rasiantıların kendilerine has bir büyüsü vardır. Yeterince ani ve
 keyilliyseler bir de her biri fani yapımı minyatür boy mucizeler gi-
 44
 bi görünebilir inanız kalanların gözlerine, özellikle de çaresizlerin.
 "Merhabaaa!" diye bağırdı heyecanla. "Ben de seni arıyordum!"
 Dört kız ton ton maviler içinde gülücükler saçarak geçtiler, sebep
 oldukları panikten hiç mi hiç haberdar gözükmeden.
 "Merhaba," dedi Debra Ellen Thompson dııraksayarak, böyle heyecanlı bir
 selama nasıl karşıbk vereceğmi bilememişti. "Kusura bakma, adını
 unutmuşum."
 "Yok canım!" diye bağırdı Zarpandit. raslantıntn verdiği coşkuyu
 üzerinden atamadan. "Yani unutmuş olamazsm. Çünkü sana hiç söylemedim."
 Karşısındakinin yüz ifadesi ona lafı kısa kesmesi, hatla en iyisi
 baştan başlaması gerektiğini bildirdi. "Adım... Zarpandit!"
 "Zır-pın-diiit???" Debra Ellen Thompson ismi dilinin üzerinde acı bir
 şeker gibi şaklatarak çevirdi. "Ne kadar ilginç bir isim."
 Hep böyle derlerdi. Ama o artık "ilginç" kelimesinin gündelik iletişim
 içinde dolaşımda olan bütün sıfatlar arasında en kalın kabuklusu
 okluğunu öğrenmişti, kaim kabuklu demek illa da içinde bir şey olduğu
 anlamına gelmiyordu. "İlginç" kelimesinin hiçbir ilginç tarafı yoktu.
 Debra Ellen Thompson onun gözlerinin önünde yavaş yavaş kasvetli bir
 sessizliğe gömüldüğünü görünce bir şeyler daha söylemesi gerektiğini
 hissederek atıldı: "Peki bir anlam; var mı?"
 "Evet, bir Asur-Babil tanrıçasının adı..." dedi Zarpandit ama daha
 fazla açıklama yapmak gelmedi içinden.
 "Ya, kardeşlerinin isimlerini sormaya korkuyorum.''
 Provalı bir refleksle başım salladı Zarpandit. Belli ki bekliyordu bu
 lafı. "Kardeşim yok."
 Debra Ellen Thompson teselli edercesine gülümsed', kardeşi olmadığı
 için onu bağışladığını göstermek istercesine - sahip olamadığı ve
 olmadığı her şey için.
 "Toplantılarımıza mutlaka gelelisin, bence sana iyi gelir. Önümüzdeki
 çarşamba saat ikide yapacak bir işin var mı?'
 Beyhude soru.-N.ı«ıİ olsa ikisi de işi clnadığuu bUiyoriardı.
 Hüsran! Hüsran! Hüsran!
 "Debra! Merhaba Debra!"
 Debra Ellen Thompson sivri çenesini kaldırıp, bakışlarıyla etrafındaki
 harala güreleyi aralayarak en az otuz kişinin bulunduğu odayı
 taradıktan sonra, ilerde ellerini hararetle sallayan ve kendisini
 selamlayan o siyah-saçlı, tuhaf-adlı kıza odaklandı. Ona doğru yürümeye
 başladıysa da yolda başka kızlarla konuşmak için on on beş kere durdu.
 Nihayet ona ulaştığında zoraki bir tebessüm iliştirdi dudaklarına:
 "Zarpandit, seni görmek ne güzel! Gelebilmene sevindim. Yalnız bir
 ricam olacak senden."
 İşte bu harika, diye düşündü Zarpandit, bu anın ayaklı endişe yumağı,
 anti-sosyal kariyerinde bir dönüm noktası olabileceğini umarak. Debra
 Ellen Thompson besbelli başkanlığını yaptığı bu toplantıya onu davet
 etmekle kalmamış, onu burada gördüğüne memnun olmakla kalmamış, şimdi
 de ondan bir iyilik istiyordu. "Elbette," dedi kıvançla, bu kadar kısa
 zamanda bu kadar çok ilerleme kaydetmekten memnun.
 "Bana bir daha böyle hitap etme, lütfen."
 "Tabii," dedi Zarpandit otomatik olarak, ona nasıl hitap ettiğini
 nerede kusur ettiğini anlamadan.
 "Bana herkes ismimin tamamıyla hitap eder, Debra-Ellen-Thompson, üçü
 birlikte daha çok hoşuma gidiyor. Umarım senin için bir sakıncası
 yoktur."
 Zarpandit derin bir esef ve ardından daha da derin bir kabulle-nişle
 kızardı. Kendi adı da Debra Ellen Thompson gibi albenili, kudretli bir
 şey olsa, kendisi de adının tamamıyla çağırılmak isterdi.
 Toplantı bütün öğleden sonra sürdü ama Zarpandit'in aklında
 46
 sadece kısa anlar kalacaktı. Yeni gelenlerin kendilerini tanıtmasının
 istendiği o kasvetengiz an, sıranın kendisine geldiği daha da kasvetengiz
 an; Debra Ellen Thompson'm herkesi her kadının içindeki henüzkeşfedilmemiş
 kadım dışarı çıkarmaya davet ettiği ve bu amaca hizmet
 edebilecek öneriler talep ettiği bunaltıcı an; karamel rengi örgüleri
 olan bir kızın odadaki herkesin şimdi hemen içindeki kendinden-nefreteden
 kadını yüksek sesle ifşa etmesini teklif ettiği akla ziyan an ve
 herkesin bu teklife atladığı daha da akla ziyan an; odadan tek çıkışın
 önüne gittikçe daha fazla kızın yığılmasıyla Zarpandit'in ıstırapla
 içeride hapis kaldığı sonucuna vardığı dehşetengiz an; Debra Ellen
 Thompson'm araya girip herkesin içindeki kendinden-nefret-eden kadını
 açığa çıkarma fırsatı bulamayacağını çünkü toplantının saat beşte
 bitmesi gerektiğini söylediği o rahatlatıcı an. Odadan çıkmadan önce
 bir sonraki toplantının hangi gün yapılacağı duyuruldu ve herkesin
 gelecek toplantı için işbölümünde bulunması istendi.
 İşbölümünde Zarpanclit'e düşenler ekseriya ayak işleri oldu. Her geçen
 gün daha da kabaran sayıda el ilanını fotokopi çektiriyor, boyuyor,
 hazırlıyor, sonra bunları bütün kampüse dağıtmak için elinde iğneler ve
 bantlarla oradan oraya koşturuyordu. Ama hepsi bu kadar değildi. Yerine
 getirmesi gereken bir görev daha vardı:
 okumak!
 Zarpandit'in daimi bir üye olacağı anlaşıldığında Debra Ellen
 Thompson'm başını çektiği grubun önde gelenleri, onun utangaçlığını,
 asosyalliğini ya da topluluk içinde kendini ifade etmesini engelleyen
 her neyse onu bir yenebilse dışa vuracağı çok şey olduğuna ve bu yorucu
 bilinçlendirme sürecini ateşleyecek en iyi yakıtın "kitaplar" olacağına
 oy birliğiyle karar vermişti. Bugünden tezi yok Zarpandit daha fazla
 okumalıydı! Birileri bir yerlerde içe kapanıklığı söyleyecek sözünün
 olmamasıyla, söyleyecek sözünün olmamasını da cehaletle karıştırmış
 olmalıydı. Zarpandit'in umursadığı yoktu bu kavramsal karışıklığı, ne
 de olsa kitapkolik olduğundan canına minnetti daha da çok okumak. Takip
 eden günler ve haftalarda herkes ona illa ki okuması gerektiğine
 inandıkları kitaplar ve
 47
 KitapçıKlar taşıdı. O da okudu: ne bir tereddüt ne bir itiraz ederek
 okudukça okudu, kitaplarla beslendi ama aynı zamanda muz ve çikolatayla
 da.
 Alışıktı ne de olsa. Onu kitaplarla beslemek annesinin en gözde
 projelerinden biri olmuştu, doğrusu Zarpandit'in üzerinde başarıya
 ulaşan tek projesi de buydu. Zarpandit insanların nasıl olup da
 çocukluklarına dair o kadar az şey hatırladıklarına anlam veremiyordu
 pek çünkü kendisi bu gezegen üzerindeki ikinci yılından itibaren
 çocukluğunun izini sürebiliyordu geriye doğru adım adını. Parça pinçik
 bir sürü ayrıntı vardı ama ilk anısının genel çerçevesi zihninde daima
 tazeydi. Çünkü bu hayattaki ilk anısı aynı zamanda ilk "intihar"
 girişimiydi.
 Mutfağı hayal meyal hatırlıyordu, masanın üzerinde duran kâsedeki
 kusmuğumsu püreyi, çenesiııdeki püremsi kusmuğu ve başka başka
 detayları. Annesinin gözalıcı siyahlıkta ve yumuşaklıktaki saçlarının
 halesini, hüzünlü gülüşlü bir adam oian babasını ve o sıralarda artık
 kim olduğunu unutmaya başlamış olan büyükbabasını, derken annesinin
 kâsedeki ne idüğü belirsiz bulamacı ağzına tı-kaladığını, kendisinin de
 sürekli geri püskürttüğünü hatırlıyordu. Annesi oldum olası berbat: bir
 alıcıydı. Sonra babası ona yeni bir şey yedirmeyi denemişti, omletin
 tadı, erimiş yağ ve bir sosis parçasının ağır kokusu, baharatlı, sıcak,
 geri çıkarılamaz, yutulamaz, bebek boğazının bir yerlerine yapışmıştı.
 "Göğsüne bastır, göğsüne bastır." diye bağırdığını hatırlıyordu
 annesinin.
 Ufacık bedeni kafası koparılmadan önce bacaklarından yakalanan bir
 tavuk gibi baş aşağı, iki kocaman el göğsüne bastırmış, dö-nenip duran
 bir çığlık girdabının merkezinde yüzmekteyken ve oda aniden tavanı
 duvarlardan, duvarları yerden ayırt edilemeyecek kadar sislenmişken,
 müthiş bir hızla düştüğünü hissetmişti. Düşüyordu, artık nefes alıp
 almamasının önemli olmadığı bir yere doğru hızla kayarak. İleriki
 yıllarda bu sahneyi defalarca gözden geçiren Zarpandit ona hayatı
 boyunca eşlik edecek üç sonuç çıkarmıştı edindiği tecrübeden:
 48
 Bir: Güçlü kuvvetli bir şey seni sıkı sıkı tutmakta iken dahi
 düşebilirsin.
 İki: Düşme edimi ille de aşağı doğru gitmek değildir; yeterince
 tepetaklak olmuşsan yukarı doğru düşmeyi de başarabilirsin.
 Üç: Aksi yöndeki bütün yargılara rağmen yukarı doğru ölüme düşmek o
 kadar da kötü bir deneyim olmayabilir.
 Bir, iki... üç saniye geçmiş, annesi üç çığlık daha atmış, göğsüne üç
 kere daha bastırılmış ve sosis parçası şampanya mantarı gibi
 Zarpandit'in ağzından fırlamıştı.
 "Bunları hatırlaman imkânsız," diye itiraz ederdi annesi bu konu ne
 zaman açılsa. "O olayı tekrar tekrar anlattığımız için hatırladığını
 zannediyorsun."
 Ama Zarpandit bunun böyle olmadığına emindi. Zira annesinin hiç
 anlatmadığı ayrıntıları da hatırlıyordu - hayali olamayacak kadar
 hakiki ayrıntılar, sonradan inşa edilen bir gerçeklikte rol
 oynayamayacak kadar ehemmiyetsiz ayrıntılar, dedesinin hırkasındaki
 büyük kahverengimsi leke, babasının yüzündeki sitem ya da annesinin
 tezgâhın üzerindeki mısır patlatma makinesinin yanında ağlayışı gibi,
 bebeği ona geri döndüğü için minnettar ama hayatı aynı kalacağı için
 bedbaht.
 Dolayısıyla, dördüncü genel toplantının bir noktasında Debra Ellen
 Thompson KÇ stratejisinden bahsetmeye başlayınca bu gezegen üzerindeki
 ilk anısının şevki Zarpandit'in konuya karşı bir ilgi duymasına sebep
 oklu. K. Ç., Kasti Çarpıtma anlamına geliyordu. erkek egemen dilsel
 kodlan ters yüz etme anlamına.
 "Erkek egemen kültürün erkek egemen söylemi ile karşılıklı duvar tenisi
 oynayacağız;" dedi Debra Ellen Thompson. "Ataerkil-liğin taşaklı
 söylemini taşlayacağız!"
 Debra Ellen Thompson, Zarpandit'in mahcubiyetini taklit edince odada
 bir kahkaha koptu. "Neyin var?" dedi dudak bükerek. "Hiç taşak
 dendiğini duymadın mı daha önce? Tanrım, bazen manastırda filan
 yetiştirildiğini düşünüyorum. Hadi ama asma suratını Zarpandit. kendini
 kötü hissetmemelisin çünkü bütün strateji bundan ibaret."
 49
 Bütün strateji düşmana kendi silahıyla karşılık vermekten ibaretti. Bu
 durumda silah hakaret olduğundan, bütün strateji kadın karşıtı
 terimleri, karşıtlıkla ya da kadınlıkla alakalan kalmayana kadar
 kullanmaktı.
 "Bize ne kadar sert saldınrlarsa o kadar sert karşılık vereceğiz. Hayli
 zamandır kadınlar histerik olmakla suçlandı, bu yüzden saldırıya
 uğradı, hedef gösterildi değil mi? Histeri dişiliğin diğer adıydı. Buna
 karşılık bazı kadınlar savunmada kaldı, bu hastalıkla alakaları
 olmadığını kanıtlamaya çalıştılar. Bazıları ise erkeklerin de histerik
 olduğunu kanıtlamaya uğraştı. Bunların hiçbirinin bize faydası
 dokunmaz. Ben bunun yerine kadınlara yöneltilen her suçlamayı can-ı
 gönülden benimsemeyi öneriyorum. Erkek egemen söylemin bütün
 hakaretlerini bile isteye kabul ettiğimiz anda bizi aşağılayacak gücü
 kalmayacak bu sistemin. Ne kadar basit ama aynı zamanda ne denli
 karmaşık olduğunu görebiliyor musunuz?"
 Zarpandit, ne kadar büyük olduklarını daha yeni fark etmiş gibi
 hayretle baktı Debra Ellen Thompson'm kulaklarına.
 "Sistemin aletlerini ele geçirip kendinize mal edin," diye devam etti
 Debra Ellen Thompson, "sizi yıkmak için kullandıkları zehirli okları
 ele geçirin. Kaçmaya, sığınmaya uğraşmayın, yere sağlam basın. Size
 'orospu' derlerse namusunuzu kanıtlamaya çalışmayın, asla bakireyi
 oynamayın. Her bakire sokaklardaki bir orospunun sebebidir. Biri
 diğerinin sonucudur. KÇ stratejisi tümüyle farklı bir yol izler.
 Aşağılayıcı kelimeleri erkek egemenliğin kıllı ellerinden alıp tam ters
 yönde kullanmak suretiyle insanlığı, yani hem kadınları hem de
 erkekleri onurlandıracağız."
 Toplantı bittiğinde Zarpandit doğru anladığından emin olabilmek için
 baş başa kaldıklarında Debra Ellen Thompson'a usulca sordu: "Yani şimdi
 biz övgü niyetine hakaret mi edeceğiz?"
 "Evet. Tersi de geçerli elbette. Aynı zamanda erkek egemen iltifatları
 da aşağılayıcı şekilde kullanacağız. Bundan böyle 'kaltak' övgü,
 'iffetli' hakaret olacak!" diye gürledi Debra Ellen Thompson.
 "Kadınlara kendi toprakları dışından fırlatılan terimleri tek tek
 araklayacağız. Düşmanın kirli mallarını çalmak bizimkisi, mubah
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 50
 hırsızlık!"
 Mubah hırsızlık! O anda Zarpandit'in aklına sadece Robin Hood
 gelebildi.
 "Ee, şey, evet bir bakıma Robin Hood gibi. Mahrumiyet çekenler adına
 imtiyazlılardan çalmak gibi." Debra Ellen Thompson ateşin bir sesle
 atıldı. "Ama ben Robin Hood'dan ziyade saksağanlara benzetirdim.
 Saksağanlar ne yapar bilir misin? İnsanların dünyasındaki bütün parlak
 nesneleri çalarlar. Biz, kadınlara karşı kullanılmasınlar diye erkek
 egemenliğin kelimelerini aşıran feminist saksağanlarız."
 Feminist saksağanlığının ilk gününde Zarpandit saat dokuzda uyandı,
 yataktan çıkmadan bir muz, evden çıktıktan sonra bir muz daha yedi,
 sonra saat 10:30'da Tracy Harley'in dersine girdi; "Adalet,
 Adaletsizlik ve Akla Gelen Her Şey" birinci sınıf dersi olarak
 fazlasıyla iddialı bir isim sayılabilirdi ama Harley'in kendisi de
 zaten fazlasıyla iddialı bir hoca sayılabilirdi. Bir efsaneydi Harley;
 kızların yarısı onu taklit etmekle meşguldü, diğer yarısı da
 taklitçileri taklit etmekle. Bugün, Prens'len bölümler okurken öyle
 şaşaalı ve lirik, yorumlan öyle ilhamlı ve şık, elektrikli
 mevcudiyetiyle öyle güçlü bir hatipti ki duysa Machiavelli'nin
 kendisinin bile tüyleri diken diken olurdu.
 Ders bittiğinde Zarpandit açık havada bir masaya oturup günün düsturunu
 hatırladı: "Prens için alaşağı edilmemenin en iyi yolu nefret
 toplamaktan kaçınmaktır." Hakikaten ferasetli bir nasihat diye düşündü,
 günlük stoğundaki son muzu da çıkarırken. Bugün değilse yarın markete
 gitmesi gerekecekti.
 Muzun içindeki harf M'ye benziyordu ki iyiye işaretti çünkü ona hemen
 "Muz"u hatırlatmıştı. Ama M'nin kötü tarafı H olabilme ihtimaliydi,
 "Hoyrat", "Hain" ya da "Hapis"te olduğu gibi. Otunnuş bu yumuşak
 meyveyi incelerken, Harley'in sınıfından tanıdığı sıska bir Hintli kız
 mesafeli bir gülüşle yaklaştı ve masaya oturmak için izin istedi.
 Elleri, kollan yüzük ve bileziklerle bezeliydi. "Ne dersti ama," dedi
 içinden gamlı bir marul yaprağı sarkan kocaman sandö-viçini çantasından
 çıkarırken. "Sence de Harley müthiş değil mi?"
 51
 "Evet, müthiş," dedi Zarpandit muzunu hızlı hızlı çiğneyerek. "Müthiş
 bir zenci amcık!"
 Dehşete dönüşmekte gecikmeyen bir hayretle ona bakakaldı Hintli kız.
 "Hayır, lütfen beni yanlış anlama!" diye atıldı Zarpandit berikinin KÇ
 stratejisinden tümüyle habersiz olduğunu fark edip paniğe kapılarak.
 "Ben Profesör Harvey'i çok beğeniyorum... gerçekten... onu gerçekten
 seviyorum... o aşağılayıcı sözleri kasten kullandım. Yermek değil övmek
 amacıyla. Bence... bence harika!"
 Hintli kızın yüzünden belli belirsiz bir gölge geçti - bağışlama
 olduğunu -umdu Zarpandit ya da en azından hoşgörü ama kız çoktan kalkıp
 bileziklerini sinirli sinirli şakırdatarak başka bir masaya oturmuştu
 bile.
 Demek ki H idi muzun içinde gördüğü harf. HÜSRAN! HÜSRAN! HÜSRAN!
 Feminist bir saksağan olarak başladığı ilk günü şovenist bir domuz
 olarak bitirmişti.
 Oysa domuzlardan oldum olası hoşlanmazdı, çocukken bile.
 Sekiz yaşına geldiğinde Zarpandit yukarı doğru ölüme düşme deneyimini
 tekrar yaşamanın tam zamanı olduğuna karar vermişti. O günü gayet iyi
 hatırlıyordu çünkü doğum günüydü. Annesi kadın dergilerinden birine
 baka baka bir pasta yapmış ve adını "Armut-Ağacının-Yanmdaki-Domuzcuk-
 Pastası" koymuştu. Bir domuzun armut ağacının yanında ne halt ettiği
 sorusuna Zarpandit'in verecek cevabı yoktu doğrusu ama bu seçimin el
 altındaki malzemelerden kaynaklandığım tahmin ediyordu. Muhtemelen
 annesi önce keki kremayla kaplamış, ardından armut ağacını
 renklendirmiş ve ilk başta armut ağacıyla uyumlu bir kuş yapmayı
 tasarladığı halde hamur için pembeden başka renk kalmadığını fark
 ederek plandan sapmıştı. İcat edebileceği yegâne pespembe hayvan da
 domuzdu.
 Zarpandit görür görmez nefret etmişti pastadan; hem pastadan, hem
 partiden, hem de tüm bu doğum günü tantanasından. Hayatta insanın
 eğlenmeye mecbur tutulmasından daha bunaltıcı bir şey olmadığı sonucuna
 varmıştı. O ikindi oturmuş pizza yerken dilimin
 52
 üzerindeki sosis parçası tanıdık tanıdık göz kırptı ona. Altı yıl önce
 soluğunu tıkayan parçanın tıpatıp aynısıydı. Zarpandit sosisi ağzında
 çevirip gırtlağının yakınlarında bir yerde durdurmaya çalıştı. Başarılı
 olamadı. Bir daha denedi, sonra bir daha. Nafile, yarı yolda bırakmaya
 çalıştığı bütün sosis parçalarını eninde sonunda yutuyordu. Sonunda
 yöntemini değiştirip nefesini tutarak boğulmayı denemeye karar verdi.
 "Öyle yapmaya devam edersen ölürsün," diyemırıldandı, çillerinin
 renginde kravat takmış olan küçük bir oğlan. Bir yandan da o ölürse
 kendi payının ne kadar artacağını kestirmeye çalışırcasına gözlerini
 Armut-Ağacının-Yanındaki-Domuzcuk-Pastasına dikmişti. Partide on beş
 civarında çocuk vardı. Biri eksilse geri kalanların pasta payında olsa
 olsa küçük bir artış olurdu. Oğlan bıklcın bir edayla Zarpandit'in
 annesini bulmak için içeri koşturdu.
 İlk seferki gibi değildi. Daha zordu. Her nedense nefes içeride kapalı
 kalma fikrinden hoşlanmıyor, ne zaman tutmaya kalkışsa dışarı
 sızıyordu. Ama kolay kolay vazgeçmeyecekti.
 "Sen ne halt ettiğini sanıyorsun?"
 Gözlerini açtığında karşısında öfkeden köpürmüş annesini gördü. Annesi
 onu kollarından tutmuş, meyvaya durmuş bir ağaç gibi silkeliyordu. Bari
 armut ağacı olmasa diye umut etti. Ortalık böyle velveleye verilince
 konsantrasyonu paramparça oldu. Tutamadığı nefesi geri verip ağlamaya
 başladı. Neden bu kadar zordu ölmek?
 Her cumartesi sabahı kampusun yegâne kafesi Aç Zihinler'de toplanıp
 sırayla sunumlar yapıyer, bir kitabı, makaleyi, filmi ya da olağandışı
 kişiliğiyle iz bırakan bir kadının hayatını tartışıyorlardı. Zarpandit
 sırasını daha fazla savuşturamayacağını anladığında grup üyelerine
 büyüleyici bir kadının, Lou Andreas Salome'nin büyüleyici hikâyesini
 anlatacağını duyurarak herkesi mestetti.
 Doğrusu niyeti böyleydi yola çıkarken ama konunun derinliklerine
 indikçe, Lou'dan ziyade Rilke üzerine bir sunum hazırlamış
 53
 buldu kendini. Lou bir yarı-Tann, Nietzsche ise yarı-böcekti ama işte
 Rilke her ikisi birdendi, çifte-mutant, yan-Tanrı-yarı-böcek.
 Doğru, tuhaf, dünyada yaşamamak
 Artık, yarım yamalak öğrendiğin âdetlere uymamak.
 Bir insan geleceğinin anlamını vermemek
 Sunuşunun ortasında Zarpandit acımtırak koca bir fincan kahveden bir
 yudum almış gibi üst üste yutkundu. Tahmin ettiğinden daha zor
 olacaktı.
 Güllere ve vaatlerle dolu başka şeylere;
 Olduğun şey olmamak
 Daima endişeli ellerde.
 Fırlatıp atmak ismini bile kırık bir oyuncak gibi.
 Başını kaldırmaya cesaret ettiğinde, kayıtsızlıkla ona bakan onlarca
 göz buldu karşısında. Hemen eğdi başını.
 Artık istememek isteklerini, tuhaf.
 Sıkıntılı, som bir sessizlik takip etti sunuşu. Şaşaalı Lou Andreas
 Salome karakteri üzerine bir sunum dinlemeye hazırlanmışken, onun
 yerine duygusal bir şiir dinletisine maruz kalan gruptan çıt
 çıkmıyordu. Zarpandit hatasını anlamış, çoktan pişman olmuştu olmasına
 da artık yapacak bir şey yoktu. Terlemeye başladı ama vücudu donuyordu.
 "Lou'yıı ve Rilke'yi gündeme getirmen çok iyi bir katkı oldu, teşekkür
 ederiz." Debra Ellen Thompson yardımına koşmuştu. "Şimdi, bu noktadan
 hareketle üzerinde kafa yormamız gereken bir başka meseleye,
 Nietzsche'nin namlı kadın düşmanlığına geçebiliriz."
 Hakikaten de kafa yordular. O sömestr boyunca kadın düşmanlığı ve
 antitez imkânları, pornografi sorunu ve antitez imkânları, erkek egosu
 sorunu ve antitez imkânları, bir de ayrıca küçük gruplar halinde alttan
 alta, uzun uzun ve umutsuzca Zarpandit sorunu ve antitez imkânları
 üzerine kafa yordular.
 Şükran Günü tatilinden hemen sonra Zarpandit bir kere daha,
 54
 dünya üzerindeki o en eski anısmdaki bitmemiş düşüşü yeniden tecrübe
 etme ve belki de noktalama zamanının geldiği sonucuna vardı. Debra
 Ellen Thompson ve diğer kızlar bahçede eğlenirlerken vücudunun aniden
 eski bir binanın camlarından fırlayacağı ve son nefesini dehşet
 çığhklarıyla pişmanlık hıçkırıklarının boğacağı, Omen-bemeri bir sahne
 planlamıyordu kuşkusuz. Planı bu değildi. Aslında plan falan yoktu,
 sadece zaten orada, ruhunun içinde daima mevcut olan, her gittiği yerde
 ona sadakatle eşlik eden, bazen ha-fiflese de asla tümüyle yok olmayan,
 açık bir yara gibi sızlayıp zonklayan ölümün o uçurumsu cazibesi vardı.
 Bu sefer elinde bir atlama ipiyle yatakhane odasında yalnızdı.
 "Sen orada ne yapıyorsun?"
 Temizlikçi kadın ne suratında bir meymenet, ne sesinde bir şefkat,
 elinde paspas, açık ağzında sakız dik dik ona bakıyordu. Böyle
 yukarıdan bakınca her zamankinden de kısa boylu görünüyordu. Günün bu
 saatinde öğrenci odalarında bulunmaması gerekirdi ama Zarpandit de
 bulunmaması gereken bir yerde olduğundan ona çıkışacak durumda değildi.
 "Hiç," dedi sakin bir sesle. Yok yere panikleyen bütün hiper-kaygılılar
 gibi gerçekten paniklenecek bir durum olduğunda serinkanlılığını koruma
 yeteneğine sahipti. "Yeni bir poster asmak için uygun bir yer
 arıyorum."
 "Ben bu duvarlarda not kâğıdı yapıştıracak yer bile göremiyorum
 şekerim, sen iyisi mi aşağı in!"
 Temizlikçi kadın her şeye kusur bulan pimpirikli bir tip olsa da haksız
 sayılmazdı. Zarpandit'in iki kızla paylaştığı odanın duvarları
 resimler, posterler ve ayın yansı büyüklüğünde bir ay takvimiyle tıklım
 tıklım doluydu. Çarnaçar fikrinden cayıp, bir masanın üzerine koyduğu
 sandalyenin üzerine yığdığı ansiklopedilerin üzerinden indi. Elinde
 neden poster değil de ip tuttuğunu sorma zahmetine katlanmadı
 temizlikçi kadın. Zarpandit bir çekmeceyi açıp ipi içine koydu,
 notlarım çıkardı ve yeni bir sunum yapmak için hazırlanmaya başladı. Bu
 seferki sunuşu Amerika'daki gay hareketinin tarihi üzerine olacaktı.
 55
 Amerika'daki gay hareketinin tarihi uzun, meşakkatli ve teferruatlı
 olduğundan Zarpandit de bu konudaki sunumunun aynı şekli korumasında
 bir sakınca görmemişti. Uzun, meşakkatli, teferruatlı elli beş
 dakikalık bir konuşmanın ardından hâlâ çatallanmış sesiyle konuşuyor,
 azıcık sersemlemiş olsalar da hâlâ dikkatle dinleyen otuz kızı
 notlarından taşan ıcığının cıcığı ayrıntılarla bombardımana tutuyordu.
 "Gökkuşağı bayrağı lezbiyen ve gay gururunun en popüler simgelerinden
 biri olmuştur. Bayrağın ilk baştaki sekiz çizgisi çeşitliliği temsil
 ediyordu. Çingene pembesi cinselliği, kırmızı hayatı, turuncu
 iyileşmeyi, sarı güneşi, yeşil doğayı, turkuaz sanatı, çivit mavisi
 uyumu ve mor ruhu. 1979'da bayrağın toplu imalatına geçilmesine karar
 verildiğinde üretimin getirdiği kısıtlamalar nedeniyle pembe çıkarıldı,
 çivit mavisinin yerini de denizci mavisi aldı. Renkler ilk başta elde
 boyanıyordu tabii. Pembe ticari açıdan tercih edilen bir renk
 olmadığından çizgiler yediye indirildi. San Francis-co'nun gay olduğunu
 açıklayan ilk yerel siyasetçisi Harvey Milk suikasta kurban gittikten
 sonra Gurur Geçidi Komitesi çivit mavisi çizgiyi iptal etti. Böylece
 renkler geçit rotasının iki yanına eşit olarak bölünebilecekti. Yani
 yolun bir tarafına üç renk, diğer tarafına üç renk düşecek şekilde. Bu
 şekilde gökkuşağı bayrağı çok geçmeden altı renge indi. Benim şahsi
 fikrimi sorarsanız komitenin yedinci çizgiyi neden iptal ettiğini
 anlayamıyorum. Yani yediyi ikiye bölmenin zor olduğunun farkındayım ama
 bir çözüm bulunabilirdi, çizgilerin üçü bir tarafta, üçü öbür tarafta,
 yedinci çizgi olarak da bir kişi ortada yürüyebilirdi. Diğer itirazım:
 toplu imalat uğruna neden çivit mavisi feda edildi? Ben o rengi
 severim, bence uyumu güzel temsil ediyor. Bu ayrıntılarla daha az
 ilgilenmem gerektiğini biliyorum ama çivit mavisinin kaybına
 dertlenmekten kendimi alamıyorum. Hem denizci mavisi uymuyor. Denizci
 mavisinin uyumla ne alakası var?"
 Cevap bir iç çekişler korosu halinde geldi.
 Debra Ellen Thompson kendi ifadesiyle yerleşik bir lezbiyen-di.
 Gezdikleri memleketteki yerlilerin âdetlerini öğrenmeye heves
 56
 eden, sonra da mezun olup eve döner dönmez hepsini geride bırakan
 turistlerden değildi. Dünya geçmişleri"son derece şaibeli ama
 heteroseksüellikleri kesin eşlerle doluydu. Debra Ellen Thompson'a göre
 lezbiyen olmak esasen bir cinsellik ya da cinsiyet meselesi değil, daha
 soyut, zihinsel bir şeydi: ZİHİN BERRAKLIĞI. Böyle bir berraklığa
 kavuşabilmek için bir tercih yapmak gerekiyordu, kim olduğunu ayırt
 etmekten çok kim olmadığını ayırt etmek. Ama Zarpandit için bunu
 söylemek yapmaktan kolaydı. Kim olmadığından emin değildi.
 Heteroseksiiellikle homoseksüellik arasında bir seçim yapmak onun için
 bir manaya gelmiyordu. Mümkünse tercihte bulunmamayı tercih ederdi.
 Mümkünse yolun iki tarafından da dışlanan yedinci çizgi olmayı, çivit
 mavisinin kaderini izlemeyi.
 Ne kadınlar ne de erkekler arasından onu seven çıkmamıştı. Ne kadınlar
 ne de erkekler arasından bir sevdiği çıkmamıştı. Seveme-menin bütün
 türleri esasen birbirine bağlıyken bunları kategorilere ayırmanın ne
 faydası vardı ki?
 "Zarpandit biraz vaktin var mı?" diye sordu Miriam Toplantıdan sonra.
 Arkasında kaskatı Debra Ellen Thompson durmuş somurtuyordu. Birlikte
 kendilerini bir endi-keye gark etmişe benziyorlardı, endişeyle öfke
 karışımı bir şeye. "Senin hakkında uzun uzun düşündük zira bizim senin
 hakkında uzun uzun düşünmemize ihtiyacın olduğuna inanıyoruz."
 Bir aralar Zarpandit'in değiştirilebileceğini, özgürleştirilip bağımsız
 bir kadına dönüştürülebileceğini ummuş ve bu inanca sebatla bağlı
 kalmışlardı, Zarpandit değişecek onlar da bu radikal dönüşümün mimarlan
 olacaktı. Ancak aylar boyunca hiçbir ilerleme kaydedilmeyince ona olan
 inançları kaybolmuş gibiydi. Fakat bunu ağızlarından kaçılmadılar. Onun
 yerine dolambaçlı bir ifadeyle sözü aldı Miriam: "Bu kartvizit geçti
 elimize, biz de senin ilgini çekebileceğini düşündük."
 57
 "Bu kartviziti al," diye araya girdi Debra Ellen Thompson yorgun bir
 gülümsemeyle. "Profesyonel biri. Git onu gör."
 Zarpandit buna karşılık ne sorduğunu, o gün başka neler konuşulduğunu
 daha sonra haürlayamayacaktı. Belki hatırlanacak önemde bir şey değildi
 ya da aksine, derhal unutulacak kadar önemli. Bu bellek muammasının
 kökeni ne olursa olsun o günkü konuşmanın sisli sözleri silinecek ama
 kartvizit baki kalacaktı.
 Kanın önünde:
 Ava O'Connel!, Psikiyatr dr.
 Feminist Jungçu psikoterapi
 Feminizm ilkelerini terapi pratiğiyle bütünleştirmeyi amaçlayan
 tecrübeli terapist
 Ücret pazarlığa tabidir
 Arkasında:
 Öz saygı eksikliği / kendinden nefret / stres / keder / bağımlılık
 kaygı / depresyon / iradesizlik / ilişki sorunları / gündelik endişeler
 travma tedavisi / cinsel kimlik kaygıları
 toplum içinde konuşma korkusu / utangaçlık / yeme bozuklukları...
 Bunlardan biri ya da birkaçı sizin için geçerliyse
 yardım edebiliriz, bize bir şans tanıyın.
 Zaq)andit kartı çantasına attı ve hayrettir, ne zaman üzerinde düşünmek
 istese bulmakta hiç zorluk çekmedi. İki hafta sonra hâlâ kartı ne
 yapacağını bilemez vaziyette bir banka oturmuş çikolatasını yer,
 sincaplara somurturken en yüksek dallardan ayaklarının dibine bir at
 kestanesi düştü. Dikenli kabuğu çatlayıp, bir itirafın eşiğinde miskin
 bir gülüşe zorlanmış bir ağız gibi açıldı. Kestanenin mesajını bir
 alamet, kafasındaki soruya bir onaylama olarak aldı ve aksi yönde bir
 işaret alana kadar gidip şu Ava O'Connell'a bir şans tanımaya karar
 verdi.
 58
 Eski Hamam Eski Tas
 Ava O'Connell kartvizitinin çağrıştırdığı her şeyden "daha az"
 görünüyordu, özellikle de şimdi yaptığı gibi çırpı bacaklarını
 birbirinin üzerine attığında. Daha az yaşlı, daha az otoriter, daha az
 kudretli, daha az boylu... doğrusu Zarpandit'in beklediğinden daha az
 profesyonel.
 "Başlamadan önce cevap vermeni istediğim birkaç soru var. Rutin icabı,
 olabildiğince çabuk halledeceğiz bu kısmı. Ama bu bilgiler senin
 kişisel geçmişini görebilmem için gerekli. Ne dersin? Kulağına nasıl
 geliyor?"
 "Kulağına nasıl geliyor?" Ava O'Connell'ın nakaratıydı. Ama Zarpandit
 henüz bundan haberdar değildi. Şu anda tek bildiği söylenenlerin
 şimdilik kulağa iyi geldiğiydi. Bu şevkle bir dizi şahsi soruya hızla
 cevap verdi, yaşı (19), doğum yeri (Massachusetts), dini/etnik kökeni
 (yan Yahudi ama Yahudi olan annesi değil babası olduğundan Zarpandit
 bütün itibariyle bunun kendisini ne yaptığını bilmiyordu), kullanmış
 olduğu ilaçlar (içebilmek uğruna boğazı ağ-rıyormuş gibi yaptığı leziz
 bir öksürük şunıbu ama adını hatırlaya-mıyordu), çocukluk hastalıkları
 (boğaz ağrısı), kalp sorunu (yok), aile tarihinde yinelenen genetik
 hastalıklar (çeşitli kanserler), ailede akıl hastalığı olup olmadığı
 {paranoyak şizofren ırkçı bir amca vardı, hayatının son on senesinde ne
 zaman bir bankanın önünden geçecek olsa yolun karşı tarafına geçerdi,
 yüzlerinde maske, ellerinde silah taşıyan kaslı zenci hırsızlarla
 karşılaşmaktan müthiş korktuğu için - korkudan ziyade bastırılmış bir
 fanteziydi bu Zar-pandit'e göre ya neyse; sonra bir de lokantalarda su
 içemeyen kuzeni vardı çünkü günün birinde biri çıkıp da onu zehirlemeye
 kalksa
 59
 bu yöntemi izleyeceğine inanıyordu; içten içe her şeyin onu boğduğundan
 şikâyet edip durduğu için psikosomatik hastalık tedavisi gören bir
 teyze vardı ama belki de bu geçerli bir örnek sayılmazdı çünkü uzun
 yıllar süren yanlış tedaviden sonra kadıncağızın değişik bir tür astımı
 olduğu ortaya çıkmıştı. Bunlar dışında, tabii, annesinin ruh sağlığı
 yerinde sayılmazdı, dedesi de kronik Alzheimer'den ölmüştü ama
 Zarpandit bu son iki malumatı kendine sakladı).
 Sorular bittiğinde Ava O'Connell kelimeleri melodik bir biçimde ağzında
 yuvarlayarak: "Adın da... Debra Ellen Thompson," diye yazdı sayfanın
 üzerine büyük harflerle. "Evet," dedi yüzünde güller açan Zarpandit,
 yeni kimliğinin keyfini çıkararak.
 O seansın ortalarında pencerenin kenarına bir karga tünedi ve Zaıpandit
 durup bunun iyiye işaret olup olmadığını düşündü. Bu kadar az veriyle
 bir karara yaramıyordu. Ancak bu arada saplantısı Ava O'Connell
 tarafından fark edilmiş ve hemen bir araştırma kaynağı haline
 getirilmişti. Dolayısıyla bunu takip eden dakikalarda Zaıpandit kendini
 bir dizi yeni soruyla boğuşurken buldu, derken sorular yerini
 etrafımıza saçılmış işaretler ve uyarılar üzerine karman çorman bir
 monologa bıraktı. Bu minval üzre devam etmenin pek anlamı olmadığını
 hissedince bu sefer kuşlar üzerine daha da karman çorman bir monologa
 geçti.
 "Galiba kuşları kıskanıyorum, pek çok insan gibi. Ama ben onları farklı
 bir biçimde kıskanıyorum. Ben onların kanatlarının peşinde değilim.
 Yani uçmak ilginç olabilir ama bana esas cazip gelen o değil. Kuşları
 isimleri yüzünden kıskanıyorum. Bizim sadece tek bir adımız var ya da
 belki iki. Ama kuşların yüzlerce adı var. Tek bir türün içinde bile bir
 sürü farklı isme rastlamak mümkün." "Peki Debra, sence bir sürü farklı
 isme sahip olmak neden bu kadar iyi!" diye sordu Ava O'Connell tekrar
 bacak bacak üzerine atarak.
 Zarpandit onun komik bir özelliğini fark etmişti. Bacak bacak üzerine
 attığında yüzü de çarpılıyordu ya da tam tersi yüzü çarpıldığında bacak
 bacak üzerine atıyordu. Neyse. Bunu asla öğrenemeyecekti.
 60
 Neden bir sürü isme sahip olmak bu kadar iyiydi? İyi de bir insana
 neden ömür boyu geçerli olacak şekilde tek bir isim veriliyordu başka
 bir isim de verilebilecekken, hatta isminin harfleri karıştırılıp aynı
 isimden yenileri türetilebilecekken? Kendi-miz de dahil etrafımızdaki
 her şeyi yeniden adlandırma şansı ne zaman alınmıştı elimizden?
 Doğuştan bana verilen bir isme ilanihaye mıhlanıp yapıştığımı bilmek
 nasıl sıkmaz ki canımı, hayattaki yegâne tesellim kendim olmamayı
 başarabilme şansını iken? İsimleri sonsuza kadar sabitle-yen bir
 dünyaya saplanmışım, harflerin çığrından çıkmasına izin vermeyen. Ama
 ne vakit kaşığımı alfabe çorbasına daldırsam ismimi ve onunla birlikte
 kaderimi yeniden düzenlemek üzere yeni harfler yakalamayı umuyorum.
 Daima endişeli ellerde eskiden olduğun şey olmama... adını bile kırık
 bir oyuncak gibi fırlatıp atma olasılığının özlemini çekiyorum.
 Zarpandit'in uzun zamandır yaptığı en güzel konuşmaydı bu. Ama Ava
 O'Connell'ın etkilenip etkilenmediğini anlamak zordu. "Biraz annen
 hakkında konuşmak isterdim," dedi hastasını daldığı düşüncelerden kendi
 gerçekliğine çekerek. "Bu kulağına nasıl geliyor?"
 "Annem..." Zarpandit nefesini hızla bıraktı ve odadaki her nesneyi tek
 tek gözden geçirerek biraz zaman kazanmaya çalıştı."... berbat bir
 ahçıdır."
 İçten içe annesi hakkında başka bir bilgi vermenin onun sırlarını ifşa
 etmekle bir olacağını ve buna hakkı olmadığını seziyordu. Annesinin
 berbat bir ahçı olmasına gelince, bunu söylemekten zarar gelmezdi.
 Çünkü sır değildi.
 Sır demişken, herkes mahremiyete onun kadar duyarlı değildi. Hafta sona
 ermeden Mount Holyoke CoUege'daki bütün kızlar ve sincaplar
 Zarpandit'in "psikoterapi gördüğünü" öğrenmişe benzi-yorlardı.
 Dolaşmakta olan dedikodunun ana hatları bu olmakla birlikte eldeki
 malzemenin süslenmesi alıcının zevkine göre değişiyordu. Dolayısıyla
 söylentiler topaçlandıkça Zarpandit çocukken istismara uğramış, babası
 / ağabeyi / amcası / komşuları tarafından cinsel
 61
 taciz görmüş, üvey anne(ler) taralından hırpalanmış, 1-10 arası farklı
 farklı yaşlarda evlat edinilmiş, 10-20 arası farklı farklı yaşlarda
 evlat edinildiğini kazara öğrenmiş, adı sürekli değişen ve kişiliğindeki
 kusurlardan sorumlu falanca hayali uyuşturucuya bağımlı
 olarak... bir kurban olarak tekrar tekrar doğdu dedikodulardan. Kimse
 duyduğu dedikodu parçasına güvenmediğinden, herkes hikâyenin bütününü
 keşfetme arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
 Henüz deşifre edilmemiş o saklı hakikat her ne ve ne kadar vahim olursa
 olsun, herkes Zarpandit'in zor bir dönemden geçtiği sonucuna varmıştı.
 Yine de ona daha iyi davranmaya başlamalarının tek sebebi bu değildi
 zira yokluğunda grup üyeleri... gerçi kimse bunu nasıl ifade edeceğini
 bilemiyordu ama... onu özlemişti!
 İnsan toplulukları zıt dinamiklerle işler. Son tahlilde herkes yana
 yakıla popülerlik peşinde olsa da popüler olmayan, içe kapanık birine
 duyulan genel talep, popüler ve dışa dönük birine yönelik genel talebi
 geçebilir. İçe kapanık insanlar oksijen gibidir, etrafta olduklarında
 belli bir değerleri yoktur ama olmadıklarında acilen ihtiyaç duyulur
 varlıklarına. Hal böyle olunca, önce gruptan uzaklaştırılıp, nezaketle
 bir terapiste havale edilen Zarpandit öğrencilik hayatının bir sonraki
 safhasında onu dışlayanların artık onu bağırlarına bastıklarına tanık
 olacaktı. Buna karşılık kendisine gösterilen bu beklenmedik hoşgörüyü
 gruptakilere yakınlaşmak yerine onlarla arasına mümkün olduğunca mesafe
 koymak için kullandı. "Hastalığı" hoşgörü ve kabul gördüğü için kendi
 bildiği yolda devam edebilir, bu sayede bahşedilen özerkliğin tadını
 çıkarabilirdi. Şimdilik Ava O'Connell'ın hayatına getirdiği temel
 değişiklik buydu. Terapi seanslarının nasıl gittiği sorulduğunda bu
 hissiyatım açığa vurmuyordu kuşkusuz. O özel ve daimi soru için
 Zarpandit'in haz'rda özel ve daimi bir cevabı vardı. "İlerleme
 kaydediyoruz," diyordu düşünceli düşünceli: "Ama biraz zaman alacak."
 Yücegönüllü bir edayla başlarını sallıyorlardı kızlar. Bir ekil-de akla
 yatkın geliyordu bu cevap. "İlerleme" her kapıyı açan altın anahtardı
 sanki. Yeter ki ilerleme kaydedilsin, her şeye, herkese cömertçe itimat
 edilebilirdi. Ancak "ilerleme kaydetmen n" sinsi tara-
 62
 fi başkalarının kişiden beklediği şeylerden ziyade insanın kendisinden
 beklediği şeylerdi. Ne de olsa bu kelimeyi sık sık tekrar ederse
 sonunda inanmaya başlayabiliyordu insan. Belki de bu itkiyle, rüzgârlı
 bir günde Aşağı Göl'deki bir çift ördeğe bakmak için durduklarında
 Zarpandit, Debra Ellen Thompson'ı yüksek sesle eleştirme konusunda ilk
 dikkate değer teşebbüsünde bulunarak ilerleme kaydetti.
 "Her §eye karşı çıkıyorsun," dedi pat diye. Aslında bunu ufak bir
 takılma olarak tasarlamıştı ama cümlenin orta yerinde bocaladı,
 sonlarına doğru panikledi, "... yani sadece... karşı çıkmış olmak
 için."
 Ama Debra Ellen Thompson hiç de alınmış görünmüyordu, bir anlık
 sessizlikten sonra durgun bir sesle: "Bu söylediğin hayli önemli,"
 dedi.
 "Sahi mi?" dedi Zarpandit nefesini bırakarak.
 "Kesinlikle. Özeleştiri her türlü insan topluluğunda inşa etmesi en zor
 şey olmuştur. Biz grup olarak sürekli kendimizi onaylama halinde
 yaşamamaya özen göstermeliyiz, bunun yerine özeleştiriyi teşvik
 etmeliyiz, ne kadar dikenli ve yaralayıcı olsa da. Gruba dair
 şüphelerin olduğunu biliyorum. Ama senin şüphelerinin, başkalarının kör
 adanmışlıklanndan çok daha büyük katkı sağlayacağını da biliyorum."
 Zarpandit duyduklarından ziyade böylesi gevrek nezaket üstü çıtır
 yumuşaklıktan hayrete düşmüştü.
 "Neden bunu bir sonraki toplantıda gündeme getirmiyorsun? Bir sunum
 daha yap ama bu sefer araştırma yapma hiçbir konuda. Onun yerine bize
 kendimizi eleştir."
 Onları eleştirmek mi? Daha neler. Ama Ava O'Connell'ın kulağına iyi
 gelecekti kuşkusuz.
 Yine de yaptı Zaıpandit. Sonraki hafta, sonraki toplantıda grubun
 önünde onları eleştirecekti. Ağzından çıkmak üzere olan her şeyden feci
 şekilde kuşkulandığından, sözlerini olabildiğince çok "belki" sosuna
 batırma ihtiyacı duyarak: "Belki de kadınları özgürleştirme fikri
 dışarıdan dayatılmamalı... Her kadının içindeki bastı-
 63
 rılmış kadını dışarı çıkarma projesi bazen zararlı olabilir... en
 azından bazılarımız için belki. Kendi başına fena fikir değil ama belki
 fazla üstelersek dışarı çıkan şey o kadının içindeki en iyi şey
 olmayabilir..."
 Belki melki bir tarafa, o sustuğunda mucizevi bir şey oldu. Hepsi ona
 hak verdiler! Hepsi.
 Zarpandit'in bilmediği şey grupta onun sunumundan çok çok önce
 başlayan, sunumuyla hiç alakası olmayan bir ayrılığın zaten mevcut
 olmasıydı. Bu safhada onun rolü önemsizdi. Bembeyaz, tiril tiril, yeni
 yıkanmış bir masa örtüsünün kuruması için asıldığı balkondan kazara
 düşüp aşağıdan geçen bir bisikletçinin kafasına dolanmak suretiyle
 bisikletin ve bisikletçinin karşıdan gelen tıka basa dolu bir otobüsün
 direksiyonu kırarak bodosloma bir evcil hayvan dükkânına dalıp kaza
 yapmasına sebep olması gibi. Böylece. Masa-örtüsü-Zarpandit'in minicik
 tetiklemesi ardından grupta uzun süredir üstü örtülen güç çatışmalarını
 su yüzüne çıkaracak zincirleme bir tepkime başladı. Yere atılmış
 kocaman, sulu. olgun bir karpuz gibi kolayca iki büyük parçaya ve bir
 ince dilime ayrıldı grup. O gün birleşik bir grup olarak toplananlar
 odadan üç yeni öbek halinde çıktılar, her biri kendisini diğerlerinden
 ayıracak yeni bir isim alarak.
 Miriam'ın başını çektiği birinci grubun adı SUS-SUS HEMŞİRE-LER'di.
 Doğası gereği "adını anmaya cüret edemeyen aşk"ın öne çıkarılmaması
 gerektiğini iddia ediyor, lezbiyenlerin geniş hetero-seksüe) topluma
 dahil edilmesini savunuyorlardı. Bir bakıma bu açıdan başarılı olmuş
 sayılabilirlerdi çünkü sürekli lezbiyenlerden bahsedilse de grupta
 lezbiyen yoktu.
 İkinci hizip Emekt adını almıştı, EMBRİYONUN MUHAFAZA EDİLMESİ KAYGISI
 TAŞIYANLAR'm kısaltması olarak - bir kadının karakterinin, erkeğinkinin
 aksine tümüyle doğal ihtiyaçlarla tanımlandığını, embriyonu koruma
 kaygısı taşıyan kadınların karakterlerine korkunun hâkim olduğunu ve bu
 yüzden de hayatlarının büyük bölümünde erkeklerin korumasına muhtaç
 olduklarını iddia etme cüreti gösteren Kant'tan çalınmış bir terimdi
 bu. Emekt'çiler
 64
 Kant'a saldırmak yerine, kasıtlı çarpıtma stratejisiyle onun bu
 önyargılı teşhisini neşeyle benimsiyorlardı. Kaçınılmaz olarak grubun
 merkezinde Debra Ellen Thompson vardı. Tabii Zarpandit de yörüngede bir
 yerlerdeydi.
 FEMİNİ MUNDİ adını almış olmalarına rağmen en küçükleri olan üçüncü
 grup, sınıfsal, etnik, dini ve milli sınırlan aşan bir kız-kardeşlik
 adına daha geniş alanlarda örgütlenme gerekliliğini seslendiriyordu.
 Ancak bu her şeyi kapsamacılık grup nüfusunun sebebinden ziyade
 sonucuydu çünkü burada Debra Ellen Thompson'la Miriam arasındaki
 iktidar mücadelesinde taraf olmamak dışında fazla ortak noktası olmayan
 her telden çalanlar ile öngörülebilir bir gelecekte iki grupla da
 pazarlık şanslarını kaybetmemek için şimdilik kendilerini kenara
 çekenler vardı.
 Âdet olduğu üzre, bölünme her hizibi kendince radikalleştirdi.
 Radikalleştirdi ve Zarpandit'e karşı yeniden hınçlandırdı. Zira herkes
 ona karşı her zamanki soğukluğuna geri dönmüştü, bir nevi ajan
 provokatör, Büyük Yanlmanm arkasındaki ayaklı dürtü olarak
 algılanıyordu.
 *
 "İlk seansta kendinle ilgili çok ilginç bir şey söylemiştin. Nasıldı...
 çığrından çıkmış harfler. Bunu hatırladın mı Debra?"
 Terapinin en kötü tarafı buydu. Önce insanı hiç sakınmadan bol bol
 gevezelik etmeye teşvik ediyorlar, sonra da insanın her söylediğini not
 edip ilerde yargılamak için kullanıyorlardı.
 "Geçen gün Helen Lehman'la öğle yemeği yedim, Northampton yerel
 gazetesini çıkaran yakın bir arkadaşım. Okur mektuplarına cevap veren
 kadın aniden işten ayrıldığı için perişan olduğunu anlattı bana. Acilen
 onun yerine koyacak birine ihtiyacı varmış. Onu dinlerken aklıma geçen
 gün senin söylediklerin geldi: 'çığrından çıkmış harfler'. Toplum
 önünde konuşma zorluğu çeken insanların yazı yazma yetenekleri hayli
 gelişmiş olabilir, bunu biliyor muydun? Senin bana son beş seans için
 borcun var, benim Helen'e
 65
 eskiden kalma bir iyilik borcum var, Helen'in bize hiç borcu yok.
 Vaziyet bu. Gidip onu bir gör, bak bakalım nasıl bir işmiş. Bu kulağına
 nasıl geldi Debra?"
 Zarpandit derin bir nefes aldı, neredeyse içini çeker gibi.
 "Aslında seninle bugün görüşebilirmiş. Öğleden sonra yapacak önemli bir
 işin var mı?"
 Hayır, öğleden sonra yapacak önemli bir işi yoktu, ertesi gün öğleden
 sonra da. Ama cevabı zaten bildikleri halde bu soruyu sormaya neden
 zahmet ediyorlardı daima?
 66
 Çığandan Çıkmış Harfler
 Öğeleden sonra Zarpandit aylak aylak Northampton'da dolaştı, uzun uzun
 sokak pandomimi seyredenleri seyretti, bir muz yedi ama içindeki harfe
 bakmadı, HayMarket'ta ailelerle çiftleri izleyerek kakao içti, Ava
 O'Connell'ın hayatına ne getirdiği üzerine düşündü, pek bir cevap
 bulamadı ve bir muz daha yedi. Yerel bir gazetenin spor sayfasında,
 1947-48 yılında, Sacred Heart, Our Lady of the Rosary ve St. Jerome
 okulları spor müsabakaları için birleştiğinde ilk amigo kızlar olan
 Holyoke Katolik Lisesi kızlarıyla ilgili haberi okudu. "Ponpon Kız
 Öncüleri"nin bir fotoğrafı da vardı — on bir kız, altısı ayakta, beşi
 çömelmiş. Fotoğrafın altına kızların isimleri yazılmıştı, ayaktakiler,
 çömelenler, soldan sağa. Bu listenin sonunda Zarpandit'in ilgisini
 ziyadesiyle çeken bir cümle yer alıyordu. "Gartheride Keith resimde
 bulunmamaktadır."
 Zarpandit resimdeki eksik kızı gözünde canlandırmaya çalıştı.
 Diğerlerinden farklı mıydı acaba? Neden resimde yoktu? Resminin
 çekilmesini istememiş miydi yoksa istediği halde başka bir şey mi engel
 olmuştu ona? Ama belki de hayatın doğası böyleydi, hep de böyle
 olmuştu. Yokluklar kanunu her bütünde bir oyuk, bir kayıp, bir gedik
 olmasını gerektiriyordu. Derin derin düşünürken iki muz daha yeyip bir
 kakao daha içti. O kadar oyalanmasına rağmen kendisine verilen adrese
 gene de zamanında gitti.
 İçeride zevksiz bir büro, dünyadan bezmiş çalışanlar ve Helen Lehman'ı
 buldu, her şey tam beklediği gibiydi, tek mesele Helen Lehman'ın onu
 bekliyora benzememesiydi.
 "Tabii, seni bekliyordum," dedi kadın nihayet Ava O'Connell ile
 aralarında geçen konuşmayı hatırlayarak. Tıpkı Ava gibi kemik-
 67
 li, kısa boyluydu ama onun aksine sertti çehresi. Bakışları deliciydi,
 sesiyse tersine alabildiğine yumuşak. "İsmini yanlış anladım herhalde,
 kusura bakma şeker. Çarşambaları iki ayağımız bir pabuca girer. Her
 çarşamba kim olduğumu unuturum... ama kocamın kim olduğunu asla
 unutmam!!"
 Zarpandit kendisinden beklendiğini hissettiği kahkahayı koy-verdi.
 "Dürüst olmam gerekirse..." Üst dudağının sol tarafında kahve-rengimsi
 bir kakao izi olan bu siyah saçlı, tombul kıza şüpheyle baktı Helen.
 "Gartheride," dedi Zarpandit sesi biraz titreyerek.
 "Dürüst olmam gerekirse Gartheride, bu işi öyle kapıdan giren birine
 asla vermezdim. Hele o kaltağın bana yaptıklarından sonra. Bir sabah
 geldim ki İlena'nın nerede olduğunu kimseler bilmiyor. Uçmuş!
 Düşünebiliyor musun?" Fazlaca şişirilmiş bir iç çekişi genzinden
 bırakarak bu durumu ne kadar kınadığını ayan etti. "Ama Ava iyi
 arkadaşımdır, bunu denemeni istiyor, hem bana söz verdi. Bak canım, biz
 New York Times değiliz belki ama senelerdir bize sırlarını açan
 okurlarımız var. Bize sırlarını açan... sen... ah, ama sen çok
 gençsin."
 Buraya kadar diye düşündü Zarpandit. Şimdi kibarca kapıyı
 göstereceklerdi. Ama Helen Lehman'ın gösterdiği tarafta bir oda ve onu
 bekleyen mütevazı bir mektup yığını vardı. Dergilerdeki bütün o okur
 mektuplarını editörlerin yazdığından şüphe ettiği için gerçek adlan
 olan gerçek insanlardan gelen mektupları görmek onu şaşırtmıştı.
 "Kaltaktı maltaktı ama zekiydi şu İlena. Dehşet. Yani kişiliği beş para
 etmezdi ama işini iyi yapardı. Onun yerini doldurabilecek misin
 bilmem."
 Zarpandit kendini aşağılanmış hissetmeye çalıştıysa da editörünün cin
 gibi bakışı, şakrak gülüşü buna mani oldu.
 "Üstüne alınma," dedi Helen ondaki tereddütü fark ederek. "İyisi mi bir
 deneyelim. Ama okurlarımızın burada olan biteni bilmesine gerek yok.
 Okurlar kendilerine muhafazakâr muamelesi ya-
 68
 pumasını istemeyen muhafazakâr insanlardır. Yazıştıkları kişinin
 değişmesinden hoşlanmazlar. İlena altı küsur yıldır mektuplarını
 cevaplıyordu. İnsanlann emin ol fazlasıyla ciddiye aldıkları yüzlerce
 cevap mektubu yazdı. Bu konumdaki birinin ideal insan olması lazım,
 benzersiz. Şimdi çıkıp da onun aslında götün teki olduğunu söyleyemeyiz
 millete! Orospu iki aylık avans alıp o sütübozuk erkek arkadaşıyla
 ortadan kayboldu. Hayır şeker, okurlarımızı böyle tatsız ayrıntılara
 boğmak olmaz. İlena'nın ismini muhafaza etmeliyiz. Bilmem anlatabildim
 mi?"
 Daha anlamamıştı. Ama hoşlanmaya başladığı kesindi.
 "İnsanlardan her ay başka birine mektup yazmalarını beklersek bize
 sırlarını açmazlar. 'Kusura bakmayın millet, burada ortalık karıştı
 ağzımıza sıçıldı' demek olur bu. Bize nasıl güvensinler, bir hafta
 'Sevgili İlena', sonraki hafta 'Sevgili...'?"
 Zarpandit yardımına koştu: "Gartheride."
 "Evet Gartheride! Okurlarımıza şimdiye değin yazıştıkları kişi editörün
 parasını alıp kaçtığı için şimdi hayatta hiç tecrübesi olmayan genç bir
 kızla yazışacaklarını bildirmek zorunda değiliz. İlena hâlâ buradaymış
 gibi yapacağız ama artık yalnız olmayacak. Bir yardımcısı olacak:
 Gartheride! Anladın mı?"
 Anlamıştı. Neredeyse.
 "Tabii önce birkaç düzenleme yapmamız gerekebilir. Mesela siz ikiniz
 aynı mektuplara iyimser-kötümser karşıtlığı gibi iki farklı bakış
 açısından cevap verebilirsiniz. İlena orospunun teki olduğundan hayatın
 karanlık tarafını yansıtsın. Gartheride de aydınlık yanı adına
 konuşsun. İnsanın koruyucu meleğinin şeytanla tartıştığını duymak gibi.
 Bırakırız okurlar karar versin! Ay bu fikre bayılacaklar!" Konuştukça
 kendi fikrinden coşkuya kapılıp yüzünde güller açmaya başladı. "İnan
 bana şeker, ben okurumu avcumun içi gibi bilirim, kadınları tanırım,
 ihtiyaçlarını da o terapistler güruhundan daha iyi anlarım, sevgili Ava
 da bunlara dahil ama sakın sana söylediklerimi ona yetiştirmeye
 kalkacak kadar densiz çıkma!"
 Zarpandit, alabildiğine hayat ve belli ki Kasıtlı Çarpıtma Stratejisi
 uyarınca yapı bozuma uğratılmamış küfür dolu bu sıska, ufak
 69
 tefek kadına içtenlikle gülümsedi. Birdenbire, böylesine alakasız
 tipler oldukları halde dost olacaklarını sezmişti.
 "Gartheride şeker, neden şuraya oturup da çalışmaya başlamıyorsun...
 mesela şu... şunun üzerinde," yığının içinden bir okur mektubu seçti,
 Zarpandit'in omzunu sıvazladı, ardından bir fincan kahve getirip onu bu
 loş odada tek başına bıraktı.
 *
 Sevgili İlena,
 Üç hafta önce bir adamla tanıştım. Hayatımı değiştirdi. İlk bakışta
 âşık olduk. Geçen hafta evine taşındım. Nefes kesici, istediğim her şey
 onda var. Küçük bir sorun dışında. Evde üçüncü birisi daha kalıyor.
 İguanası. Bu iğrenç, çirkin, yeşil mahluk sandalyelerle halıların
 üzerinde evin sahibiymiş gibi geziyor. Ne zaman görsem kusacak gibi
 oluyorum. Üstüne üstlük Stephen (erkek arkadaşım) Edgar Allen Poe' nun
 (iguana) yemeğe bizimle oturmasını istiyor. Kendi tabağı var, bizimle
 marul yiyor. Sinirimi kaldırıyor ama hiçbir şey söyleyemiyorum.
 Ne yapmalıyım? Kendi evime geri mi dönsem? Ama birlikte harikayız.
 Burada kalıp Edgar Allen Poe'yu sevmeye mi çalışsam? Annelerimizin bizi
 inandırmaya çalıştığı gibi sevgi zamanla öğrenilir mi? Annie Lee
 Zarpandit bir dakika kadar ifadesiz bir yüzle bakakaldı mektuba. Ama
 sonra, neden bu başka gezegenden gelen Annie Lee'yle iletişime
 geçmeyeyim diye düşündü. Daha iyi konsantre olmak için etrafa ışıklar
 saçan bir gülen güneş resmi çizdi sayfaya, Mount Hol-yoke'taki kızların
 kapılarına bantladıkları aforizmaları hatırlamaya çalıştı ve başladı
 yazmaya:
 Sevgili Annie,
 Hakiki sevgi Tanrı'nın kullarına bahşettiği eşsiz bir hediyedir. Bu
 hediyenin sana verildiğine inandığında hem ona hem de kendine karşı
 tümüyle dürüst olmalısın. Stephen gerçekten dediğin kadar lıarikaysa
 hislerini anlamaya çalışmalı. Onunla konuş. Onu ne kadar sevdiğini,
 onunla birlikte yaşamayı ne kadar sevdiğini söyle ama Edgar Allen
 70
 poe'yfa yaşamanın senin için zor olduğunu da söyle ve ondan bir çözüm
 yolu göstermesini iste. Açık ol. Sevginin perdelere ihtiyacı yoktur-
 Sakın unutma sen ona daima içten davranırsan, o da sana daima içten
 davranacaktır. Eminim ikiniz birlikte en iyi çözümü bulacaksınız.
 Sağlıcakla kal,
 Gartheride
 Bunu bitirdikten sonra bir sonraki aşamaya odaklanmasına yardım etsin
 diye karanlık bir ay çizdi Zarpandit ve burada olsa İle-na'nın ne
 yazacağını tahmin etmeye çalıştı. Düşüncelere daldıkça İlena'nın yüzü
 kafasında tanıdık kadın yüzleriyle karıştı - bir tutam Profesör Harley,
 bir tutanı Miriam, bir tutam annesi ve kaşık kaşık Debra Ellen
 Thompson.
 Annie tatlım,
 Son zamanlarda siz genç Amerikalı kadınları anlamakta cidden zorluk
 çekiyorum. Sadece üç haftadır tanıdığın bir adamın evine nasıl
 taşınırsın? Neyse madem olan olmuş şimdi neler yapabileceğine bakalım.
 Elbette göz önünde bulundurman gereken seçeneklerden biri Step-hen'la
 konuşmak. Ama sana baştan söyleyeyim, işe yaramaz. Alınacaktır. Belli
 etmemeye de çalışsa ruhunun derinliklerinde daima bir kırgınlık
 kalacaktır. O kötü tohum, tatlım, orada büyüdükçe büyür, sonra günün
 birinde bakarsın tümüyle alakasız bir şeyi tartışırken aslında çoktan
 unutulduğunu düşündüğün iguana vakası yüzünden kavga ediyorsunuz.
 Benim tavsiyem şu. Bu sırrı sakla ve iguanayla yaşamak senin için sorun
 değilmiş gibi davran. Yalnız abartmamaya çalış. Stephen yakınlardayken
 hayvana öpücükler filan vereyim deme. Onu kandırmaya çalışma. Sadece
 serinkanlı ol ve umrunda değilmiş gibi davran. Biraz zaman geçsin,
 sabırlı ol. Şartlar olgunlaşıp günü geldiğinde önünde iki seçenek var:
 a. Kapıyı açık bırak, Edgar Allen Poe kaçıp gitsin. Stephen üzülüp seni
 dikkatsizlikle suçlasa da işe yarayabilir.
 b. Edgar Allen Poe'nun yemeğine uyku hapı, barbiturat filan at. Bu
 hareketlerini yavaşlatır. Yeterince sersemlediğinde yaratığı Stephen'm
 oturacağı bir minderin altına koy ve kendi iguanasını kendi elleriyle
 71
 imha etmesini sağla. Bütün suç onun üzerine kalır, senin rolün de
 teselli edip rahatlatmak olur. Ona başka bir iguana alacağına söz ver.
 Muhtemelen sana aynı şey olmayacağını, Poe'nun çok özel olduğunu,
 telafi edilebilir bir meta olmadığını söyleyecektir. Daha iyi.
 Ama yine de işi burada bırakmamanı tavsiye ederim, iyi geçinebileceğin
 bir hayvan al, mesela kedi. Evde yine üç kişi olursunuz ama bu sefer
 üçüncüyü sen belirlemiş olursun. Koca kızsın. Aklını kullan.
 Bol şans,
 llena
 Hamiş: İguanaya muhterem Edgar Allen Poe'nun adını vermek de neyin
 nesi? Sen bu adamın doğru adam olduğuna emin misin?
 *
 Sonraki günler, haftalar ve aylarda feminist saksağan Zarpandit, şovenist
 domuz Zarpandit, saf masa örtüsü Zarpandit, terapiye giden
 Debra, atik tetik mektupçu Gartheride ve kamuflaj altındaki diğer bir
 sürü alakasız ismi, sürekli çarpışan düşman benliklerinin hepsi düşe
 kalka, hayret verici bir biçimde, mucize eseri kendilerine sıcak ve
 güvenli bir yuva buldular, birer isimden başka bir şey olmayan
 insanların özel mektuplarına cevap veren bir isimden ibaret olan bu
 yardımcı kadın rolünde. Böyle kaçak güreşmek ona çok iyi gelecekti.
 Gerçekle hayalin sükûnetle birbirine karışmasını seyretmenin verdiği
 rahatlık, sürekli değişen isimlerle çevrili olmanın verdiği rahatlık,
 daima birbiriyle zıtlaşan iki farklı sesle aynı anda konuşmanın verdiği
 rahatlık, ismini kırık bir oyuncak gibi atmanın, daima endişeli ellerde
 eskiden olduğun şey olmamanın verdiği rahatlık... Dolambaçlı kaygı
 dünyasıyla başa çıkmasına yardımcı olan işte bu kargaşaydı. İki kutup
 arasında serbestçe salınma fırsatını ele geçirmek çiftkutuplu sarkacını
 durultmuştu. Ne de olsa bazen tedavi özde hastalıkla aynı olabilir,
 tıpkı panzehirin, zehirin ruhkardeşi olması gibi.
 İkinci dönemin sonlarına doğru Aşağı Göl yakınlarında tek başına bir
 bankta oturmuş bir aralar buz tutmuş olan sulann akışını
 72
 seyrederken, dünyaya çifte hayali, hayal çifti İlena ve Gartheride,
 Gartheride ve İlena'nın gözüyle bakarken, elinin altındaki harfleri
 Cennet Kâsesine boca etti ve harfler yeniden çığımdan çıkana kadar
 çorbayı karıştırdı. Metaforik zeval kaşığı daireler çizerken, bundan
 böyle giysisinin bir yerine, belki de dalgalı saçlarına gerçek bir
 kaşık iliştirme fikri geçti aklından. O kaşık ona kendisine yamanan her
 ismin silinebileceğini, yerine başka bir ismin harflerinin
 konabileceğini hatırlatacaktı daima.
 Düşüncelerinin girdabı nihayet durulduğunda, kendisine ne getirdiğini
 görmek için kaşığı dışarı çıkardı. Üzerinde yeni bir harf birleşimi
 vardı: GAIL. Kulağına hoş geldi ve bunu yeni adı olarak muhafaza etmeye
 karar verdi.
 Ömer Özsipahioğlu yedi yıl sonra işte bu adla evlenecekti.
 73
 CD
 CS»
 Yeni Kıtada Yeni Olmak
 Ömer Özsipahioğlu Amerika'ya ilk olarak 2002 Haziranının ortasında ayak
 bastı. Kendisinden önce yeni kıtaya ayak basmış sayısız yeni gelen gibi
 hem yabancı bir ülkede yabancı olduğunu hem de aslında geldiği yerin o
 kadar da yabancı olmadığını hissetti. Amerika geleneksel yabancı ile
 yabancı memleket ilişkisini ters yüz ediyordu belki de. Dünyanın başka
 yerlerinde yeni olmak insanın neyini nasılını bilmediği yeni bir yere
 gelmiş olması demektir ama zaman içinde bilinmeyenlerin hepsini olmasa
 da çoğunu öğrenme umudu vardır. Halbuki Amerika'ya ilk gelindiğinde
 insan o kadar da yeni olmayan bir yere geldiği duygusunu korur çünkü bu
 ülkeye dair her şeyi olmasa da çoğu şeyi bildiğini hisseder ve zaman
 içinde ilk başta bildiklerini unutmaya çalışırken bulur kendini.
 Muhtemelen Ömer Özsipahioğlu da burada yaşamaya başlamadan önce ülkenin
 bir vesikalığını ve vakayinamesini bu minval üzre pırıl pırıl zihnine
 oturtmuştu, tek eksiği boşlukları doldurmak, karanlık noktaları
 aydınlatmak, ayrıntıları yakalamaktı. İkinci ay bitmeden geriye sadece
 o boşluklar, karanlıklar ve ayrıntılar kaldı, metnin geneli bir ara bir
 yerlerde uçup gitmişti.
 Önceleri Amerika'yı genişliğine-ve-çeşitliliğine-rağmen-özün-de-basit
 bir ülke olarak düşünürdü, türlü türlü şişelerde olsa da her birinde az
 çok aynı temel madde bulunan sulandırılmış bir çözelti gibi. İçinde
 yaşamaya başladıktan sonra ise Amerika basitüğine-rağmen-enginçeşitlilikte
 bir ülkeye dönüşmüştü, nasıl sulandırdığına bağlı olarak
 binlerce içki elde edebileceğin yoğun bir toz gibi. Ardından bunu
 üçüncü bir aşama takip edecekti; ilk günlerin acemiliği ve merakı akıp
 gidecek, yerini çözülmeyi talep etmeyen bir
 77
 yabancılık bilmecesi alacaktı. Bu safhayla beraber nihayet uyum
 sağlamış olacaktı ama olaylara ve ayrıntılara karşı eskisi kadar
 dikkatli kalamadan. "Kültürel intibaka kendi kişisel intibakının"
 izlediği seyir böyleydi.
 Çeşitli etkenler bu süreci kolaylaştırmış olmalıydı, özellikle Setkenleri.
 Ne de olsa ateşli bir Seinfeld tutkunu, sadık bir Sandman
 okuru, The Simpsons ve aynı raddede olmasa da Saturday Night Live
 müptelasıydı; Sundance Film Festivalinin öneminin gayet iyi farkında,
 Soutlıpark'a meraklı, ayrıca punk kraliçesi Pattı Smith'm sadık bir
 hayranıydı. Art Spicgelman'm Maus'una, Tupac Shakur efsanesine,
 Steppenwolfan "Born to be Wikf'ina hürmeti sonsuz, özellikle de Easy
 Rider'ın ilk sahnesindeki Sean Penn'e ve Stanley Kubrick'in yaptığı her
 şeye hayrandı, gerçi seçkin yönetmenin Spartacus'ü neden pek
 sahiplenmediğini de anlardı, S'ye rağmen. Ama oradan doğan S kaybını
 daima Susan Sarandon'a olan düşkünlüğüyle telafi edebilirdi. Amansız
 kahvekolikliği sayesinde Star-bucks'm müdavimi olmaya adaydı. Mesafeyi
 korumakla birlikte Steven Spielberg ve Stephen King] gözden kaçırmamış,
 seks skandali ve seri cinayet haberleriyle de ilgilenmişti. Star Wars'm
 her bir bölümüyle ilgili ayrıntılı analizler yapmaktan hoşlandığı halde
 tam manasıyla taptığı ve onu Salem'] merak etmeye sevkeden Guguk Kuşu
 filmi hakkında konuşmamayı tercih ederdi genellikle. Velhasıl Ömer
 Özsipahioğlu içten içe, yeni kıtada yolunu tıkayabilecek, Hemşire
 Ratched-vari otoriter bir şahısla mücadele etmeye hazırdı. Liste bu
 şekilde uzayıp gittiğinden S-etkenleri konusunda görece donanımlı
 görünüyordu. Çoğu Amerikalının zannettiğinin aksine bu yabancı onların
 kültürüne kendisininkinden daha aşinaydı.
 S pek bereketli bir harf kuşkusuz ama alfabede daha ona benzemez neler
 var. Çok geçmeden ne kadar az şey bildiğini ve daha ustalaşması gereken
 bir sürü harf olduğunu anlayacaktı. Ayak uydurulması gereken çok fazla
 şey, incelenip öğrenilecek epeyce günlük alışkanlık vardı. Ama sonuçta
 ona öğrenmek değil de, ayak uydurmak battı. Ömer Özsipahioğlu ruhunun
 en alt kademelerine kadar her katmanında yılgın ve huzursuz, kendisiyle
 alay edilmesin-
 78
 den korkan bir adamdı ve "zaman" denen o alacakaranlık hologramın
 muazzam hızı yüzünden ağır çekime indirgenmişti. Sahi, zaman neydi?
 Aziz Augustine'in öne sürdüğü fikri takdir etse de azizin kendisine hiç
 sorulmayan sorunun gerçek cevabını bildiğinden emin değildi. Ömer zaten
 bilmiyordu. Yine de sinirine dokunan ne bu tanım, ne de hatta zamanın
 kendisi idi. Mesele zamanın daima yaptığı şeydi: akmak... akmak...
 akmak... İşin işte tam da bu akış kısmı onu geriyordu, hem öyle ürik
 bir süzülme gibi değil son sürat, dörtnala akış. Ömer'in hafif miyop
 puslu kısık bakışında zaman daima sorunlaştırılıyor, bölümleniyor,
 çözümleniyor, damgalanıyor ve ölçülüyor, asla anlamlı bir bütün
 oluşturacak şekilde birbirine eklenmiyor, zinhar bir yere ulaşmıyordu.
 Zamandan dışarı adım atmanın yolu yoktu. Ölü bebekler doğuran ve
 ölenlerin yasını bile tutmadan hemen yenilerine hamile kalan, o her
 şeyi kapsayıcı, yutucu rahimdi zaman. İnsanı daha uzun süre boğabilmek
 için azar azar boğuyor, azıcık soluklanmaya yetecek havayı vermeyi
 ihmal etmiyordu.
 Ömer küçükken, ağabeyi de çocukken, geçirdiği erken kalp krizinin
 ardından babalarına kendine bir meşgale bulması tavsiye edilmiş, o da
 çareyi oğullarıyla kendisini her pazar şafak sökerken denize çıkaracak
 somurtuk bir balıkçı tutmakta bulmuştu. Sessizce Boğaz'ın karanlık
 sularına bakarak saatlerce titreyerek oturdukları o günlerden birinde
 Ömer akıntıda sürüklenerek gelip ağa takılan şişmiş bir kedi ölüsü
 görmüştü. Ölü kediyi yakaladıktan sonra ağabeyi kusmuş, Ömer balık
 yiyemez olmuş, babaları da belki o esnada belki akabinde balıkçılık
 sevdasını terk etmişti. Bildiği kadarıyla somurtuk balıkçıya hiçbir şey
 olmamıştı. Şimdi o olayı tekrar düşündüğünde zamanı, ölü vs canlı
 bedenlerin içinde birlikte yüzdüğü o azgın akıntıya benzetiyordu.
 Zaten zamanın kendisi tahammül edilmez olduğundan Ömer Özsipahioğlu onu
 zamanla ölçmeyi iyice tahammül edilmez bulurdu. Dolayısıyla saat
 takmaz, erken kalkmak için çalar saate ihtiyaç duymaz ve neticede erken
 kalkamazdı. Meziyetleri arasında dakiklik yoktu. Toplantılar, dersler,
 programlar, ödevler... hepsine geç ka-
 79
 lirdi. Kamuya açık yerlerdeki saatlerin yanından geçerken tedirgin
 tedirgin bakar, neden böyle her yere serpiştirilmiş olduklarını, nasıl
 olup da kimsenin kaale alınmayı hiç kaale almayan bir şeyi daima kaale
 alma zorunluluğundan rahatsız olmadığını anlayamazdı.
 İstanbul'da böyle yaşamıştı, Boston'a gelince de eski huyunu elden
 bırakmadı. Ama bu âdeti aynı kalmış olsa da uygulama azıcık değişmişti.
 Türkçede zamanı öğrenmek için insanlara "saat" sorulurdu. Halbuki
 İngilizcede zamanı öğrenmek için insanlara "zaman" soruluyordu.
 İngilizcede insanın zamana sahip olduğu ya da olabileceği hissi vardı,
 halbuki Türkçede zamanı ölçme aracına sahiptin ama zamanın kendisine
 asla. Bu kültürel-dilsel farkı tespit eden Ömer tespitini neye
 yoracağını bilememişti. Tek bildiği, kendilerini en çok kaçınmak
 istedikleri şeye batmış vaziyette bulan pek çok kişi gibi kendisinin de
 zihninin bir köşesinde zamanın hızını ölçmekten kendini alamadığıydı.
 Geleneksel zaman ölçme sisteminden hazzetmediği ama bu fikri tümüyle de
 bir kenara bırakama-dığı için mümkün oldukça kullandığı alternatif bir
 ölçüm geliştirmişti. Fikir basitti: Dengeyi tesis etmek için en
 sevmediği şeyi ölçmekte en sevdiği şeyi kullanıyordu: müziği!
 Saatler, dakikalar ve saniyeler yerine albümler, şarkılar ve ritimleri
 kullanıyordu. Birbirini takip eden iki şey arasındaki devrenin uzunluğu
 tekrar tekrar çalınan belli bir şarkının uzunluğuna eşitti. Temelde,
 zamanın aksine müziğin geriye, ileri alınabileceğini, durdurulup tekrar
 çahnabileceğini bilmek güzeldi. Müzik şişmiş bir ceset değildi. Sahte
 bir ilerleme mefhumuna doğru ilerleyen tek yönlü zaman akıntısına
 mıhlamazdı kendini. Şarkıların döngüsel hareketi, çizgisel zamanın
 dönüşsüzlüğünün yükünü azaltırdı.
 Yani İstanbul'dan New York'a uçuşu 11 saat 15 dakika değil, düzinelerce
 albüm ve tekrarlanan yüzlerce şarkı sürmüştü. Uçak on dakikalık
 gecikmeyle 10:45'te kalkmıştı. Uçuş ve saat bilgileri veren devasa
 ekranlara bakarken Ömer bunu ister istemez görmüştü. 10:46'da ön
 sıradaki çocuk ağlamaya başlamış ve Ömer kulaklıklarını takıp çay
 servisine kadar Roger McGuinn'in It's All Right Ma (Bir Şey Yok Anne)
 şarkısını on iki kere dinlemişti. Balkanların
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 80
 30.000 fit yukarısında bir yerlerden geçerken hayatlarında fazla bir
 sey değişmemişti, o hâlâ aynı şarkıyı dinler, çocuk da aynı
 viyaklamayla ağlar vaziyetteydi. İlk fazladan kahve talebiyle ikincisi
 arasında 4 dakika 10 saniye geçmiş olmalıydı çünkü Stone Roses'ın Made
 of Stone'u (Taştan Mamul) tam tamına o kadar sürüyordu. Hostes bütün
 kahvedanlığı ona verme espirisini yaptıktan sonra kızgınlığını
 yatıştırmak için geçen süre iki kere Barry Adamson'un Save Me from My
 Hanefi (Beni Benden Koru) kadardı.
 Sakinleştikten sonra düşüncelere daldı. Ama kıtalararası uçuşta
 düşüncelere dalmak sıradan bir hadise değildir. Ontolojik bir tetiklemedir.
 Ömer çok geçmeden kendini bir sürü varoluşsal soru içinde
 debelenirken buldu; ne yapıyordu (uçakta değil hayatta), nereye
 gidiyordu (gene aynı bağlamda), neden memleketinden ayrılıyordu,
 Amerika'da siyaset bilim doktorası yapmak neyi değiştirecekti, bu
 uçakta olmasının gerçek sebebi bu muydu yoksa kendinden mi kaçıyordu,
 falan feşmekân. Atlantik Okyanusu'nun üzerinde bir yerlerde, dibegömen-
 soruların yerini yukarı-çeken-kararlar alacaktı. Ana hatlarıyla
 artık kendisi olmamaya karar vermişti. Teferruata inildiğinde, daha
 tahammüllü olmaya ki bu daha az gergin daha çok dingin olması anlamına
 geliyordu, işi üzerinde yoğunlaşmaya, hedeflerini gerçekleştirmek için
 mücadele etmeye, hedefi yoksa da fazla zaman kaybetmeden eli yüzü
 düzgün bir tane bulmaya, geçmişiyle bir nevi iç barış ilan etmeye,
 annesiyle babasını değiştirmeye çalışmaktan ve değişmediklerinde
 hüsrana uğramaktan vazgeçmeye, aşkımsıyı aşkla karıştırmayı bırakmaya,
 aşkı bulana kadar yeni ilişkilere atlamaktan imtina etmeye, başkalarına
 karşı daha az şüpheci, kendinden daha emin olmaya... kısacası
 olabildiğince hızlı olgunlaşmaya karar .verdi.
 Bu kararlardan sonra içinde peydahlanan duygu öyle huzurlu ve
 yatıştırıcıydı ki dönüşümün şimdiden başladığını, şimdiden daha olgun
 bir insan olduğunu hissetti. Üç bin milin geri kalanını bu inançla
 uçabilirdi, tabii ön sıradaki çocuk kahverengi, ikiyüzlü gözlerinde
 hiçbir gözyaşı izi olmadığı halde hâlâ avazı çıktığı kadar ağlayarak
 arkasına dönüp, Pixies'in Where's My Mindmı (Aklım
 81
 Ncrde) altıncı kez dinlemekte olan Ömer'in kulaklıklarını çekip alana
 kadar. Ömer kulaklıkları fazlasıyla haşin bir hareketle geri almış ama
 çocuğun kişisel tarihini göz önünde bulundurarak bunu takip eden
 viyaklamadan kendini sorumlu tutmamıştı. Yine de birkaç dakika sonra,
 geri dönüp ilk olgunluk sınavında aldığı kötü nota bakınca kendini kötü
 hissedecekti. O andan sonra çocuk ve feci sıkılmış annesinden gözünü
 ayırmasa da tıpkı çizgisel zaman gibi onlar da daha iyi bir adam olması
 için ona ikinci bir fırsat vermeyeceklerdi. Kemerleri bağlama ışığı
 yandı ve Amerika'ya bu ruh hali içinde indi.
 JFK Havaalanında da notunu artıramadı zira yepyeni kişiliği İstanbul'u
 arar aramaz kendini halefinin bıraktığı karmaşanın ortasında buldu.
 "Benim...!" deyip sustu, sanki o tek kelime söylemek istediği her şeyi
 özetliyordu ve telefonu hemen kapatsa da olurdu. Ama Defne hiçbir şeyi
 fark edemeyecek kadar heyecanlanmıştı.
 İronikti bir bakıma. İki yıldır çıkıyorlardı, ama son altı ayda alttan
 alta, ağır aksak ama istikrarla birbirlerinden kopmaya başlamışlardı.
 Önce miydi sonra mıydı tam bilemiyordu ama Ömer'in Boston
 Üniversitesi'ne kabul edildiğini öğrendiği gün civarlarında Def-ne'nin
 aşkı aniden epistemolojik bir kırılmaya uğramış, sonra bu kırılmadan
 iyice yoğunlaşıp derinleşerek çıkmış ve veda anı geldiğinde üzüntüsünü
 ikiye katlamıştı. "Neden daha önce gitmedin?" diye sormuştu tekrar
 tekrar. Bu "önce" için belirli bir tarih vermediği halde ikisi de bunun
 karşılıklı sadakatsizlikleri, artık alışkanlık halini alan ayrılmaları
 arasındaki nice dönemeçten herhangi biri olabileceğini ya da Defne'nin
 başka birinden hamile olduğunu itiraf ettiği, Ömer'in bebeğin babasını
 öğrenmek için ona haftalarca eziyet ettiği, onun Ömer'e sessizliğiyle
 eziyet ettiği, Ömer'in ona biraz daha eziyet ettiği, nihayet Defne'nin
 bebeğin babasının ondan başka kimse olmadığını, onca zamandır onu
 kıskandırmak için yalan söylediğini itiraf ettiği, Ömer'in ona hiç mi
 hiç inanmadığı, Defne'nin kendisine inanmadığı için onu asla
 affetmediği kürtaj sonrası döneminde olabileceğini biliyordu. O
 kavşakların herhangi birinde ayrı-
 82
 ^bilirlerdi ama şimdi değil, besbelli ki Defne şimdi ayrılmamaları
 gerektiğini düşünüyordu.
 Yaz sonu gideceği kesinleştikten sonra kalan zamanı sanki o
 gitmeyecekmiş gibi davranarak birlikte geçirmişler, böylece Ömer' in
 doktorasını yapıp geri döneceği şüpheli bir geleceğe dair planlar yapma
 ıstırabından kaçınmışlardı. Tıpkı güneşte kurumaya bırakılmış biberler
 ya da bir çocuğun sallanan dişi gibi, bu ilişkiyi uzun zamandır
 beklenen sonuna erdirme vazifesini Ömer'in ezeli düşmanına
 bırakmışlardı: zamana!
 "Biliyorum özlememeliyim ama özledim seni," dedi Defne.
 Ömer bu vakayı hemen yeni kişiliğine havale etti, o da huzursuz, dalgın
 bir suskunluktan sonra nihayet mırıldandı: "Orada saat kaç?"
 İstanbul'da öğlendi.
 "Ben de seni özledim," diye ekledi sonra, sanki orada öğlen olduğunu
 öğrenmek bu ifşaatta bulunmasını kolaylaştırmıştı.
 Sonra evi aradı. Ağabeyiyle konuştu. Annesinin o anda evde olup
 olmadığını sormadı, zira evde olsa telefonu başka kimselere açtırmazdı.
 Telefon konuşmalarından sonra New York-Boston uçuşu için yolcuların
 çağrılmasına on iki dakika kalmıştı. Kulaklıklarını takıp David
 Bowie'nin I'm Afraid of Americans (Amerikalılardan Korkarım) şarkısını
 arka arkaya beş kere dinledi. Ama uçağa biner binmez hemen fark edeceği
 üzre korkması gereken daha acil şeyler vardı. Kâbus çocuk ve annesi de
 aynı uçağın yolcularıydı ve bu sefer daha da yakında, yanında
 oturuyorlardı. Ama çocuk hayret verici ölçüde sakin ve uslu
 görünüyordu, insana kimyevi maddelerden başka hiçbir şeyi hatırlatmayan
 pespembe, devasa bir lolipopu yalarken. Başını ne zaman lolipoptan
 kaldırsa onun tekrar ağlamaya başlamasını bekledi Ömer ama çocuk bir
 kez bile ağlamadı. Ömer Özsipahioğlu bu durumu daha da sinir bozucu
 bularak hayattaki beklenmedik sükûnetlerle başa çıkmanın, beklenen
 rahatsızlıklarla başa çıkmaktan daha zor olduğu sonucuna varacaktı.
 Boston'da onu bir arkadaşının arkadaşı karşılayıp, MİT yatak-
 83
 Ömer'in birkaç günlüğüne kalabileceği boş bir yeri olan başka bir
 arkadaşına götürdü. Oraya giderken tasarruf etmek için önce metroya
 binip, sonra inip taksi tuttu. Ömer'in bu uzun yolculuğu tekerleksiz
 bavullarla yapmasının ne kadar enayice olduğu metroya indiğinde iyice
 ortaya çıktı. Akşam yolcularının acıyan bakışları altında tıkış tıkış
 koridorlarda üç devasa bavulu sürüklemek için debelenirlerken, Ömer bu
 yeni şehirdeki destursuz ilk faaliyetinin şehrin kirini süpürmek
 olmasını ironik buldu.
 Nihayet MİT yatakhanesine geldiklerinde bavulların üçünün de sağı solu
 patlamış, birinin tabanı fena halde açılmıştı. Ferah binaya girerlerken
 Ömer, bir yandan kapıya, ondan yana bakarken, bir yandan da cep
 telefonuna mükemmel beyazlıkta dişleriyle büyüleyici bir gülüş çakan
 hayli hoş bir esmer kız gördü. Gerçi gülüş besbelli telefonun öteki
 ucundaki, onu göremeyecek olan kişiye yönelikti ama Ömer yine de üstüne
 alıp bu gülüşe karşılık verdi. O zaman bir saniyeliğine de olsa
 konuşmasından kopan esmer kızın badem gözleri şaşkınlıkla parladı;
 demindenberi baktığı ama görmediği, ıstırapla iki devasa bavulu içeri
 sokmaya çalışmaktayken aynı anda ona gülümseyen bu uzun ince, yakışıklı
 genç adamı şöyle bir süzdü. Tanık olduğu gayret karşısında bu
 delikanlıya mukabele etmeyi bir borç bilmiş olmalı ki, bir kez daha
 büyüleyici bir gülüş sundu, ama bu sefer doğrudan ona.
 Arkadaşın arkadaşının arkadaşı kendisine-pek-düşkün, sıska bir
 müstakbel-genetik-mühendisiydi ve Ömer'i Türk arkadaşları ya da Türk
 dostlarından oluşan ağa dahil etmek için can atıyordu. Bu sarsak
 dayanışma ağında (memlekete nasıl daha ucuza telefon edileceği ya da
 kahvaltı için nereden kaliteli siyah zeytin bulunabileceği türünden
 gündelik ayrıntılardan, akademik ilgi alanlarını ve kişisel dedikodulan
 paylaşmaya kadar) geniş bir malumat yelpazesi dolaşıyor, arada bir
 şurada burada zincirleme tepkime halinde küçük infilaklara neden
 oluyordu. Bir kere bu ağa dahil oldun mu bir yabancı olarak
 karşılaşabileceğin her türlü sorunda yardımcı olup kıymetli nasihat
 verecek bir arkadaşın arkadaşının arkadaşı bulabiliyordun, karşılığında
 senin de günün birinde onlara yardım
 84
 etmen bekleniyordu.
 Bunu yapan sadece Türkler değildi. Başka ülkelerden gelen bütün
 öğrenciler benzer ağlara dolanmıştı, bunlann kimi birbirleriyle
 örtüşüyor, kesişiyor ya da sadece işbirliği yapıyor, böylece daha da
 sarsak başka dayanışma ağları oluşturuyorlardı. Yine de memleketin
 uzaklığı artıp burada karşılaşılan sorunlar zorlaştıkça bu ağlar mantar
 gibi bitiyor, kökleşiyor ama fazla dal budak salmıyorlardı. Göçmen
 kuşlar, kuş âleminin en tuhaf grubunu teşkil ediyordu. Önce uzak
 memleketlere göç etmek için sürülerinden ayrılıyor, oraya vardıklarında
 da toplanıp sürüler oluşturuyorlardı.
 Birkaç günlüğüne kalabileceği bir yer bulmak uğruna Ömer ellerini bu
 ağa değdirmiş bulunuyordu. Ama sağlamayı vaat ettiği emniyet hissi
 karşılığında onu içine çekmeye, yutmaya yeltenen ılık, nemli
 organizmayı hisseder etmez hemen geri kaçtı. Sonu ne olursa olsun,
 yabancı bir memlekette yalnızlık tehdidine rağmen, hem kendi sürüsünün
 hem de başka sürülerin dışında kalmayı tercih ederdi. Ancak bu
 müstakbel-genetik-mühendisi arkadaşa kolay kolay açıklanabilecek bir
 karar olmadığından Ömer'in tatsızlıktan kurtulmak için düşünebildiği
 tek çare sereserpe bir uçuş yorgunluğu uykusuna sığınmaktı. Böylece
 Amerika'daki ilk iki gününü temelde uyuyarak -rüyasında Amerika'da
 olduğunu görerek- geçirdi.
 Üçüncü gün şiş gözlerini açtı ve hemencecik kapamaya çalışsa da çok
 geçmeden artık daha fazla uyuyamayacağı acı gerçeğini kabullenmek
 zorunda kaldı. Çuvala dönmüş vücudunu yataktan dışarı sürükledi,
 kulaklığını taktı ve doktorasının dört yılı boyunca ona kucak açacak
 şehrin neye benzediğini görmek için yürüyüşe çıktı. Patti Smith'in
 Paths That Cross'wmi {Kesişen Yollar) dinleyerek, Harvard Meydanı'ndaki
 bir kafede dalgın dalgın koca bir kupa kahveyi yudumlarken yan
 sokaklardan, cafcaflı dükkânlardan, metrodan, her yerden meydana
 boşalan insan kalabalığını seyretti. Orada öylece durmuş bakınırken
 aniden tuhaf bir ferahlık, hani neredeyse aydınlanma hissine kapıldı.
 Sersemletici çeşitlilikte yüzlerce binlerce yüzle çevrelenmişti ama
 bunlardan bir teki bile tanıdık görünmüyordu. Bu insanların hiçbirinin
 onun kim olduğuna dair en ufak
 85
 bir fikri yoktu. Tek birinin bile. Teker teker hepsi için Hiçkimsey-di,
 saf ve mükemmel - tümüyle isimsiz, geçmişsiz ve dolayısıyla kusursuz.
 Hiçkimse olduğu için Herhangi biri olabilirdi. İsimsizlik cilası
 altında neredeyse görünmezleşecek kadar şeffaf bir maddeden oluşan bu
 aidiyetsiz boşluk ne harikaydı; hemen herkesin kişisel tarihlerinin en
 küçük ayrıntılarına kadar tanındığı bu boğucu tanışıklıklar dünyasında
 o tam ve som bir yabancı olmuştu. Kahvesini bitirip kapıya yöneldi,
 uzun, ince bacaklarına, leylekvari yürüyüşüne bir nebze kibir
 eklenerek, tam tutulma olmanın, dışarıda kalmışlığın, burada herkesin
 önünde olmanın ama kimse tarafından görülmemenin keyfini çıkararak
 ilerledi. Bu özgürlük... "Ömer! Abi n'aber ya, n'arıyosun burda?" Hayal
 âleminin şiirsel ışıltısından hoyratça dışarı savrulan Ömer sesin
 geldiği tarafa baktı kös kös. İlhamdan puslanmış gözlerinin, ağzı
 kulaklarında ona bağıran tıknaz, şortlu adamı seçmesi için fazladan
 birkaç saniye gerekti. Hatırladı. Uzun zaman önce İstanbul'da on
 kişilik gürültü çıkarmaya muktedir dört kişilik bir aile senelerce
 komşuları olmuştu. Ergen çocukları ikizdi ve birbirlerine öyle
 benzerlerdi ki hangisinin hangisi olduğu anlaşılmazdı. Şimdi karşısında
 artık ince olmayan yüzünde devasa bir sırıtışla o çocuklardan birinin
 büyümüş kopyası duruyordu. Ömer onu gördüğüne sevinmiş numarası yapmaya
 zahmet etmedi ama ayaküstü petrol mühendisi olarak hayatını, Amerikalı
 karısını, gelecek planlarını anlatan adamı dinlerken yarı-latif bir
 ifade takınmayı başardı. Adam mutlaka aramasını, bir ara yemeğe
 gelmesini ve Türk arkadaşlarından oluşan ağla tanışmasını tembihleyerek
 bir tomar telefon numarası yazdı.
 Bu şekilde Hiç-Kimse olmanın ayrıcalıklı zevkinden mahrum bırakılan
 Ömer MİT yatakhanesine dönerken ev arama zamanının geldiğine karar
 verdi. Ve Boston'da bir doktora öğrencisi olarak ev bulmak, her şeyden
 evvel birlikte oturabileceği ev arkadaşları bulmasını gerektiriyordu.
 86
 Ev Arkadaşları
 Kendine bir ev ve ev arkadaşı ararken Ömer'in ilk l^ark ettiği şey yine
 geç kaldığı olacaktı. İlanların çoğu geçmiş haftalarda verilmiş ve
 belli ki hemen aynı dönem içinde cevaplanmıştı. Dolayısıyla o ev
 aramaya başladığında geriye işin tortusu, yani en beter seçenekler
 kalmıştı, en pahalı ya da ucuz ama berbat durumdaki evler yahut da
 fazlasıyla talepkâr ev arkadaşları ya da ne alırım-ne veririm tarzı
 tipler. Derken şu ilanı gördü:
 İki Sıradan Adam ve Hiç Sıradan Olmayan Bir Köpek
 Temiz ve tertipli, çevreye özenli, düşünceli, aklıselim sahibi,
 psikolojik
 dengesi yerinde, görgülü ve saygılı... (en azından olmaya gayret eden)
 ama hepsinden ziyade
 DOST CANLISI BİR EV ARKADAŞI
 arıyor.
 Daire üç yatak odalı
 Pearl Sokağı Somerville Uygun Mevkiide
 Ahşap Zeminli / Yüksek Tavanlı / Büyük Pencereli / Leziz Turtalı
 750 / artı masraflar.
 Dost canlısı olup'olmadığı şaibeliydi ama ev arkadaşı olmayı
 öğrenebilirdi. Hem günlerce dardurak bilmeden aradıktan sonra
 gazetelerdeki ilanları okumaktan, internette araştırmaktan, şehirde
 taban tepmekten yorulmuştu. Olacaksa bu olmalıydı. Numarayı aradı.
 Yoğun aksanlı, bir o kadar uykulu bir erkek sesi cevap verdi telefona.
 Her an yeniden uykuya dalabiliımiş gibi kısa, kesin, sert cümlelerle
 konuşuyordu.
 "Adres var," dedi ses aceleyle. "Yarın gelin! Yok yok! Bugün
 87
 gelin! Yedide!"
 "Peki ama bana bir şey sormayacak mısınız?" diye kekeledi Ömer şimdiye
 değin kazandığı tecrübeyle.
 "Ne gibi?" diye sabırsızca homurdandı ses. Telefonda bir hışırtı
 duyuldu, bir cips paketi açılmış gibi. "Bilmem, ismim mesela?"
 "Gerek yok!" dedi, çiğneme efektleri eşliğindeki ses. Kesinlikle
 patates cipsi diye düşündü Ömer. Biraz daha hatta kalabilse markasını
 bile bulabilirdi. "Burada o işler için bir test var, sizin için
 sakıncası yoksa. Tamam mı?"
 Ömer isteksizce "Tamam," dedi ama daha testten neyin kastedildiğini
 sormaya fırsat bulamadan telefon kapanmıştı.
 Kulübeden çıkmadan ikinci bir telefon kartı çıkardı cebinden, uzak
 mesafe Ortadoğu konuşmaları için olanlardan. Hangi telefon kanını satın
 alması gerektiğini deşifre etmek için listeleri incelerken,
 Türkiye'nin, kartlarının üzerinde Eyfel Kulesi'nin ışıltılı gece resmi
 parlayan Avrupa ülkeleri listesinde değil, onun yerine sırıtan bir deve
 resminin bulunduğu Ortadoğu ülkelerinin listesinde bulunması, tam
 Türklere has bir hayal kırıklığına sevketmişti onu. Yüzündeki gülüşe
 bakılırsa mutlu bir deve olmalıydı. Hayatında hiç deve görmemiş olan
 Ömer hayvanın gerçekten böyle gülüp güle-meyeceğini merak etti.
 İstanbul'a bağlandığında kafasında tam da bu şüphe vardı.
 "Merhaba anne! Uyandırdım mı?"
 Uyandırdığı besbelli olsa da mutlaka inkâr edecekti annesi. Ama böylesi
 daha iyi diye düşündü Ömer, çok daha iyi. Derin uykudan fırladığına
 göre daha şaşkın, böylece daha az buyurgan olacaktı.
 "Sen iyi misin? Tayfun nasıldı?"
 "Ne tayfunu anne?"
 Bir gün önce tropik bir fırtına bir şehir ya da kasabada çatıları
 uçurmuş, ekinleri telef etmiş, camları kırmış, büyük hasar yaratmıştı.
 Fırtınanın nereyi vurduğunu tam hatırlayamıyordu annesi ama Amerika'da
 bir yer olduğuna emindi.
 88
 "Mühim bir şey olmadı," dedi Ömer içini çekerek. Fırtınadan haberi bile
 olmadığını söylemek neyi değiştirecekti?
 "Kendine dikkat et," dedi annesi şefkatli bir fısıltıya dönüşen
 sesiyle. "Kendine dikkat edeceğine söz ver."
 Verdi de. Hortumlara, kasırgalara, doğal afetlere, terör saldırılarına,
 seri katillere, çete savaşlarına ya da sebepsizce herhangi bir yerden
 çıkıp gelecek kör kurşuna karşı dikkatli olacağına söz verdi.
 Sonra gülen devenin deposundan arta kalanla Defne'nin cep telefonunu
 aradı. Annesinin aksine Defne uyanıktı. Uyanıktı ve arkadaşlarla, ortak
 arkadaşlarıyla içki içiyordu, İstanbul'un en Dionis-yak sokağında,
 bütün sokak boş laf köpüğü üzerinde tüy gibi süzülmeye başlayana kadar
 herkesin yan yana oturup içip gevezelik ettiği, içip surat
 buruşturduğu, içip şarkı söylediği beyaz örtülü, küçük masaların
 arasında bir yerlerde. O masalardan birinde içki âlemin-deydi. Arka
 planda o kadar çok gürültü vardı ki Ömer şamataya bağırmak zorunda
 kalıyor, bu arada yoldan geçenlerin kısmen meraklı kısmen kınayan ama
 daima mesafeli bakışları altında, küçük kulübede kendi sesinin
 yankısına sinirleniyordu. Arayanın kim olduğu öğrenilince masada bir
 kahkaha koptu. Sonra Defne'nin cep telefonu elden ele gezmeye başladı.
 Anlaşılan herkesin sigara-çatlak-lı alkol-buğulu sesiyle Ömer'e bir
 şeyler söyleyesi vardı. Kimileri şimdi uzak gelen yakın arkadaşlar,
 kimileri şimdi yakınlaşmış oysa eskiden uzak arkadaşlardı. Yine de
 çoğunun seslerinde saklı, bastırılmış bir sitem hissedebiliyordu;
 geride kalanların gidene karşı hissetmeye meyilli oldukları bir sitem.
 Ömer'in zihnini bir görüntüler seli bastı. Oturdukları masayı en küçük
 ayrıntısına kadar görebiliyordu - karışık mezeler, kızarmış kalamar ve
 ızgara balık kokusu, zeytinyağlı patlıcan, üçgen üçgen kesilmiş beyaz
 peynir, garsonların tazeleyip durduğu salata, muhabbet koyulaştıkça
 hızla azalan bir şişe rakı. Ve buz... masanın bir ucunda madeni bir
 kovanın içinde sinsi sinsi eriyen küçük buz küpleri. Harvard
 Meydanı'ndaki telefon kulübesinde, her safhasını az çok tahmin
 edebildiği uzun gecenin başlangıcına göz gezdirebili-yordu.
 89
 "Hey, Johnny Omer, ilk yudum senin şerefine," diye haykırdı masada biri
 ama Ömer sesinin sahibini çıkaramadı.
 Gecenin sonunu da önceden görebiliyordu. Beyinler fazlaca
 dumanlandıktan, yiyecekler bir vakitler bembeyaz olan tabaklarda ziyan
 edilip kuruduktan, son rakı şişesi de boşaldıktan, çingene müzisyenlere
 paraları verildikten ve her kahve fincanı içenin geleceğini görmek için
 kullanıldıktan sonra, masadan kalkıp içine daldıkları İstanbul'un
 yılankavi yollarında izlerini sürebilirdi tek tek her birinin. "Bu gece
 bana mail at," diye bağırdı Defne nihayet telefonu mütecavizlerin
 elinden kapmayı başardığında. "Bana her şeyi anlat, uyandığımda
 okurum."
 Yazacağını söyledi. Defne bekleyeceğini söyledi. Ömer onun tam olarak
 neyi bekleyeceğini anlayamadı, maili mi yoksa geri dönüşünü mü. Tuhaf,
 iğreti bir sessizlik oldu. Arkada tekrar bir kahkaha koptu. Defne ona
 espriyi anlatmaya başlamıştı ki hat kesildi. Ömer telefon kulübesinden
 çıktıktan sonra Harvard Meyda-nı'ndaki kalabalığa boş bos baktı,
 zamanın sürekliliği hissini kaybetmişti. Yatakhaneye dönerken
 Leftfield'in Open Up'mı (Açsana) yedi kere dinledi ve arka arkaya üç
 sigara içti. Binanın girişinde yine o muhteşem esmeri gördü, tam da onu
 ilk gördüğü yerde. Orta yaşlı bir kadınla konuşuyordu, muhtemelen
 annesiydi, güzel kızının güzel odasını görmekten memnun bir anne. Ömer
 bu sefer göz temasını engellemek için başını çevirerek asansöre bindi.
 Biraz kestirmeyi, sonra duş almayı ve ilandaki evi görmeye gitmeden
 önce Defne'ye mail atmayı planlamıştı. Ama uyuyakaldığı için sadece
 listedeki birinci faaliyeti yerine getirebildi. Panikle giyinip sokağa
 fırladı, metroya bindi, hamile siyah bir genç kızın yanına oturdu ve
 kendini yalnız hissetmemeye, hiçbir şey hissetmemeye çalıştı. Yol on
 dakika 56 saniye sürmüş olmalıydı, dört kere Cypress HiH'in/7/AY From
 the Bong'xx kadar. Davis Meydanı'nda indi, birine saati sordu, 19:38
 olduğunu öğrendi, Pearl Sokağı'nı bir uçtan bir uca yürüdü, birine
 adresi sordu, sonra hatasını anlayıp bütün yolu geri yürüdü ve nihayet
 evi buldu: tipik, soluk bir üç katlı Boston evi.
 90
 "Geciktiniz," dedi kapıyı açan çocuk, sesindeki tenkit kırıntısına
 rağmen nezaketle gülümseyerek. Kısa boyluydu, siyah, parlak »özleri,
 dalgalı koyu kızıl saçları ve çenesinde, alnındaki çatıklığı yumuşatan
 komik bir gamzesi vardı. Ömer onun Arap olabileceğini düşündü ama emin
 olamadı. Emin olduğu tek şey telefonda konuştuğu kişinin o olmadığıydı.
 Kapı küçük bir sundurmaya açılıyordu, sundurmadan da son derece temiz
 ve rengârenk geniş bir mutfağa geçiliyordu. Ömer etrafa şöyle hızla göz
 gezdirirken mutfağa kadın eli değip değmedi-ğini merak etti ama bunu
 kendine sakladı.
 "Hoşgeldiniz!" diyerek öteki kapıdan girdi öteki çocuk. Diğerinden
 biraz daha uzun ve çok daha cüsseli, hatta tombuldu. Yuvarlak
 gözlüklerinin ardındaki uysal gözleri elaydı ve gamzeli, neredeyse
 kıpkırmızı yanakları ya şeker hastalığına ya da kronik utangaçlığa
 delaletti. Ömer onu gördüğü anda sevdi.
 Baharatlı bir kokunun sindiği mutfakta dururlarken havadan sudan
 konuşup birbirlerini merakla incelediler. Oturma odasında ona nereli
 olduğunu sorduklarında, "Türkiye" cevabını alınca da bir ağızdan "ya,
 demek Türkiye?" dediler.
 Ömer artık alışmıştı buna. Amerika'da sık sık ona nereli olduğunu
 soruyorlar, cevabı aldıklarında da ya talimat formatında "ha, Türkiye!"
 ya da soru formatında "ya, Türkiye?" cevabını yolluyor-lardı, duruma
 göre bu arada nazik bir merakla "aman ne kötü!" ya da "o kadar kötü
 mü?" dercesine yüzünü inceliyorlardı.
 "Peki evi görmem mümkün mü?" diye sordu Ömer.
 "Elbette görebilirsiniz," dedi kırmızı yanaklı başını sallayarak,
 sesinden telefonda konuşanın o olduğu anlaşılıyordu. Ömer onun İspanyol
 kökenli olabileceğini-düşündü ama emin olamadı. "Ama her şeyin bir
 zamanı var. Küçük bir test hazırladık. Fazla vakit almaz."
 "İyi geçinebilecek miyiz görmek için. Aceleye ne lüzum var?" diye
 katıldı kısa çocuk. "Derler ya, patlıcan yemiyoruz, değil mi?"
 Ömer kimin böyle bir laf ettiğini bilemediğinden cevabı kesti-remedi.
 Zaten görene kadar "Ev Arkadaşı Testi"nin neye benzediğini de
 kestiremezdi.
 91
 EV ARKADAŞI TESTİ
 Aşağıdaki sorular kişiliğinizi ya da ahlakınızı yargılamak için değil,
 nasıl geçineceğimizi tartmak için hazırlanmıştır, herkesin yararına. Bu
 yüzden lütfen dürüst cevaplar verin.
 1. Beni iyi tantyanlar hakkımda şöyle der:
 a. Hastalık derecesinde olmasa da büyük bir temizlik ve düzen saplantım
 vardır
 b. Temiz ve tertipliyimdir
 c. Düzenli olmasam da rahatsız edecek kadar düzensiz değilimdir
 d. Biraz dağınıkçayımdır
 e. Feci dağmığımdır!
 2. "Sopranos" politikam şudur,
 a. Tek bölümünü kaçırmanı
 b. James Gandolfmi İmzalı Makarna Fotoğrafım olduğunu söylemem yeter
 c. Hayattaki fuzuli şeylere zaman ayırabildikçe seyrederim
 d. Günün birinde DVD'de seyretmek hoş olur ama şimdi çalışmam lazım
 e. Opera sevmem.
 3. Günün birinde yatıya misafir çağıracak olsam bu kişi muhtemelen,
 a. Akrabam olur
 b. Yakın bir arkadaşım olur
 c. Nişanlım/uzatmalı sevgilim olur
 d. Bir gecelik takıldığım biri olur
 e. Herhangi biri olabilir, yeter ki muhabbetini seveyim.
 Ömer derin bir nefes aldı dişlerinin arasından. Nefret etmişti bu test
 işinden. Yalnız duruma göre onlardan tam olarak niçin nefret edeceğini
 anlayabilmek için bu saçmalığı şaka olsun diye mi yoksa ciddi ciddi mi
 yaptıklarını kestirmeye çalışıyordu. Ciddiyseler küstahlıklarından, yok
 eğer şaka yapıyorlarsa mizah anlayışlarından nefret edecekti. Dönüp
 somurtkan bir edayla baksa da delikanlılara, karşılığında ikisinin de
 yüzünde o sinir bozucu iyicil gülümsemeyi görünce gönderdiği bakış
 mesajını doğaı çözümlediklerinden şüphe etti. Bu durumda bu işi
 olabildiğince hızlı halletmeye karar verdi. Hepsini sonuna kadar
 okumaya ne gerek vardı? Her sorunun cevabı için aynı şıkkı
 işaretleyecek ve neticeyi bekleyecekti.
 92
 gir anlık tereddütten sonra sabit cevap olarak "e" şıkkını seçti ve
 sordukları her şeyi e-lemeye başladı.
 4. Dini/etnik/ırkçı/cinsiyetçi/milliyetçi önyargılarıyla nam salmış bir
 program televizyonda karşıma çıkarsa tavrım şu olur:
 a. Hemen kapatıp başkalarının seyretmesini de engellerim
 b. Bir müddet seyredip bir şans tanırım, belki hoşuma gider
 c. Bu toplumsal olguyu daha iyi analiz edebilmek için bilimsel
 tarafsızlıkla baştan sona seyrederim
 d. Her halükârda seyrederim, fark etmez
 e. Televizyon seyretmem!
 5. Müzik tercihim:
 i. klasik / ii. blues ve jazz / iii. rock / iv. heavy metal / v. new
 age / vi. etnik ve bu müziği şöyle dinlerim:
 a. Kulaklıkla
 b. Kulaklıksız ama olabildiğince alçak sesle
 c. Sadece kendi odamda duyulabilecek kadar yüksek sesle
 d. Belki üst kattan duyulabilecek kadar yüksek sesle
 e. BANGIR BANGIR! Adanı gibi müzik öyle dinlenir.
 6. Uyku alışkanlığını:
 a. Tavuk gibi. Erken yatar erken kalkar çok yol alının
 b. Baykuş gibi. Geç yatar geç kalkarım
 c. Geç yatarım ama olabildiğince erken kalkarım ve hangi hayvanın bunu
 yaptığını bilmiyorum
 d. Minderdeki kediler gibi. Uykuya bayılırım
 e. Ziııhaı-Uyumaz-Arroz nam bir köpek gibi.
 7. Bir gece aniden bütün akşam takıldığım arkadaşlarımı eve davet
 etmeye karar versem bir sonraki adımım şu olur:
 a. Önce evi arayıp ev arkadaşlarımdan izin alırım
 b. İnsanları davet eder sonra evi arayıp ev arkadaşlarıma haber veririm
 c. İnsanları davet eder, ev arkadaşlarımı onlara aratırım
 d. İnsanları davet eder, evi arama kısmını atlar, ötekilerden önce eve
 gelip ev arkadaşlarıma grubun yolda olduğunu haber veririm
 e. Konuklarla birlikte çıkagelir ev arkadaşlarıma sürpriz yaparım.
 8. Korku filmleri hakkında temel görüşüm:
 a. Gençleri statükoyu bozabilecek eleştirel düşüncelerden uzak tutmak
 için egemen güçler tarafından kurnazca yayılan görsel afyondurlar
 93
 u. şamarı Kayoıciırıar
 c. Pek düşkün değilimdir ama ara sıra seyrederim
 d. Sadece sinematografik açıdan iyi iseler seyrederim
 e. Korku filmlerinin nesi varmış, bayılırım.
 9. Rita Hayworth'm Casablanca'daki performansı konusundaki samimi
 fikrim:
 a. En iyi performanslarından biri değildi
 b. Klasikti sanırım, bütün klasik filmlerde olduğu gibi
 c. Rita Hayworth'u hatırlamıyorum
 d. Casablanca'yı hatırlamıyorum
 e. Filmin seyri güzeldi ama aynı zamanda şekere bulanmış Şarkiyatçı
 önyargılarla doluydu.
 10. Sarımsak konusundaki genel yaklaşımım şudur:
 a. Olumsuz. Yemeklerde kokusuna tahammül edemem, hele hele insanlarda!
 b. Tarafsız. Yemek lezzetli olduğu müddetçe benim için fark etmez
 c. Demokrat. Asla sarımsak yemem ama isteyen yiyebilir
 d. Olumlu. İnsanların sarımsak yemesinden rahatsız olmam, kendim de
 yerim
 e. Hastasıyım. Sarımsağa bayılırım!
 Bıı kadardı. Aptal şeyin başı sonu buydu. Ömer arkasına yaslandı,
 kollarını kavuşturdu, kaşlarını çattı ve içinden bir sigara yakmak,
 yanında da koyu. kopkoyu bir kahve içmek geçti.
 "Hemen değerlendireceğiz," diye neşeyle mırıldandı Arap'a benzeyen
 çocuk formu alırken ve ekledi: "Derler ki ihtiyar bir çamaşırcı kadının
 ayaklarının derisi kadar katı da olsa gerçek sen gene de gerçeği
 söyle!"
 Kim Allahaşkına bunlar diye sormamak için kendini zor tuttu Ömer.
 Dünyada bu laflan geveleyen başka kimse var mıydı? Ama önüne konan
 kocaman bir böğürtlenli turta tabağı sinirlerini çabucak yatıştırdı,
 yanında sıcak bir içecek bekliyordu, kahve olmasını umdu.
 "Parmaklarını yalayabilirsin, kız arkadaşım çok iyi bir alıcıdır," dedi
 İspanyol-göriinüşlü başını sallayarak, "kız arkadaşım" lafını telaffuz
 ederken kızanp bozararak.
 94
 Sonra ortadan kayboldular.
 Tek başına kalan ve kahve değil sıcak çikolata ikram edildiği için canı
 sıkılan Ömer gözleriyle odayı taradı ama dikkatini çekecek fazla bir
 şey bulamadı. Kocaman, rahat bir kanepe, bir büfe, büyük ekranlı bir
 televizyon, en üstlerinde Texas Testere Katliamı adı seçilen bir yığın
 video kaseti, sağda solda İspanyolca dergiler, her yerde karikatür
 dergileri. Ömer içini çekip turtadan bir lokma ısırdı, sonra hemen bir
 lokma daha ısırdı. Lezzetinin bu kadar iyi olacağını beklemiyordu. Tam
 birinci dilim bitmek üzereyken kapı aralandı ve içeriye şimdiye değin
 gördüğü en buruşuk yüze sahip, en iri, en hantal, siyah beyaz New
 Finland girdi. Tam sol gözünün altında, ona sokak kavgasında fena dayak
 yemiş havası veren, fındık şeklinde siyah bir leke vardı. Kavganın
 sonucu ne olursa olsun onu kurt gibi acıktırmışa benziyordu çünkü
 içerideki yabancıyı tanımak için isteksizce şöyle bir kokladıktan sonra
 köpeğin bütün dikkati böğürtlenli turtaya yoğunlaştı. Kendisine sunulan
 parçayı memnuniyetle kabul edip hemen mideye indirdi ve açması siyah,
 acınası aç gözleriyle daha da imrenerek tekrar Ömer'e baktı.
 Neyse ki onu fazla bekletmediler. "Jüri kararını verdi mi?" diye sordu
 Ömer çocukların odaya girdiğini görünce, son beş dakikadır bütün
 turtayı köpeğe vermekle bu iç kıyıcı bakışa tahammül etmek arasında
 kalmanın verdiği gerilim yüzünden sesi istemediği kadar aksi çıkmıştı.
 "Tebrikler! Sarımsak testimizde en yüksek puanı aldın."
 "Ne sarımsak testi?" diye sordu Ömer şaşkın şaşkın ama cevabı sezmişti.
 "Bütün bu saçmalık sarımsak uğruna mıydı? Neden sarımsakla aramın nasıl
 olduğunu doğrudan sormadınız?"
 "Ama o zaman çok bariz olurdu ne duymak istediğimiz," cevabını aldı.
 Kendilerini tanıştırdılar. İspanyol görünüşlü olan İspanya'dan
 gelmişti. Adı Joaquin'di ama nedense kendisine Piyu denmesini tercih
 ediyordu. Tufts Diş Hekimliği Okulu'nda bursluydu. Arap görünüşlü olan
 Faslıydı. Adı Abed'di ve kendisine tam da böyle hitap edilmesini
 istiyordu. O da aynı üniversitede, biyoteknoloji mühen-
 95
 dişliğinden diploma almaya çalışıyordu.
 "Ya köpek?"
 "Bana sorma," diye somurttu Abed, "Piyu'dan başkasına sorma. Şu devasa
 mide onun köpeği oluyor."
 "Testteki Arroz bu işte!" Piyu elinde bir süpürgeyle belirmiş, göz açıp
 kapayana kadar Arroz'un halıya döktüğü kırıntıları süpürmüştü. "Zinhar-
 Uyumaz-Arroz. Sakın seni kandırmasına izin verme, hep açtır."
 Böğürtlenli turtadan arta kalanları kendilerine sakladılar. Ömer içecek
 bir şey rica etti, mesela kahve, ama Abed ona Vicks gibi kokan koca bir
 fincan çay getirdi.
 Daha sonra, o gece yeni evinde uyumaya karar veren Ömer MİT
 yatakhanesine dönüp bir-iki eşyasını aldı, müstakbel-genetik-mühendisi
 Türk'e bir not yazdı ve güzergâhı bilince metrodan yeni evine uzanan
 yolun dört kere System of a Down'in Chop Sııey's\ kadar sürdüğünü
 keşfetti. Yeni evine döndüğünde üç yeni ev arkadaşını televizyona
 yapışmış Sopranos izler vaziyette buldu, test artık daha manalı
 görünüyordu gözüne, en azından sorulardan biri. Büfenin üzerinde yeni
 bir turta vardı, yanında içecek bir şey, mesela kahve istediğinde, Piyu
 ona koca bir kupa kakao getirdi.
 "Testinize eklemeyi unuttuğunuz bir şey var," dedi Ömer turtadan sızan
 kremalı sosu incelerken. Bu seferki tarçınlı elma turtasıy-dı. "Ben
 sigara içiyorum ve sizin için sakıncası yoksa kendi odamda içmek
 isterim."
 "Odalarımızda istediğimizi yaparız," dedi Piyu gözlerini ekrandan
 ayırmadan.
 Sigara izni aldığı için gözle görülür ölçüde rahatlayan Ömer yüzünde
 güller açarak ekledi: "Bu arada Casablanca'âa. Rita Hay-worth'in
 oynadığına emin misiniz?"
 "Haklısın, o değildi." dedi Abed omuzlarını silkerek. "O hileli
 soruydu."
 Demek hileyi seviyorlardı.
 *
 96
 Hileyi hakikaten seviyorlardı. Sarımsak konusunda bile tümüyle dürüst
 olduklarını söylemek zordu. Ama Ömer kendisine verilen malumattaki
 eksikliği, onlarla birlikte yaşamaya başlamadan tam manasıyla
 anlayamayacaktı. Gerçi fazla zaman geçmesine de gerek kalmamış, durumun
 netleşmesi için bir hafta yetmişti.
 Evdeki ilk yedi gününde Ömer yeni ev arkadaşlarının, iddia ettikleri
 üzre sanmsak-tüketen, hatta ima ettikleri üzre sarımsak-se-ven insanlar
 değil, ne dinden olduklarını söylerlerse söylesinler tam manasıyla
 sarımsağa-tapan insanlar olduklarını gördü. Sarımsak burada adeta
 kutsaldı.
 Listedeki tek çarpıtılmış gerçek de bu değildi. Bir kere eve dair
 söylemeyi unuttukları şeyler vardı. Hiç kimse Ömer'e, Doğu Somerville'in
 bu muhitindeki evlerin çoğu gibi bunun da biraz sorunlu ve
 hayli eski bir ev olduğunu söylememişti. İşin iyi tarafı evde bir
 süredir tadilat yapılmakta oluşuydu. İşin kötü tarafı tadilat bir süre
 daha devam edecekti, bu da demekti ki her sabah işçiler ellerinde
 çekiçlerle binanın cephesine dayanmış merdivenlere tırmandıklarında
 çıkacak tantanaya katlanması gerekecekti. Gene hiç kimse onu ikinci
 kattaki küveti doldurmaması konusunda uyarmamıştı çünkü küvet
 dolduğunda içindeki su mutfak tavanından aşağı damlıyordu. Bu ve
 benzeri gerçekler Ömer Özsipahioğlu için hâlâ muammaydı.
 Bu safhada başka şeyler öğreniyordu. Abed mesela. Ömer tabii ki onun
 tahammülfersa geveze olduğunu, deste deste itirazlar, yorumlar ve
 neredeyse her konuda bulup çıkardığı atasözleriyle dolup taştığını
 bilmiyordu. Tuhaftır o kadar konuşmak günün sonunda hiç de bitkin
 düşürmüyordu onu. Her gece huzur içinde uyumak için neredeyse iki korku
 filmi seyredecek enerjiyi buluyordu kendinde. Genellikle ikinci VHS'nin
 ortasında bir yerlerde kanepenin üzerinde uykuya dalıyor, filmdeki
 karakterler birbirinden beter ölümlerle telef olurken huzur içinde"
 horluyordu. Gökgürültüsünü andıran horlamasına gelince, Abed'in hafif
 kemerli burnunun hayatına getirdiği bir diğer müşkülattı sanki. Hayatı
 boyunca müzmin saman nezlesinden mustarip olduğundan geçmişi, şimdisi
 ve geleceği bur-
 97
 nunun boyunduruğu altına alınmış gibiydi. Vicks, nane buharı, nefes
 açıcılar, burun spreyleri... ve niceleri için bir şey ifade etmeyecek
 daha bilumum ilaç Abed'in kadim dostlarıydı.
 Öteki çocuk, Piyu hakkında da öğrenecek şeyler vardı. Mesela temizlik
 ve hijyen saplantısı. Başkalarından çoktan umudu kesmiş gibi bütün
 temizliği kendisi yapıyordu, bu ilk bakışta iyi görünse de uzun vadede
 bezdiriciydi. Bir hav, bir kırıntı, bir kırpık... yere düşer düşmez
 Piyu temizlemeye başlıyor, etraftaki herkesi terörize edip kendilerini
 pis domuzlar gibi hissetmelerine yol açıyordu. Saplantısına ek olarak
 sivri şeylere karşı gayet tuhaf bir fobisi vardı. Değil dokunmak bıçak
 görmeye bile tahammül edemezdi. Mutfakta çok az bıçak olmasının,
 yiyeceklerin çoğunun çubukla ya da kaşıkla yenmesinin sebebi de oydu.
 Dişçilik mesleğini nasıl icra edeceği sorusunu ona soracak kadar yakın
 hissetmemişti Ömer ilk başta kendini; nihayet sorduğundaysa Piyu'nun
 bundan rahatsız olduğunu hissetti. Piyu temizlik ve düzeni sadece
 mutfakta değil hayatının her alanında seviyor, her ne pahasına olursa
 olsun her şeyi kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Ömer onun üçüncü
 katta yatmayı tercih etmesinde bunun bir etkisi olup olmadığından emin
 değildi ama sanki Tann'ya mümkün olduğunca yakın olmak istiyordu. Dini
 bütün bir Katolikti, kız arkadaşı ondan da fazla. Harika bir ah-çı
 olmasına rağmen çöp gibi ince, derin, kurşuni gözleri olan genç bir
 Meksika kökenli-Amerikalı'ydı, adına hiç benzemeyen: Alegre, yani Neşe!
 Arroz'a dair de keşfedilmeyi bekleyen bazı gerçekler vardı. Veciz,
 ilginç ve kayıtsız şartsız sessiz gerçekler. Zira Arroz sağırdı.
 Kulakları kapalı, gözleri de o kadar keskin olmayan Arroz hayattaki
 yegâne rehberi olarak burnunu tayin etmişti. Doğrusu bu açıdan işinin
 ehliydi. Sesleri, hatta çığlıkları duymuyor olabilirdi ama
 tıkırtıların, çıngırtıların, vızıltıların, hatta en hafif hışırtıların
 kokusunu alabiliyordu. Geceyle gündüzün birbirinden farkı yoktu onun
 için çünkü dokuz yaşındaki bu hülyalı görünüşlü New Finland uyumuyordu.
 Bütün gece evde devriye geziyor, dalgın dalgın pencerelerden dışarı
 bakıyor, ulaşabildiği yenebilir her şeyi yiyor, saatler-
 98
 ce durup derin uykudaki ev sakinlerini seyrediyor, bedenleri buraya
 çakılı kalmışken kendilerinin nereye gittiğini koklamaya çalışıyordu.
 ..
 Velhasıl 2002 Haziranının son gününde Ömer hoş bir muhitte hoş bir
 evde, hepsi hayatta kendi işine bakan üç ev arkadaşıyla birlikte olduğu
 için kendini şanslı hissederek uykuya daldı. Ancak günler ve geceler
 geçtikçe, yavaş yavaş başka bir hakikate uyandı; fazlasıyla geveze bir
 Faslı, fazlasıyla fobili bir İspanyol, dahası fazlasıyla aç bir köpekle
 beraber, her sabah çekiçlerle dövülen eski bir Somerville evinde
 oturduğu hakikatine. Bütün bunlar ayda 750 dolara, artı masraflar!
 99
 Alegre ve Istırap
 Pazartesi sabahı Doktor Marc Fitzpatrick'in muayenehanesindeki
 masasında oturan Alegre haftalık kadın dergilerinin yeni sayılarının
 hepsini okumayı bitirmişti çoktan. Şimdi önünde açık duran sayfada
 "okumadan duramayan kız!" başlığı altında altı yaşında bir kız dişsiz
 bir gururla ona gülümsüyordu. Kızın beş yaşında okumayı söktüğü
 yazılıydı ve o günden röportajın yapıldığı güne kadar 2278 kitap
 okumuştu, yıl sonuna kadar bu sayıyı 4000'e çıkarmayı planlıyordu,
 günde altı kitap okuyarak. "Kızımıza yetişemiyoruz!" diyordu annesi
 şikâyetçiymiş numarası yaparak, babası da kitapları yerel
 kütüphanelerden ve kitapçılardan eve kocaman bir çöp tenekesi içinde
 taşıdıklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Diğer sayfada kızın
 başka bir fotoğrafı vardı; bu sefer üzerinde pijaması, iki yanında
 annesiyle babası yatağında yatmış, sanki hasta ama herkes bu
 hastalıktan pek bir memnun.
 Alegre popüler bir kadın dergisi daha alıp şöyle bir karıştırdı. 600
 küsur kadına uygulanan bir anket, bir kadının en sevdiği çorbayla,
 partneriyle ilişkisi arasında sıkı bir bağlantı olduğunu ortaya
 çıkarmıştı. Tavuk suyuna şehriye çorbası tercihi erkeklerle
 ilişkilerinizde anaç bir tavuğa benzediğinizi gösteriyordu; etli
 sebzeli İtalyan çorbası tercihi ise her şeyin açık olmasını
 istediğinizi; sebze çorbası tercihi becerikli ve daima kendi kendine
 yeten biri olduğunuza delaletti; yok tercihiniz domates çorbasıysa bu
 sizi faal bir maceracı yapıyordu. Halbuki Alegre'nin daha başka
 gözdeleri vardı. Arkadaşlarına ya da ailesine yemek pişirdiğinde
 baharatlı gaz-paço ya da sosisli mercimek çorbası tercih ederdi; Çorba
 Evi'nde evsizlere dağıtmak için etli fasulye çorbası yapardı; evde tek
 başı-
 100
 naysa sade-suda-haşlanmış-sade-kabak çorbası yapardı kilo almamak için,
 lokantalarda başkalarıyla birlikte yemek yerken ise tatlı & ekşi
 çorbayı tercih ederdi, içip & kusmak için. Ankette bu seçeneklerden
 hiçbiri olmadığından o sayfayı es geçti.
 Hem erkeklerle ilişkilerini düşünmekten kaçınmayı tercih ederdi. Aslına
 bakılırsa şimdiye kadar dcğru dürüst tek ilişkisi tek bir erkekle, yani
 Piyu ile olmuştu ama onunla da o kadar çok ayrılıp barışmışlardı ki
 başından bir sürü ilişki geçmiş gibi hissediyordu. Sonraki sayfada iş
 hayatında öne çıkmanın beş şaşırtıcı yolu sıralanmıştı. Bir: yavaş
 konuşun! Bir araştırma yavaş konuşan insanların aynı konuda hızlı
 konuşanlara nazaran %38 daha bilgili göründüğünü kanıtlamıştı. Alegre
 bunun yanına bir artı işareti koydu. Teyzelerinin aksine o hep yavaş
 konuşmuştu. İki: nazik olun. Bir artı daha. Üç: hayır işleri için
 gönüllü olun. Bir başka araştırma hayır işlerine gönüllü olanların
 işlerinden %25 daha memnun olduğunu ve kendilerine daha fazla saygı
 duyduğunu ortaya koymuştu. Bir sürü artı. Geçen yaz Alegre nisanda
 emeklilerle bowling oynamış, mayıs ayı boyunca Somali göçmeni bir
 ailenin çocuklarına ders vermiş, haziranda sığınaklara dağıtılmak üzere
 kuru erzakları ayırmıştı, temmuzdan beri de Kate'in Çorba Evi'nde
 muhtaçlar için yemek yapıyordu. Günlük tutun dördüncü öneriydi zira
 başka bir araştırma umutlarını ve rüyalarını düzenli olarak bir günlüğe
 kaydedenlerin amaçlarına ulaşmasının %32 daha muhtemel olduğunu
 kanıtlamıştı. Bir artı daha.
 Beş: doğru insanlarla görüşün. "Eğer tembellerle öğle yemeğine
 çıkarsanız," demişti bir psikolog gayet kendinden emin, "patronunuz
 sizi onlarla ilişkilendirir ve çok çalışsanız bile sizin de tembel
 olduğunuzu düşünür." Alegre kalemi elinden bırakıp psikologun
 fotoğrafına kaşlarını çattı ve düşünceye daldı. Haftada üç kere öğle
 saatlerinde yeme bozuklukları olan kadınlara yardım etmek için kurulmuş
 terapik okuma grubuna katılıyordu. Kuşkusuz doğru insanlar değildi
 bunlar, hatta bu ukala psikologun patronunuzun gözünde asla
 özdeşleşmemeniz gerektiğini söylediği olağan şüphelilerdi. Yine de
 durum biraz daha karmaşıktı çünkü Alegre'yi oraya
 101
 gitmeye zorlayan patronu Doktor Marc Fitzpatrick'ten başkası değildi.
 Sayfayı geçti.
 "Burada durduğumu ne zaman fark edeceksin merak ediyorum."
 Sandalyesinde sıçrayan Alegre tam arkasında duran Doktor Marc
 Fitzpatrick'i görür görmez toparlanıp gülümsedi. Bunun karşılığında
 doktor gözlerindeki o tanıdık tenkit olmasa, onu tanımayan birinin
 hatta belki Alegre'nin bile gülümseme zannedeceği bir hareketle
 dudaklarını ince bir çizgi haline getirdi. "Son günlerde seni hayli
 endişeli görüyorum, hem daha da zayıfladın sanki. Yine kilo mu verdin?"
 Alegre, çok gizli bir mikroçipi düşmana vermektense yutmayı tercih
 etmiş gibi yüzünü buruşturarak zorla yutkundu. Bir-iki saniye düşünceli
 bir suskunlukla bekledi. İnkâr etmenin faydası yoktu çünkü doktor onu
 hemen tartıya çıkarıverirdi. Ona aradabir vücuduyla ilgili kaygılara
 kapıldığını söylediği o lanetli ikindiye ziyadesiyle esefleniyordu.
 Sadece bunu söylemişti, o kadar. Hemen ertesi günü kendini dönüşsüzce
 terapik okuma grubuna yazılmış bulmuştu; haftanın üç günü, insanı
 sıkacak ölçüde delilikten uzak Connie ile birlikte delice sıkılmış
 kadınların oluşturduğu halkadaki yerini alıyor, yeme bozukluklarını
 yenmiş kadınların, "anlatacak hikâyesi olan" kadınların daha da iç
 bayıcı kitaplarını okuyorlardı. Bu kitaplardan seçme bölümler üzerinde
 yapılan tartışmaları dünya edebiyatından uzun, bezdirici ve ekseriya
 kasvetli pasajlar takip ediyordu. Bunlar yüksek sesle okunurken, bir
 yandan da gruptan birinin vazife icabı pişirdiği yemeği hep birlikte
 yiyorlardı.
 Bu proje, nöropsikoloji kariyerine devam etmeden önce itibarlı bir
 Psikoloji Ödülü almayı kafasına koymuş psikoloji mezunu Connie
 tarafından geliştirilmişti. Yeme bozukluğu olan kadınların yüz yüze
 kaldığı en büyük sorunun "yemek" değil "yalnızlık" olduğu savından
 hareketle. Onlar için yalnız bir edimdi yemek yemek. Çoğunlukla
 çevrelerinde pek fazla kimse olmuyor, tek başlarına yemek yiyorlardı.
 Bundan yola çıkarak bu kadınları genişleyen üç halka içinde bir araya
 getirmeyi önermişti Connie. İç halka: Her
 102
 üyenin diğerine yalnız olmadığını kanıtlayacağı okuma grubu
 oluşturulacaktı. İkinci halka: ABD'de benzer koşullarda yaşayan
 kadınların yazdığı kitaplar sayesinde üyeler uzun zamandır tek
 başlarına çektikleri sorunların ulus çapında ne kadar yaygın olduğunu
 görecekti. Üçüncü halka: dünya edebiyatından, özellikle "yiyecek" ve
 "beden" kültürel mefhumlarına meydan okumak üzere seçilmiş bölümler
 sayesinde halka küresel çapta genişletilecekti. Bu amaçla açlık ya da
 kıtlık çeken ülkeler ya da tombul kadınların kıymetli olduğu kültürlere
 dair metinler okuyorlardı düzenli olarak. Bir keresinde Chiamaka
 adındaki Afrikalı bir çocuğu anlatan hikâyeyi okumuşlardı, başka bir
 sefer haremde şeyhin gözdesi olmak için kilo almaya çalışan bir Arap
 kadını hakkındaki hikâyeyi. Connie'nin hırsla arzuladığı ödülü almak
 için geliştirdiği projenin parçası olmak Alegre'nin zerre kadar hoşuna
 gitmiyordu doğrusu. Bu arada Connie'yle çocuk nöropsikiyatristi Marc
 Fitzpatrick arasındaki bu işbirliğinin sadece mesleki olmadığından
 şüphe ediyordu içten içe.
 "Eee, Alegre grupta ne vaziyette?" diye sorar doktor otel odasının şık
 dinginliğinde (çünkü evliydi, Connie de öyle) bu arada Connie onun
 memelerini öpmekte, yalamakta, emmekte ve ısırmakta, tek-gram-fazlayağı
 olmayan vücuduna hayran kalmaktadır. (Doktor düzenli olarak
 jimnastik salonuna giderdi ve haftanın üç günü öğle tatilinde saunaya
 girerdi, Alegre okuma grubundayken.)
 "Ah sorma, Alegre'yi bilirsin. O mega-maço Latin kültürüyle sarmalanmış
 vaziyette olduğundan pek şansı yok. Üstüne üstlük büyük teyzesi onun
 için berbat bir rol modeli. Alegre'nin teyzelerine meydan okuması
 imkânsız. Kendi hayatı üzerinde hiç kontrolü yok!"
 "Biliyorum canim, biliyorum," diye dem çeker Doktor Marc Fitzpatrick,
 Connie'nin başını aşağı itmeden önce iki elinin arasında tutmanın
 hazzıyla dalgalanır sesi. Bunlar aklından geçer geçmez Alegre,
 patronuyla Connie etrafına kurduğu fantezinin gözlerinden
 okunabileceğinden korkmuş gibi hemen başını eğdi.
 "Bugün okumaya gideceksin, değil mi? İstersen erken çıkabilirsin," dedi
 doktor, sekreterinin tertibinden dolayı sevdiği masası-
 103
 nın üzerindeki ucuz kar küresine düşünceli düşünceli bakarak.
 Kar küresinin içinde Nuestra Senora de San Juan de los Lagos, üzerinde
 göl mavisi bir pelerin ve ayağının altında pembe-kınnızı çiçeklerle
 duruyordu. Kürenin her sallanışında yaldızlı bir kar fırtınası
 sükûnetle etrafını sarıyordu Bakire Meryem'in. Alegre kar küresini
 daima masanın üzerinde bulundurur ama nadiren sallardı.
 "Yalnız rica ediyorum Alegre, lütfen daha fazla çaba göster. Connie çok
 zekidir, özeldir. Ona güvenebilir, açılabilirsin. Güvenini hak etmek
 için herkes Katolik rahip olmak zorunda değil ya!"
 Her zamanki laflarından biriydi bu da. Doktor Marc Fitzpatrick
 kendisini asla dogmatik olmayan, her dine ve inanca saygılı, açık
 görüşlü bir Hıristiyan olarak görürdü. Katolikliğin (ve İslamın ve
 Yahudiliğin ve Hinduizmin) sorunu onun standartlarına uymamalarıydı.
 Yine de bu mevzuları bu inançlara sahip insanlarla taıtışma-maya özen
 gösterirdi. Alegre'ye asla doğrudan yargıda bulunmaz, onun hakikati
 kendi kendine bulmasına yardım etmeyi tercih ederdi. Son haftalarda
 Alegre masasının üzerinde defalarca Boston'daki Katolik Kilisesi
 Skandalini konu edinen dergiler bulmuştu. Doktor Marc Fitzpatrick'in
 tipik bir özelliği de bu dolaylılıktı.
 Bir dakika sonra, tam da küskün bir sessizliğe yuvarlanmanın eşiğine
 gelmişlerken kapı zili Alegre'nin imdadına yetişti. Zihinsel özürlü
 altı yaşındaki oğlu Manuel'le Bayan Serrano gelmişti. Annesi içeride
 doktorla onun durumuna dair özel bir konuşma yaparken Manuel, iki
 elinde birer renkli kitap, sessiz ve uysal ilişiverdi bekleme odasında
 bir koltuğa.
 Manuel kitaplara bayılırdı. Nereye gitse yanına beş-altı adet kitap
 alırdı. Kitaplar da onu seviyor olmalıydılar ki sayfalarına yanardöner
 girdaplar çizmesine, sıkılana kadar üzerlerini karalamasına, sıkılınca
 da onları bin parçaya bölmesine ses çıkarmıyorlardı. Her şeyden ziyade
 konfetileri severdi.
 Alegre yalnızca Manuel'le yalnız kaldıkları anlarda onu neşelendirmek
 için masasının üzerindeki kar küresini sallardı.
 104
 Sabah 10:33'le 10:35 arasında, mektuplar ve kolilerle dolu bir UPS
 kamyonu, senenin bu zamanında pek alışıldık olmayan ılık bir esinti,
 kendisini "hacker" olmakla suçlayan öğretmeninden intikam almak için
 adamın bilgisayarına girmek üzere yola çıkmış bir hacker. Modern
 Sanatlar Müzesi'ne giderken yolunu kaybetmiş Norveçli bir turis! ve az
 önce tanımadığı iki kişi tarafından aranan -birincisi ekstra mantarlı
 büyük bir vejetaryen piza siparişi, ikincisi de kız arkadaşının onu dün
 gece aldattığı haberini vermişti- pizzacı çocuk, her biri kendi ayrı
 ritimlerinde ama benzer şekilde dalgın ve usulca Pearl Sokağı'ndan
 geçtiler. Onlar birbiri ardına geçerken, tadilat halindeki bir evin
 üçüncü katına dayanmış merdivenin üzerindeki adaleli, neşeli işçi
 sabahleyin Joe'nun yerinde öğrendiği melodiyi ıslıkla çalarak hepsini
 şöyle bir seyretti, çekici kemerinden çıkardı ve cephenin gevşemiş
 çivilerini dövmeye başladı. Tam o anda duvarın öteki tarafında Ömer
 suratına tokat yemiş gibi uykusundan sıçradı ve ABD'deki ilk evinde
 gözlerini panikle açtı.
 Gürültüden sonra ona daha büyük darbeyi indiren evdeki kokuydu, mutfağa
 yaklaştıkça her adımda yoğunlaşan o ağır koku. Oradaydılar. Üçü birden.
 Piyu sosis kızartıyor, Abed yumurta çırpıyor, ortalarında Arroz siyah,
 mahzun, aç gözlerle doyurulmayı bekliyordu.
 "Günaydın!" diye bağırdı yeni ev arkadaşları bir ağızdan.
 Ömer onlara tedirgin bir bakış fırlattı. Sabahlan daima biraz asabi
 olduğundan insanların uyandıklarında nasıl böyle manasızca neşeli ve
 sonsuz enerjik olabildikleri onun için bir muammaydı.
 "Yumurtayı nasıl sevdiğini bilmediğimizden omlet pişiriyo-ruz," dedi
 Piyu gülümseyerek. "Merak etme bu sosis domuz sosisi değil."
 Ömer başının ağrımak üzere olduğunu hissetti: "Domuz eti yerim. Omlet
 sevmem. Kahve nerde?"
 "Omlet sevmez misin?" dedi Piyu hayretle.
 "Domuz eti yer misin?" dedi Abed hayretle.
 Sonra birlikte hayretlerini katmerlediler: "Kahve? Kahve mi
 istiyorsun?"
 105
 Ama bu vaatkâr bir sorudan ziyade meşum bir ünlemdi. Gerçi ev
 arkadaşlarının bir kahve makinesi vardı (dolaplardan birinde olmalıydı)
 ama evde kahve yoktu (bir yerlerde gözlerine ilişmişti sanki). Ama
 fikrini değiştirdiyse nane çayı ya da sıcak çikolata içebilirdi.
 Böylece yeni evindeki ilk sabahında Ömer bir sürü keşifte bulunmak
 zorunda kaldı, bu keşifler arasında kahve satan en yakın dükkânın bir
 blok ileride olduğu, evden oraya yürümenin beş kere Barry Adamson'ın
 The Vibes Aim notin' But the Vibes (Duygu, Bütün Mesele Duygu) şarkısı
 kadar sürdüğü, dolapta gerçekten de bir kahve makinesi, hem de
 hayrettir iyi bir kahve makinesi bulunduğu ama kahve değirmeninin bozuk
 olduğu ve kahve çekirdekleriy-le birlikte en azından acil durumu
 atlatmasına yarayacak bir fincan kahve almamakla enayilik ettiği de
 vardı. Sabahın geri kalan bölümünü kahve değinilenini onarmakla geçirdi
 ve merdivendeki adaleli, keyif kumkuması işçi ilk molasını vermeden
 önce çekirdekleri iri taneli bir toza dönüştürmeyi başardı. Sonra
 gururla ve hürmetle bir kahvedanlık dolusu zifiri kara eserini odasına
 taşıdı.
 Nihayet birkaç fincan devirip sakinleştiğinde kıvrılmış bir kâğıt
 parçasıyla oynamaya başladı. MİT yatakhanesinden ayrılmadan önce esmer
 kıza kendini takdim etmiş, adını sormuş, Tracey olduğunu öğrenmiş,
 sonra eve çıktığını ve onunla tanışabilmek için tek şansının telefon
 numaralarını hemen değiş tokuş etmek olduğunu söylemişti, kendisinin
 bir telefonu olsa numarasını seve seve verirdi ama olmadığına göre
 Tracey kendisininkini veremez miydi acaba? İnanmakta hâlâ güçlük çekse
 de Tracey telefonunu vermişti.
 Doğrusu Piyu ve Abed'in kendileri hakkında Ömer'e eksik bilgi vermeleri
 gibi o da bazı gerçekleri saklamıştı. Hayati sarımsak meselesi ya da
 başka bir konuda yalan söylememişti gerçi. Kahvesi, sigarası, otu ve
 alkolü bulunduğu müddetçe genelde... teorik olarak... geçimli biriydi.
 Normal bağımlılık koşulları altında iyi bir ev arkadaşı olabilirdi
 kuşkusuz. Onun baştan haber vermeyi ihmal ettiği şey sonsuz bir zincir
 halinde birbiri ardına evi ziyaret edecek muhtemel kadınlar
 silsilesiydi. Daha doğrusu, önceden bildirmedi-
 106
 ği hatta çıtlatmadığı şey hayatının bu ayan beyan yanlışlıklarla dolu
 ama asla değişmeyen, daima yinelenen çekim ve itimiydi: kız arkadaşlar!
 Ömer'in karşı cinse meyli, bir oyuncak arabanın kendi yolunda güvenle
 ilerlerken karşısına çıkan her engelin önünde acıklı acıklı
 debelenmesine benzetilebilirdi. Tıpkı o pilli arabalar gibi, ne zaman
 engelin üzerine çıkmayı başaramayıp sırtüstü yuvarlansa, ters dönmüş
 bir kaplumbağa gibi debelenir ve nihayet taklasını tamamladığında
 tekrar tırmanıp tekrar düşer, pilleri tümüyle bitene ya da bir dış güç
 onu bu taklanın içinden çekip çıkarana kadar asla yöntemini
 değiştirmeyi aklına getirmeden bunu ha bire tekrarlardı. İşleri daha da
 karmaşıklaştıran onu bir kadın taklasından çekip çıkaranın genelde
 başka bir kadın olmasıydı.
 "Kusura bakmayın," dedi Alegre soluk soluğa içeri girerken.
 "Sorun değil Alegre, biz de yeni başladık zaten," dedi Connie,
 halkadakilerin hepsini gülüşüne dahil etmek için çepeçevre
 gülümseyerek. "Amy bize Maureen'in günlüğünü nasıl yorumladığını
 anlatıyordu."
 Amy Alberts evinde yaptığı köpek bisküvilerini -satarak hem şöhret hem
 de epeyce para kazanmış sonra biricik kızı tarafından acımasızca
 piyasadan silinmiş ve sinir krizi geçirerek hastaneye kaldırılmış bir
 orta sınıf, hırslı ev hanımıydı. O gün bu gündür buğday, kepek,
 çavdar... kendisinin bir zamanlar yapmaktan gurur duyduğu köpek
 bisküvilerinin rengine benzeyen ya da malzemesini içeren hiçbir şey
 yiyemiyordu. Bu yiyecek-terapisinin iyileşmesini sağladığını söylüyordu
 ama Alegre genelde onun insanların hayatlarına burnunu sokmak için
 geldiği fikrindeydi, tek kızı da muhtemelen bu yüzden ona sırt
 çevirmişti. Yine de kuşkusuz grubun en cakalı üyesi, Connie'nin
 gözbebeğiydi. Bu üstünlüğünü kaybetmemek için azami gayret sarfediyor,
 bütün grup üyelerinin ısrarla hazırlamaya teşvik edildiği BU HAFTAKİ
 YEMEK GÜNLÜĞÜM'ü en ince ayrıntı-
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 107
 sına kadar yorumluyordu. Alegre grup terapisinin en büyük sorununun tam
 da bu noktada yattığı kanaatindeydi. Bir müddet sonra bazı grup üyeleri
 kendilerini terapist sanmaya başlıyorlardı.
 "Maureen'in günlüğünü gördüğümde, bu hafta yediklerini gördüğümde
 üzüldüm ve kızdım... Üzüldüm ve kızdım," diye yineledi Amy, belki ilk
 söylediğinde anlaşılmamıştır diye. "Şu cumartesiye bakın. Kızarmış
 patates, soğan halkaları, duble hamburger! Rezillik. Pazar günü de
 aynı. Belli ki hafta sonlan Ken evde olduğu ve böyle şeylerle
 beslendiği için. Ken yanında olduğunda Maureen kendisi olamıyor."
 Hepsinin gayet iyi bildiği üzre Ken, Maureen'in ikinci kocasıy-dı. Her
 seansa onu arabayla Ken getiriyor, sonra gelip alıyordu. Alegre,
 adamcağızın kendisine tümüyle yabancı olan bunca kadın tarafından
 durmadan nasıl kötülendiğini bilip bilmediğini merak ediyordu, acaba
 öğrense karısını getirmeye devam eder miydi?
 "Ya sen Alegre? Günlüğünü getirdin mi?" diye sordu Connie.
 Alegre kibarca gülümseyerek geçen haftanın günlüğünün fotokopilerini
 grubun üyelerine ve son olarak da Connie'ye dağıttı.
 Pazartesi 21: Enerji ve kararlılıkla işe geldim. Dr. Marc Fitzpatrick'in
 yedi randevusu vardı, yoğun bir gündü. Öğlen hindili sandviç
 yedim. Akşam yemeğini evde yedim.
 Salı 22: Hastaneye la Tia Piedad'ı ziyarete gittim. Ona gazpaço
 götürmemi ve sonraki sefere Piyu'yla gelmemi istedi.
 Çarşamba 23: Bütün gün işteydim. Öğlen salamlı sandviç yedim.
 Connie'nin ısrarlı uyanlarına rağmen Alegre ,ıin günlükleri kısa ve
 güdüktü, iç dünyasını pek açığa çıkarmıyordu, yediği şeyler hakkında
 daha da az bilgi vardı, tabii yedikten hemen sonra kustuklarından hiç
 bahsetmiyordu. Grup yorumlama işlemine nasıl başlayacaklarını bilemez
 vaziyette birbirine baktı. Kadınlr ;dan biri konuşmaya gönüllü olduysa
 da Gazpaço'yu bir erkek zannedip Aleg-re'nin hayatında bir aşk üçgeni
 aramaya yelteni ıce diğerleri tarafından hemen susturuldu.
 108
 "Bu aralar grup için yemek pişirmek ister misin?" diye sordu Connie,
 kimsenin yapacak yorumu olmadığı anlaşılınca.
 Alegre her zamanki gibi nazik, uysalca başını salladı. Ne de olsa
 hayatında en iyi yaptığı şey ve burada bulunmasının en iyi tarafı yemek
 pişirmekti. Günlüğünü bırakıp ÖNÜMÜZDEKİ HAFTA YAPILACAKLAR LİSTESİ'ni
 çıkardı, "Sonraki seans için yemek pişirilecek!" yazdı.
 Seansın geri kalanında Connie, kendine Şişko Piliç Hayranı diyen bir
 adamın itiraflarını okudu. Adam hep şişman kadınlarla çıkmıştı ve günün
 birinde bütün dünyaya bunun sebebini ilan eden bir manifesto yazmıştı.
 Batı kültürünü kadınlara bu daracık deli gömleğini dayattığı için
 şiddetle tenkit ediyor, kızlann arzulanır olmak için şişmanlatıldığı
 kültürleri övüyordu. Las chicas gorditas hayranı Latin erkeklerini
 örnek veriyordu, dediğine göre Latinler "kemiğin köpekler, etin
 erkekler için" olduğunu biliyorlardı.
 Alegre okuma devam ederken kimi grup üyelerinin dönüp dönüp onun tahta
 gibi göğüslerini kinci bir gülüşle süzdüklerinin farkında
 değilmişçesine sessizce oturuyordu.
 109
 Amerikalılar!!!
 Amherst'ten Boston'a dükkân sahipleriyle kontratını yenilemek için
 gelen iri yarı, kel arıcının suçu değildi, Ömer'le birlikte markette
 sırada beklerlerken sütsüz ve şekersiz koca bir bardak kahveyi onun
 pantolonuna dökmek. Kuşkusuz aklı başka yerde olmasa daha dikkatli
 olabilirdi arıcı - senelerdir mallarının alıcısı olan dükkân sahibi bu
 sabah ona getirdiği balın ve akçaağaç şurubunun kalitesinden memnun
 olduklarını ama artık kendisinden elmalı çörek almayı keseceklerini
 söylemişti. Elmalı çöreklerinin nesi vardı ki sorusu ile boğuşuyordu
 adam belki de biraz dikkatsizce geriye dönüp, tam arkasında duran uzun,
 ince, asık suratlı delikanlının üzerine elindeki koca bir fincan
 kahveyi döktüğü esnada. Bu kazanın bir suçlusu varsa o da Ömer'di, adam
 değil, zira kasaya haddinden fazla yakın durmuş, önündeki müşteriye
 kıpırdayacak alan bırakmamıştı. Kuşkusuz Ömer de daha dikkatli, üstelik
 daha az somurtkan olabilirdi, şayet iki haftalık vasat muhabbet,
 vasatötesi seks sergüzeştinin ardından Amerikalı ikinci kız arkadaşı
 Elaine yarım saat kadar önce aralarındaki bu şeyden bir şey
 çıkmayacağını söylememiş olsaydı. Bu yüzden de her ne kadar ilk bakışta
 arıcı ile Ömer çarpışmış gibi görünseler de, esas çarpışan arıcının
 satış yaptığı dükkânın sahibi ile Elaine'di.
 Ömer elinde (arıcının aldığı) yeni bir fincan kahve, pantolonunda
 kocaman kahverengi bir leke ve yüzünde daha da karanlık bir ifadeyle
 dükkândan çıktığında arka arkaya üç sigara içip Alabama 3'ün Mansion of
 the Gods {Tanrıların Malikânesi) şarkısını tekrar tekrar dinleyerek bir
 müddet yürüdü. Biraz neşelenmek için kendine güzel bir yemek
 ısmarlamaya niyetlendi, sonra ev arkadaşlarının da yiyebileceği güzel
 bir şeyler almakta karar kıldı. Abed'e
 110
 hediye olarak bir Fas lokantasından "kuzu etli kuskus" ve incir tatlısı
 aldı, yakınlarda bir yerde menüsünde paella olan bir yer bula-madıysa
 da "salçalı biftekli tako"nun Piyu'yu Alegre'nin yaptıkları kadar mutlu
 edebileceğini umuyordu. Kendisi içinse üç şişe kırmızı şarap aldı.
 "Eee neyi kutluyoruz?" Piyu o yumuşak gamzeli gülüşüyle güldü.
 Aslında daha sekiz gün vardı ama yine de birinci ay dönümlerini
 kutlamaya karar verdiler. Yemek masası sadeliği ve şatafatsızlı-ğıyla
 samimiydi. Piyu'nun hayret dolu bakışları altında, Abed Ömer' in
 içkisini, Ömer ise Abed'in içmemesini görmezden geldi. Müslüman
 memleketlerden gelenlerin yurtdışında yan yana düşüp de o sırada, hatta
 belki asla yüzleşmek istemeyecekleri kadar keskin ayrılıkları olduğunu
 hissettiklerinde birbirlerine karşı takındıkları o yarı hoşgörülü, yarı
 umursamaz sessizliğe bürünmüştü ikisi de. Yemek sırasında, her biri bir
 öncekinden keyifli hikâyeleri arka arkaya anlatan Ömer hiç de sabahlan
 olduğu gibi aksi görünmüyordu hatta ikinci şişeyi de devirdikten sonra
 iyice açılmış, galeyana gelmişti.
 Ama çok geçmeden pek o kadar da eğlenceli olmayan şeylerden, geçmişteki
 acılar ve kabahatlerden, gelecektekilerin ona verdiği korkudan
 bahsetmeye başladı. Ruh halindeki bu ani değişiklik göründüğü kadar
 sebepsiz değildi, sadece şarabın marifeti, hatta Elaine'in sebep olduğu
 burukluk da değildi. Bu geçişin sebebi ruhunun derinliklerinde başka
 bir yerde konumlanmıştı. Her ne kadar zaman zaman kendini Türkiye'den
 kopuk hissetse de, Ömer içinde büyüdüğü kültürel ethosu bilerek ya da
 bilmeyerek içine sindirmişti. Çok gülenin çok ağlayacağına inanan,
 fazla ya da yüksek sesle gülmenin iyi olmadığını, hatta uğursuz
 olduğunu öğütleyen, zira bu neşe sağanağını bir elem sağanağının takip
 edeceğinden korkan bir ethos. Gözlerinden yaşlar gelene kadar gülersen
 sana şu basit gerçeği unutmamanı tavsiye eder bu öğreti: "göz yaşarana
 kadar gülmek" gülmekten ziyade ağlamaya yakındır.
 Ama birinin korkulardan, evhamlardan bahsettiğini dinlemek onu esnerken
 seyretmeye benzer. Daha onunkiler bitmeden bir de
 111
 bakarsın sen kendininkileri saymaya başlamışsın. Çok geçmeden Abed'le
 Pİyu da Kader'in onlara ne oyunlar oynayacağı konusunda kafa yormaya
 başlamışlardı. Yine de masaya boca edilen çeşit çeşit endişelerin en
 büyük paydası "yabancı memlekette yabancı olmak" olduğu için bir süre
 sonra konuşma ortak ilgi alanlarına yöneldi: "Amerikalılar!"
 "Kütüphanenin her yerine yapıştırdıkları şu fosforlu sarı DİKKAT DİKKAT
 bantlarını gördünüz mü? Birilerini bıçakladılar filan sandım," dedi
 Piyu. "Meğer neymiş, insanları yağmura karşı uyarı-yorlarmışü!
 "MERDİVENE DİKKAT! yazıyor merdivenlerde, DİKKAT ALÇAK TAVAN! levhası
 var Öğrenci İşleri'nin tek tek bütün katlarının tavanlarında. Kahve
 bardaklarının üzerinde DİKKAT SICAKTIR! meyvelere yapıştırdıkları
 çıkartmalarda OLGUNLAŞINCA YUMUŞAR! yazıyor. Arabaların yan
 aynalanndaki etiketlerde Aynadaki nesneler göründüklerinden daha
 yakındır uyarısı var, halk otobüslerinin kapılarında açılabilecekleri
 belirtiliyor! Herhalde sadece Amerika'da KAR KAYGANDIR diye bir uyan
 ile karşılaşabilir insan..."
 "Ben en çok, en ufacık kıytırık şeylere dahi ıcığımn cıcığı isimler
 vermelerine hastayım," dedi Abed elinde bir tomar renkli şeritle
 odasından döndükten sonra. Açık tonlardan koyu tonlara doğru sıralanmış
 her şerit değişik bir renge ayrılmıştı. "Şunlara bakın. Evlerini dekore
 etmeyi planlayan insanlar kullanıyor bunları. Bunları bulduğum dükkânda
 yüzlercesi var. Her bir tona acayip bir isim takmışlar!"
 Bej rengine Çöl Şafağı Yankısı, kahverenginin koyusuna Çocukluğun Kum
 Kaleleri, açık maviye Göksel Bulmacalar, toz pembeye Yastık Muhabbeti,
 beyazın bir tonuna Dünmüs Gibi, cırtlak turuncuya Aron 'un Çilleri...
 ismi verilmişti. Şeritlerin üzerindeki tuhaf isimlere bakarken üçü de
 hayretle başlarını salladı: "Amerikalılar!"
 Hiç böyle bir niyetleri yokken, kendiliğinden, sohbetlerini "Amerika'da
 Amerikalı olmamanın zorlukları" ismindeki ortak renkle boyamaya
 başlamışlardı. Aynı rengin biraz daha koyu bir tonuna "Gündelik Hayatın
 Zorlukları" denebilirdi. Büda'nın temel
 112
 öğretileri dünya çapında yabancıların sorunları için de geçerli olsa
 gerek. Zira burada da Büda'nın dediği gibi "en basiti başarmaktır en
 zor olan".
 Telefon konuşması yaparken, bu sefer doğru alan kodunu çevirdiğine,
 doğru parayı doğru zamanda attığına yüzde yüz emin olduğun halde
 mekanik hanımın "Özür-dileriz-konuşmanız-tamamla-namamaktadır"
 mantrasını yinelediğini duyunca cinnet getirmemek mesela. Sürekli başka
 özel kartlarla kansan bir özel kartla çalışan fotokopi makinesini nasıl
 çalıştırmalı, satıcı kadının delici bakışla-n altında hangi ekmekçiğin
 üzerine (yirmi küsur çeşidi var) hangi peyniri (vitrinde on küsur
 çeşidi var) istediğine nasıl hemen karar vermeli, penisindeki kaşıntıyı
 eczacıya nasıl anlatmalı... gündelik hayatın yılankavi patikalannda
 salınırken sabahtan akşama, rutinin basit ama bir o kadar alengirli
 makinesini nasıl yürütmeli ve en ufak şeyleri yanlış yaparken tekrar
 tekrar budala gibi görünmemeyi nasıl başarmalı? İnsanı en fazla küçük
 düşüren, her şeyden çok mahcup eden işte bu basit gündelik hayattı.
 "Buraya geleli daha bir ay olmamıştı," diye mmldandı Abed bir itirafın
 eşiğinde. "Domates almak için süpermarkete gittim. Sonra domateslerin
 önünde sohbet eden iki şık hanım gördüm. Onlan rahatsız etmemek için
 markette dolaşmaya başladım, tabii ihtiyacım olmayan bir sürü şey aldım
 ama döndüğümde hâlâ oradaydılar. Tekrar yanlarına geldiğimi görünce
 konuşmayı bırakıp, bir tehdit-mişim gibi sabit gözlerle benim
 hareketlerimi seyretmeye başladılar. Gözlerinden okunuyordu böyle
 düşündükleri. Bozuntuya vermeden domates seçmeye başladım ama hâlâ bana
 bakıyorlardı. Sonra korkunç bir şey oldu. Tanrım, burnumdan nefret
 ediyorum! Bir domatesi almak için öne" eğildim, aniden burnumun
 aktığını gördüm, kadınların da gördüğünün farkmdaydım, panikledim,
 kâğıt mendilimi bulamadım, daha beter panikledim, kaşla göz arasında
 sümüğüm domateslerin üzerine akıverdi. Ouaghauogh! Çok utanç vericiydi.
 O anda tek gördüğün seni nasıl gördükleri. Arap'a benzeyen şüpheli bir
 adam yaklaşıyor, burnu domateslerin üzerine akıyor, kesin Arap!"
 113
 Piyu'yla Ömer, ikisi de onun ne demek istediğinin kendince gayet iyi
 farkında, dostane gülümsediler. Onlara bu olayı anlattığına memnun olan
 Abed biraz rahatlamış görünüyordu. Ama anlatmadığı şeyler de vardı. Şık
 bir kafede otururken içeri başörtülü üç Müslüman kız girdiğinde ne
 kadar tedirgin olduğunu kimseye anlatamazdı mesela. Kızlardan birinin
 kucağında bebek vardı, gencecik bir anne. Onları gördüğü andan itibaren
 Abed bir gözüyle onların hareketlerini, öteki gözüyle diğer müşterileri
 takip etmeye başlamıştı. Etraftakilerin kızlara bakıp bakmadığını,
 bakıyorlarsa ne gördüklerini çözme merakı yüzünden kendisinin gözlerini
 kızlara dikmesi ironikti bir bakıma. Sonra kızlar hararetle muhabbete
 devam ederlerken bebek annesinin kucağından inip, öteki masalarda ne
 olduğunu keşfetme hevesiyle yerde emeklemeye başlamıştı. Kötü bir şey
 olmamıştı. Olağandışı bir şey yoktu. Bir süre sonra anne bebeği yerden
 almış, sonunda kızlar çaylarını bitirip kalkmışlardı. Kimse onlara kötü
 ya da düşmanca davranmamıştı. Abed'in kendine açıklayamadığı şey
 Müslüman kızlar kafeden çıkana kadar hissettiği inanılmaz gerginlikti.
 Amerikalıların gözüne nasıl göründüklerini görebilmek için Abed
 kızlara, bilhassa da anneye yargılayan nazarlarla bakmış, bebeğin kirli
 yerlerde emeklemesine izin verdiği için ona sinir olmuştu. Hayır, bu
 hadiseyi anlatmayacaktı ev arkadaşlarına. Ayakkabı aldığı dükkâna gidip
 her ay muntazaman şikâyette bulunan arkadaşı Cemal'den de
 bahsetmeyecekti keza. Cemal'in bunu yapmasının tek nedeni her seferinde
 dükkânın ayakkabıları geri alıp ona yeni bir çift ayakkabı vermesiydi.
 Abed, Cemal'in tüketici haklan sistemini -rasyonel kapitalist Batı
 dünyasında nice gayri-Batılının irrasyonel bulduğu bu sistemi- sömürmek
 için duyduğu doymak bilmez arzudan ne kadar utandığını da
 kaçırmayacaktı ağzından.
 Sıkıntılı bir sessizliğin ardından Ömer mırıldandı: "İnsan yabancı oldu
 mu kendisi olamıyor artık. Başkalarının gözünde bir ulusal kimlikten
 ibaretim artık. Kendim hariç her şeyim."
 Bu hissini onlarla paylaşmak güzeldi. Ama bir ay önce Tracey' le
 sevişmeye başladıklarında başına gelenleri asla anlatmayacaktı onlara.
 Bir ara Ömer hâlâ kızın üzerindeyken cebinden bir prezer-
 114
 vatif çıkarmış ve kulağına fısıldayarak takmasına yardım etmesini
 istemişti. Ama kız birden geri çekilip suratını asmıştı: "Türk
 prezervatifi mi bu? Takmadan önce deliği var mı kontrol et." Şaka
 mıydı? Ciddi miydi? Ömer bunun cevabını bilemiyordu. Tek bildiği
 kendisi hiç alınmamış numarası yapsa da penisinin ondan daha dürüst
 davrandığı ve Türk prezervatifi içinde hızla büzüştüğüydü. Hayır, bu
 meşum hadiseden ev arkadaşlarına bahsetmeyecekti.
 "Latinler iki arada bir derede. Bu ülkenin bir parçası haline gelmişler
 ama bir bakıma pek kaynaşamamışlar. Herkes diyor ki bütün göçmenler
 burada tutunuyor, Hispanikler neden başansız? Alegre anlattı, dokuz
 yaşındayken müdür annesine bir mektup yollayıp okulda hiç ilerleme
 kaydedemediği için evde çocukla İngilizce konuşmalarını, İspanyolcayı
 askıya almalarını rica etmiş. La Tia Pie-dad bunu duyduğunda meseleyi
 öyle ciddiye almış ki Alegre yanlarındayken ailedeki herkesin İngilizce
 konuşmasını buyurmuş. Düşünebiliyor musunuz? Ahora we speak con la
 niiia in English1. Dil Amerika'da kudret demektir. Latinler bunu
 herkesten iyi bilir. İşitilmek istiyorsan söylediğini galibin diliyle
 söylemelisin!"
 Piyu bu küskünlüğü içinden attığı için rahatlamış görünüyordu ama
 kendine saklamayı tercih ettiği şeyler vardı. Alegre'yi ve teyzelerden
 oluşan geniş ailesini ne kadar severse sevsin zaman zaman âdetlerine
 ayak uydurmakta zorlandığını ve kendi kültürünü kesinlikle Avrupa
 medeniyetinin bir parçası, hatta onun biraz donuk zevkini renklendiren
 bir unsur olarak gören, gayet yetenekli bir İspanyol olarak zaman zaman
 buradaki Hispanik cemaatlere, bilhassa da Tex -Mex âdetlerine kendini
 inanılmaz uzak hissettiğini asla itiraf edemezdi. Danslar, doğum
 günleri, barbeküler, evlilik yıldönümleri, tombala çekilişleri... bir
 araya gelmek, sosyalleşmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor gibiydiler.
 Piyu'nun nasıl ayak uyduracağını kestire-mediği, aslında ayak uydurmak
 isteyip istemediğini dahi bilmediği bir tempoydu bu. Hayır, bunlardan
 bahsedemezdi ev arkadaşlanna.
 "Madem derdimiz ortak birbirimize yardım edebiliriz!" Ömer, yüzü manik
 bir alevle yanarak sandalyesinden kalktı ve arkasındaki kitaplıktan
 tuğla gibi bir İngilizce-İngilizce sözlük alarak kupa-
 115
 stnı kaldıran gururlu bir şampiyon gibi başının üzerinde tuttu. Yapmak
 üzere olduğu teklifin ehemmiyetini daha iyi verebilmek istercesine
 derin bir nefes aldı. "Gündelik hayatımızda az sayıda İngilizce kelime
 kullanıyoruz. Daha fazlasına ihtiyacımız var. Daha fazla kelime, daha
 fazla güç demek!"
 Piyu'yu dinlerken aklına gelen şey, üç kişiyle oynanacak bir kelimeler
 oyunuydu. Sırayla birisi bir kelime soracak, diğer ikisi de o kelimenin
 eş anlamlısı ile zıt anlamlısını bularak örnek cümlelerde kullanacaktı.
 Bir skor tabelasının da yardımıyla oyunu gayet çekişmeli bir hale
 getirebilirlerdi.
 "Ya diğer iki kişi kelimenin anlamını bilmezse?" diye sordu Pi-yuÖmer
 omuzlarını silkti: "O zaman soruyu soran bütün puanları toplar."
 Ama zaman geçtikçe bu kuralın fazlasıyla sorunlu olduğu ortaya
 çıkacaktı. Sırf puan toplamak uğruna sorular çığrından çıkabili-yordu.
 Bu yüzden de sonraki günler ve haftalarda kendi istekleri hilafında
 bazı bitkiler ve böceklerin karıncalara cazip gelmesine myrmicophilism;
 bir boşaltma havzasında balıkların nehirde aşağı yukarı hareket
 etmelerine potanadromous dendiğini; floccinaucini-hilipilification
 kelimesinin bir şeyin değersiz ıvır zıvır olarak kate-gorize edilmesi
 olduğunu; üzeri mısırlarla kaplı harfleri bir tavuğun yemesi esasına
 dayalı fal bakma yöntemine birilerinin alectryo-mancy adını taktığını;
 copoclephily diye bir kelime olduğuna göre bu gezegen üzerinde reklam
 anahtarlıkları toplayan insanlar bulunduğunu ve oyunu bu şekilde
 oynamayı sürdürürlerse hepsinin ses-quipedalianism, yani uzuuun kelime
 kullanma tutkusundan mustarip olacağını keşfettiler.
 Bu durumda iyice zıvanadan çıkmasın diye bazı kuralların değiştirilmesi
 gerekti. Yerine yeni bir kural kondu: el-insaf kuralı! Yeni düzenleme
 gayet sarih ve basitti: Soruyu soranın Allah aşkına biraz insaflı
 olması bekleniyordu.
 116
 Ebediyen Pişirmek
 Bir sonraki seans için yemek pişirmesi istenmiş olmasaydı dahi, Alegre
 kliniğe dönerken gene sürekli yemek ve yiyecek düşünecekti. Yemek onun
 düşünce uçuşlannda daima business-class yokuşuydu, hep ön sıralarda,
 diğer yolculardan daha ayrıcalıklı, daha itibarlı. Ayrıca yalnız
 yolculuk etmeyi sever, kalabalıklar arasında hiç rahat edemezdi. Ne de
 olsa Alegre başkalarının yanında nadiren yemek yerdi, özellikle de
 yeterince yabancı değillerse. Arkadaşları ve akrabalarıyla aynı masaya
 oturmaya mecbur kaldığındaysa yemeğini yer ama bu yağlı yükü yemekten
 hemen sonra vücudundan dışarı atardı. İçinde yuvarlandığı bir fasit
 daire ise bu, süregiden tekerrürün gayet iyi farkındaydı, ne kadar az
 yerse o kadar çok yemek düşündüğünün, bunun da onu inanılmaz miktarda
 düşük kalorili yiyecek yemeye sevkettiğinin, neticede bu yiyeceklerin
 büyük miktarda karbonhidrat ve bol bol suçluluk ürettiğinin, bu yüzden
 de kusulmaları gerektiğinin ama onun ardından kendini daima temiz ve
 daha da aç hissettiğinin ve sil baştan yediğinin farkındaydı elbette.
 Sorununu biliyordu ve kesinlikle gafil değildi. Üzerinde çalışıyordu.
 Ruhunun inşaatı dur durak bilmeden devam ederken ona gerçekten faydası
 dokunan bir şey vardı: başkalannı beslemenin zevki. Kate'in Çorba
 Evimdeki evsizleri beslemekten memnundu, las tias, yani teyzeler ve
 halalar için sık sık yemek yapardı, Piyu'yu doyurmayı her şeyden çok
 severdi, tabii daima aç olan ev arkadaşları ve elbette Arroz vardı bir
 de. Alegre hiçbir yemek yapma çağrısını geri çeviremezdi. İşte otobüs
 durağındaki ilanı gördüğü sırada ahçılık tarihi kısaca böyleydi.
 117
 YARDIM! YARDIM! YARDIM! isteniyor, 12 Ekim Cumartesi akşamı evimde
 yaklaşık 20-30 kişiye vereceğim bir partide saat 6 ile 10 arasında,
 yaklaşık dört saatlik yardıma ihtiyacım var. Samimi bir toplantı
 olacak!
 YEMEK konusunda yardım edecek birini arıyorum, istediklerim: basit
 parti yiyecekleri, kokteyl aperitifleri, börekler, çin börekleri,
 peynir köfteleri, sizin önerebileceğiniz lezzetli ve güzel (ve fazla
 pahalı olmayan) her şey.
 Emeklerinize karşılık en az 4 saatlik ücret ödeyeceğim. 3aat ücreti dol
 gundur. İlgileniyorsanız lütfen beni arayın. Sadece ciddi ahçılar
 başvurmalıdır.
 Bu ilanda Alegre'nin en çok ilgisini çeken büyük harfle yazılmış
 kelimelerdi: YARDIM ve YEMEK. Bu iki kelime zaten senelerdir
 bilinçaltının keşfedilmemiş derinliklerinde kusursuz bir ikili
 oluşturduğundan hiç tereddüt etmeden ilandaki telefon numarasıyla
 adresi bir kenara not etti.
 *
 Abed tam çaydanlığı çalıştırmaya gidiyordu ki panik içinde durup geri
 kaçmaya çalıştı. Ama nafile, geç kalmıştı. Mutfaktaki kız onu görmüştü
 bile. Bir diğer diş-fırçası-sahibi tarafından tespit edilmişti.
 "Günaydın!" diye ışıltılı bir selam gönderdi kız.
 İki buçuk ay Ömer'le aynı evde yaşayıp, onunla aynı banyoyu
 paylaştıktan sonra Abed bir diş fırçasının sıradan bir nesne olmadığına
 iyiden iyiye kanaat getirmişti. Bir kere her şeyden önce modern bir kız
 arkadaşın çeyiziydi diş fırçası. Ömer'in boğazına kadar içine batıp
 çıktığı bu duraksız flörtler dolambacında banyodaki yeni diş fırçası
 yepyeni bir maceranın başladığını müjdeleyen bir ulaktı. Hep diş
 fırçalarıyla gelirlerdi çünkü. Hep önden gelirdi diş fırçası. Diğer
 bütün şeyler, temizleme pamukları, losyonlar, nemlendiriciler, yulaf ve
 bilmemne maskelerinden sonra sürülen avoka-
 118
 do ve yabanı ahududu tonikleri ve Dutun o şışeıeraeıu ne ıuugu uclirsiz
 sıvı toz ve kremler diş fırçasını takip ederdi. Ancak ne
 hikmetse ilk gelen en son giden olurdu. Her nedense kız arkadaşlar
 ayrıldıklarında diş fırçalarım asla almazlardı. Bu yüzden de
 ilişkilerin başladıklarım anlamak kolay ama bittiklerini kavramak daha
 zordu. Kozmetiklerini yanlarına alır, diş fırçalarını bırakırlardı.
 Abed banyoyu Ömer'le paylaşmaktan nefret ediyordu. Yine de duruma
 katlanabilirdi, tabii eğer diş-fırçasmın-ardındaki-yüzle-karşılaşma
 safhası olmasa. Ama artık bundan kurtuluş olmadığını biliyordu.
 "Selam ben Lynn!" dedi mutfaktaki kız gülerek. Ayağında yırtık bir kot
 vardı, alt dudağında bir piercing.
 "Merhaba Lynn," dedi Abed zoraki gülümseyerek. Başına gelecekleri bu
 kadar iyi bilmese daha içten gülebilirdi kuşkusuz. "Sen de... Halid
 olmalısın!?"
 Hadi bakalım, yine aynı şey! Belli ki Ömer, kız arkadaşlarını ya da kız
 arkadaşı olması muhtemel olanları eve getirmeden önce onlara ev
 arkadaşlanndan bahsetmeyi alışkanlık haline getirmişti. Her ne
 anlatıyorsa, kızlar eve gelip de Abed'le karşılaştıklarında, anlaşılmaz
 bir sebepten ötürü başta adı olmak üzere onun hakkında sahip oldukları
 şüpheli bilgileri ifşa etmekten kendilerini alamıyor-lardı. Adını doğru
 hatırlasalar ya da hatırlayamadıklarında hiç olmazsa sorma zahmetine
 girseler bu kadar kötü olmayacaktı netice. Ama sormak yerine tahminde
 bulunmayı tercih ediyorlardı. Bir atış yapmayı. Rasgele bir atış. Sırf
 akıllarına esen ismin tortusu kulaklarına zaten orijinali kadar yabancı
 geldiği için serbestçe uydurma hakkını kendilerinde buluyorlardı.
 "Doğrusu Abed," diye düzeltti, talimli bir nezaketle ve harfleri tek
 tek saydı.
 Bu kız arkadaşları silsilesinde en beteri ilkiydi. Şu MİT öğrencisi
 sağlık-düşkünü, uzun boylu, esmer kız. Onun gibi toksik-madde-siz bir
 kızın nasıl olup da sigaracı, içkici, kimbilirdahaneci Ömer'le
 anlaşabildiği Abed'in çözmeyi basara nadığı bir bilmeceydi. Uzun
 sürmemesine şaşırmamıştı. Gerçi Ömer'le kimsenin ilişkisi uzun
 sürmüyordu ya neyse. O kızla karşılaşmak sonradan gelenlerle kar-
 119
 5.ıa$maft.uuı uaım sarsıcı oımuştu Abed için. Muhtemelen zamanla durumu
 kanıksadığı, evde tanımadığı kızlarla burun buruna gelmeye, banyoda
 başka başka diş fırçaları görmeye alıştığı için. Ama ilk başta Tracey
 onu gafil avlamıştı. O sabah Abed mutfakta sükûnetle nane çayının
 kaynamasını beklerken, bu kız nefes nefese içeri dalıp "Merhaba! Ben
 Tracey..." diye bağırmıştı kesik kesik. Koşudan filan dönmüş gibi bir
 hali vardı. "Sen de... Law-ren-ce olmalısın?!"
 Abed, suratı hayretten çarpılmış vaziyette bakakalmıştı ona, çaydanlık
 ötmeye başlamasa daha epeyce öyle duracaktı. Bir yerlerde bir
 karışıklık olduğu besbelliydi ama kızın daha neleri birbirine
 karıştırdığını merak etmişti. İnsan beyninin haritalanmamış kıyıları
 ona bir oyun oynayıp, gördüğü bir Arap'ı Arabistanlı Lawrence'^
 iliştirmesine mi neden olmuştu? Abed'in bunca zaman sonra dahi
 bulabildiği yegâne akla yatkın açıklama buydu.
 Diğer kızların hiçbiri bu kadar uçmamıştı ismini kafadan atarken.
 Doğrusu Tracey'le kıyaslandığında diğerleri bayağı yaklaşmış sayılırdı.
 Abed'in onlarla bir alıp veremediği yoktu aslında. Hatta başka bir
 yerde, bunun dışında bir bağlamda karşılaşsalar içlerinden bazılarıyla
 iyi arkadaş bile olabilirdi. Ancak bu özel koşullarda, iki tarafın da
 ilgisi asılsız, hatta sahte olmak durumundaydı. Çünkü ne Abed'le Piyu,
 ne de kız arkadaşlar gerçekten, içtenlikle konuşuyorlardı; sadece rutin
 bir nezaketin ya da nazik bir rutinin şurupsu kelimelerini
 kullanıyorlardı. İlk başta bütün kız arkadaşlar Abed, Piyu ve hatta
 Arroz'u sadece yeni erkek arkadaşları dolayı-mıyla, yani onun fazladan
 uzantıları olarak algılıyorlardı. Ömer'le bir ilişki yaşamaya
 başladıktan sonra onu, arkadaşları, akrabaları, hobileri ve diğer sahip
 olduklarıyla birlikte bir bütün olarak kucaklıyorlardı. İyi pişmiş bir
 biftek siparişi vermeye benziyordu bu, yanındaki patates püresi ve
 brüksel lahanasını da seve seve kabul ediyorlardı. Belki de daha çok
 kaynaşabilmek için hepsinin tek ihtiyacı biraz zamandı. Ama hiçbir
 ilerleme kaydedilemeden, Piyu, Abed ya da Arroz daha iyi bir role terfi
 edemeden ilişki sona eriyor, kozmetikler gidiyor, derken kısa bir
 durgunluk hasıl oluyor, onu da banyodaki yeni bir diş fırçası takip
 ediyordu. Bu yinelenen tarihi
 120
 göz önünde bulunduran ve öngörülebilir bir gelecekte herhangi bir
 iyileşme umudu olmayan Abed, Lynn'in sohbet girişimlerini kibarca ama
 kararlılıkla savuşturdu ve hızlı tarafından demlediği bir çaydanlık
 dolusu nane çayıyla odasına geri koştu.
 121
 Çikolatalı Pastadaki Zehir
 Boston'da saat 15:30'u, İstanbul'da 22:30'u, Madrid'de 21:30'u, Marakeş'te
 20:30'u gösterirken Alegre, alet çantasıyla işe giden bir
 musluk tamircisi gibi çantası yemek kitapları ve en sevdiği
 baharatlarla dolu vaziyette parti evine vardı. Kapıyı çaldı ve bir
 yabancıya gülümsemeye hazırlandı. Ama kapıyı açan tanıdık biri
 olacaktı. Te-rapik okuma grubundaki şu kızıl saçlı kadın. Şaşkınlıktan
 ziyade huzursuzlukla birbirlerine baktılar. Aslında aynı terapi
 grubundan olanların dışarıda asla karşılaşmaması gerekir. Grup
 terapilerindeki kişilikler ve olaylar daima, en azından kısmen,
 kurgusal kalmalıdır; gerçek hayatla benzerlikler rastlantısal olsa da
 rastlanılmaması daha iyidir. Terapist için de aynı şey geçerlidir.
 Terapistinizi, üç kar-nıbahar alana indirim yapılan bir süpermarkette
 yığının içinde bezgin bezgin üçüncü karnı baharı seçmekteyken ya da bir
 eczanenin raflarında heyecanla Vajina Nemlendirici Jel aramaktayken
 görmemelisiniz asla. Terapistler gündelik hayatın usul usul döndüğü
 kamusal alana kesinlikle girmemelidirler, terapi-daşlar da.
 Ama karşılaşmışlardı işte. Yüzlerinde yarım bir somurtmayla tamamlanan
 yarım bir tebessüm, kapıda durmuş birbirlerine bakıyorlardı. Hemen
 ardından, yine aynı anda, hızlı bir bellek yoklamasına giriştiler. İki
 kadın da diğeri hakkında bildiği şeyleri hatırlamak için
 belleklerindeki karman çorman dosyaları gözden geçirdi. Ama ikisi de
 pek az şey bulabildi. Kapıyı açan kadının Alegre hakkında
 hatırlayabildikleri isimleri birbirine benzeyen bir sürü teyzesi ve
 çeşitli sorunlar yaşadığı bir erkek arkadaşı olan aşırı zayıf, ufak
 tefek, gözlerinin altı torbalı Katolik bir kız olduğu, günlüklerini
 yenilemeyi ihmal ederek Connie'yi daima hayal kırıklığına uğrattığı ama
 aynı zamanda yemek pişirme sırası kendisine her geldi-
 122
 ğinde harika şeyler yaparak grup üyelerine ziyafet çektiğiydi. Onun
 hakkında bütün bilip bildiği bundan ibaretti.
 Alegre'ye gelince karşısındaki hakkında tek hatırladığı, bembeyaz
 tenli, kocaman kulaklı, kıpkızıl saçlı, fazlasıyla asabi, Debra diye
 biri olduğu, saçının önündeki inek yalamış ters tutamın onu olduğundan
 daha cana yakın gösterdiği, yakın bir kız arkadaşıyla bazı sorunlar
 yaşadığı, artık onun tarafından sevilmemeye dayanama-dığı (ki Alegre
 bunun neden sorun olduğunu anlayamıyordu) ve belirsiz bir sebepten
 dolayı muz ya da çikolata yiyemediğiydi. Hepsi bu. Altı aydır
 paylaştıkları seanslar boyunca Alegre'nin bu kadına gösterdiği bütün
 ilgi bu kadardı.
 "Ne hoş tesadüf," dedi Debra zoraki bir neşeyle, "çok sevindim. Ne
 kadar iyi bir ahçı olduğunu biliyorum." Değişik bir hali vardı, okuma
 grubundakinden çok daha kendine güvenli görünüyordu. "Senin için bir
 sakıncası yoksa çalışmaya hemen başlayalım, zaman geçiyor ve hiçbir şey
 hazır değil."
 Alegre'yi soktuğu çivit mavisi mutfak duvardan duvara paketler,
 kutular, konserve kutuları ve kavanozlarla doluydu, gıda, gıda, gıda.
 Misafirlerin yediden sonra gelecekleri ve büyük olasılıkla sekiz buçuk
 civarında kurt gibi acıkacakları söylendi. Toplam yirmi iki kişi
 bekleniyordu. "Biz de iki kişiyiz. Doyuracak yirmi dört boğaz eder. Ne
 dersin? Başarabilir miyiz?"
 Ama çok geçmeden onaya çıkacağı üzre "biz" diye bir şey yoktu. Sadece
 Alegre vardı. Kendi ahçılık tarihinde bu kadar kısa sürede, bu kadar
 çok insan için bu kadar çok yemek pişirdiği olmamıştı hiç. Yine de
 yiyecek konusunda kendisine böyle muhtaç olunması sinirlerini
 yatıştırmış olacaktı çünkü kendini bu işin altından kalkmaya tamamen
 muktedir hissediyordu. O malzemeleri incelerken Debra Ellen Thompson da
 onu inceleyecek vakit buldu. Alegre'nin değişik bir hali vardı şimdi,
 okuma grubunda olduğundan daha az ürkekti.
 Gerçekten de kendinden emindi Alegre, hatta Debra nihayet mutfak
 kapısının öteki tarafındaki sürekli mızıldanan kadın sesinin yardımına
 koşup onu mutfakta yalnız bıraktığında kendine güveni
 123
 iyice artacaktı; dışarıdan gelen sese bakılırsa biri oturma odasını
 akşam için derleyip toplamaya çalışıyor ama aslında bu işi yapmak
 istemiyordu, hem de hiç. Alegre mutfakta tek başına kalınca oturma
 odasında olanları hiç merak etmedi, tıpkı evin geri kalanıyla ya da
 misafirlerin nasıl insanlar olduklarıyla ilgilenmediği gibi. O olmak
 istediği yerdeydi: mutfakta. Başka birine ait olsa da onun mutfağıydı
 burası artık. Tek bilmek istediği tam olarak ne pişirmesinin
 istendiğiydi. Ama kimse bu konuyu açıklığa kavuşturmak için gelmedi.
 Onun yerine içeri komik, basık burunlu, aşırı uzun tüylü, duman grisi
 tombul bir kedi girdi ihtişamla, hemen onun arkasından da ne işler
 karıştırdığını anlamak için yine aynı türden, tekir ve belki daha az
 mağrur bir başka kedi geldi. Evsahiplerinin ona nasıl bir menü
 istedikleri konusunda ipucu verecek kadar sorumlu davranmasını
 beklemekten ve kedileri seyretmekten sıkılan Alegre bu yiyecek
 gemisinin tek kaptanının kendisi olduğuna ve karar vermenin de
 kendisine düştüğüne kanaat getirdi. Buzdolabında bulduğu keçi peynirini
 pidelerin üzerine ufaladı. Dolaplarda bir sürü ton balığı konservesi
 buldu ve bunlardan bol bol şehriydi ton balığı fet-tuccine yaptı.
 Buzluktaki kıyma çabucak köfteye dönüştü; tezgâhın üzerindeki lahana
 barbunyalı lahana salatası oldu; artık mısırların bir kısmı puding,
 geri kalanı mısırlı kabak sotesi halini aldı. Patatesler her zamanki
 gibi fazlasıyla işe yaradı. Alegre onları haşladı, kızarttı, fırınladı,
 ezdi, üzerlerine çeşit çeşit baharatlarla soslar döktü. Geri kalanları
 domuz pastırması ve peynirle doldurdu. Dolaplarda bulduğu tako
 soslarının hiçbirini fazla tutmasa da tavuklu burri-tos doldurdu.
 Fıstıklı banma sosu ve tavuk ciğerli börek hazırladı. Bildik
 aperitifleri sıraladı - sarımsak soslu karides, söğüş salata ve
 peynirler. İki koca kâse cevizli Sezar salatası ve birilerinin bütün
 bunlara rağmen aç kalması ihtimaline karşı yirmi dört tane hindili klüp
 sandviçi yan yana dizdi. Geri kalan yumurtalarla limon suyunu limon
 kremalı turta yapmakta kullandı. Buzdolabında gördüğü yığın yığın muzla
 da muzlu turta yapmayı planlıyordu ki, yorgunluktan bitkin düştüğü için
 oturup biraz dinlenmesi gerekti.
 Bu yiyeceklerin hiçbirini değil yemek tatmak dahi istemiyordu.
 124
 Çantasını dolduran kırmızı greyfurtları çıkardı ve çiğnerken hesaba
 başladı: 11 kırmızı greyfurt, her biri 70 kalori, toplamda 910 kalori!
 "Şu hale bak, inanamıyorum!" Debra Ellen Thompson iki küsur saattir
 adımını atmadığı mutfağa girdiğinde bağırmaktan kendini alamamıştı.
 Tezgâhın üzerindeki her yemeğin karşısında konuk selamlar gibi tek tek
 saygıyla durdu. "Tanrım, ne diyeceğimi bilemiyorum. Muhteşem bir iş
 çıkarmışsın. Bu müthiş! Müthiş!"
 Ama kendisi "müthiş! müthiş!" görünmüyordu hatta "müthiş!" bile
 görünmüyordu. Daha ziyade saatlerdir ağlıyormuş gibi görünüyordu.
 "Sen iyi misin?" diye sordu Alegre kaşla göz arasında greyfurt kabuğu
 yığınını ortadan kaldırarak.
 "Evet... aslında hayır... ev arkadaşımın canı son zamanlarda çok
 sıkkındı, onu neşelendirmek için mutfağı çivit mavisine boya-dım... en
 sevdiği renk... ama pek işe yaramadı, sonra bir parti vermenin iyi bir
 fikir olacağını düşündüm ama ne kadar salaklık ettiğimi şimdi
 anlıyorum... bu kalabalık ona iyi gelmeyecek."
 Alegre ona, ev arkadaşını mutlu etmesinin neden bu kadar önemli
 olduğunu sormak istedi ama birden bu yorumun fazlasıyla Connie-vari
 olacağını hissetti. Hem gerçekten de çene çalacak zaman değildi.
 Misafirler gelmeye başlamışlardı bile.
 Bütün tepsilerle tabaklar oturma odasına taşındıktan sonra Alegre
 mutfakta yine yalnız kaldı. İçeri girip insanlarla tanışacağına ve
 onlarla birlikte yiyeceğine söz vermişti Debra'ya ama son anda yan
 çizeceğini gayet iyi biliyordu. Mutfağı toplamayı, tezgâhı temizlemeyi,
 çöpleri atmayı, birkaç tava ovmayı tercilı etti. Sonra içerideki
 seslerin dingin bir müzik çeşitlemesine, neşeli sohbetlere, hafif
 şakalara, şen gaflara çoğalmasını dinleyerek üç greyfurt daha yedi, 210
 kalori daha; giderek değişti sesler, ara sıra sinirli alaylar, aksi
 atışmalar da çalmıyordu kulağa. Derken bir yerlerden davul sesleri
 yükseldi ve fonda çalınan müzik aniden hızlandı. İçerdeki herkes aynı
 anda dans etmeyi zıplamakla, zıplamayı da tepinmek ve hoplamakla
 karıştırmaya karar vermişçesine zangır zangır sarsılmaya başladı ev.
 125
 Saatler Boston'da 23:33, istanbul'da 06:33, Marakeş'te 04:33
 ve'Madrid'de 05:33'ü gösterdiğinde Alegre mutfaktan çıkıp parasını
 talep etme zamanının geldiğine karar verdi. Dikkatle kapıyı açıp içeri
 baktı. Ama baktığı şey altı saat önce orada gördüğü oturma odasıyla o
 kadar alakasızdı ki alacakaranlık kuşağına girdiğini ve bu eşikten
 başka, bambaşka bir eve, yağmalanmış bir köye geçtiği hissine kapıldı.
 Debra görünürlerde yoktu. Alkole doymuş yüzler, esrardan bulanmış
 bakışlar ve bitkinlikten ağır çekim sallanan bedenler gördü, bazı
 çiftler aslında durup ayrılmak istiyorlarmış da görünmez bir el onları
 sonsuza kadar birbirlerine yapıştırmış gibi bezgin, baygın bir.
 salmımla hâlâ dans ediyorlardı; bazıları divanlarda ya da masanın
 etrafında alçak sesle kırık dökük muhabbet ediyorlar, bir zamanlar
 müthiş! müthiş! olan yiyeceklerden arta kalanları tırtıklıyorlardı.
 Alegre temkinli adımlarla odada dolaştı ama kimse onu fark edecek kadar
 uyanık görünmüyordu. Bütün bu insanların büyük bir şok yaşamışlar da
 etkisini üzerlerinden atmaya çalışıyor gibi bir halleri vardı.
 Alegre mutfağa döndüğünde orada karşılaştığı sahne, oturma odasında
 geride bıraktığı sahneden de hayret vericiydi. Dizlerinin üzerine
 çökmüş, başını fırının içine sokmuş bir kadın vardı mutfakta. Fırın
 yeraltına giden gizli bir geçitmiş ve kendileri de kadının peşinden o
 âleme gitmeye hazırlanıyormuş gibi yanında duruyordu kediler.
 "Af-eder-siniz," diye kekeledi Alegre zar zor duyulan bir sesle.
 Ama fırındaki kadın onu duymuş olmalıydı ki hemen dışarı çıktı, en
 azından çıkmaya çalıştı ve bu arada kafasını da çarptı.
 "Ay, ödümü kopardın! Sen kimsin?" dedi çatlak bir sesle, nihayet
 bacaklarının üzerinde doğrulmayı başardığında. Ama senra buz mavisi
 gözleri ani bir hatırlamayla parladı. "Ha kim olduğuı u biliyorum!
 Debra Ellen Thompson'ın koruyucu meleğisin. Alegre'ydi değil mi? Parti
 kurtaran Alegre! Mucizeler Azizesi!"
 "Sen... orada... ne yapıyordun?" demekten kendini alarmdı Alegre,
 şüpheli şüpheli ötekinin başına bakarken. Genç kadının zifiri kara
 saçlarından uzun saplı, gümüş bir kaşık şarkiye ıdu ve tu-
 126
 haf, hayli keskin bir kokusu vardı, şey... gaz gibi.
 "Ölüyordum ama görünüşe göre başarısız oldum," dedi beriki sırıtarak,
 elindeki bira kutusunu, Alegre'nin de elinde bira olsa to-kuşturacakmış
 gibi havaya kaldırdı - ama Alegre, elinde bira olsa bile neye
 içtiklerini bilemeyecekti, "ölmeye" mi yoksa onun bunu başaramamasına
 mı?
 "Belki de başarısız olmamışımdır... sen gerçek bir melek olma-yasın
 sakın?"
 Alegre gergin bir soluk saldı burnundan, duyduklarından sonra
 düşünebildiği yegâne tepki bu olabilmişti. "Ölmediğine sevindim," diye
 mırıldandı içtenlikle. "Debra'nın nerede olduğunu biliyor musun?"
 "Yooo, sakın o hataya düşeyim deme!" Kız saçındaki kaşığı savurarak
 başını dalgın dalgın iki yana salladı. "Onun adı Deb-ra-El-len-Thompson.
 Sakın yansını söyleyeyim deme! Kızar sonra!"
 Alegre'nin yüzü afallamayla mücadele etmeye çalıştıysa da hemen
 kaybetti. Yüzündeki ifade kadar şaşkın bir tonlamayla sorma gereği
 hissetti: "Siz... sen onun arkadaşı mısın?"
 "Arkadaşı mıyım!?" Kızın tiz kahkahası biraz daha bira içmek için
 susana kadar devam etti. "Bir düşüneyim... öyleyim herhalde... yok ama,
 daha fazlasıydım... ama artık değilim... demek ki artık arkadaşız...
 herhalde."
 Alegre konuyu değiştirme teşebbüsünde bulundu. "Kediler çok tatlı.
 İsimleri ne?"
 Ayaklarına yapışmış kedilere bakarken yüzü yumuşadı kızın, konuştuğunda
 sesi de bir parça yumuşamıştı. "Bu güzeller güzeli West," dedi şarkı
 söyler gibi, hayli tombul, hayli tüylü duman grisi kediyi bir an
 başının üzerine'kaldırdıktan sonra burnundan şapırdatarak öptü. Göz
 hizasına geldiklerinde kızla kedi bir-iki saniye tümüyle hareketsiz
 kalıp birbirlerinin göz bebeklerine baktılar. Sonra onu usulca yere
 bırakıp öteki kedinin başını okşadı kız. "Bunun adı da The Rest. Bu
 yüzden ona daha kötü, hor davranıyoruz."
 "Artık gitsem iyi olacak," dedi Alegre tedirginlikle paltosuna bakarak.
 "Tanıştığımıza memnun oldum."
 127
 "Hayır olmadın. Laf olsun diye söylüyorsun Alegre, ama olsun," diye
 lafını kesti kız, aniden hıçkırmaya başlamıştı. "Dur daha gitme. Debra
 hıck Ellen Thompson'ı bulup hıck paranı al önce. Bu gece hıck harika iş
 çıkardın. Canını sıktığım için gerçekten üzgünüm hıck, cidden. Harika
 bir hıck ahçısın. En iyisi!" Sesini sır verir gibi alçalttı. "Ben de
 bir pasta yapmıştım, hıck, muzlu ve çikolatalı, en sevdiğim hıck pasta,
 kalsa sana da. verirdim. Misafirler bayıldılar!" Sadece kendisinin
 anladığı bu şakaya kıs kıs güldü.
 Alegre ona bir bardak su verdi. Kız nefesini tutup sol elindeki sudan
 bir yudum, sonra sağ elindeki biradan daha da büyük bir yudum aldı.
 Saygılı bir sessizlikle bir hıçkırık ömrünün geçmesini beklediler, bu
 arada birbirlerini süzerek. Kız buz mavisi gözlerini Alegre'nin
 boynundaki altın İsa'ya dikmişti ama hâlâ kıpırdamadan nefesini tuttuğu
 için bu konuda ne düşündüğünü anlamak zordu. Alegre'yse onun saçlarına
 odaklanmıştı, nasıl bu kadar gür ve siyah olabildiklerine şaşıyor,
 boyayıp boyamadığını merak ediyordu. İntihara meyilli kız bir hıçkırık
 süresini başarıyla savuşturduğuna karar verdikten sonra bu koyu
 sessizliği bozdu:
 "Bana özür dileme şansı vermelisin. Dükkânımıza uğra lütfen. Yarın ya
 da ne zaman istersen." Çekmecelerin birinden bir kart çıkarıp Alegre'ye
 uzattı. "Çikolata yapıyoruz. Aslında çikolatayı ben yapıyorum, Debra
 Ellen Thompson pazarlıyor. Gelecek misin? Sana fındıklı çikolatadan
 harika bir çarmıha gerilmiş İsa yaparım."
 Alegre buna ne cevap vereceğini bilemeden öylece dikilirken kız elini
 yakalayıp sıktı. "Bu arada..." dedi, hâlâ gaz kokuyordu ve yeniden
 hıçkırmaya başlamıştı: "benim adım Gail ve seninle tanıştığıma hıck
 memnun oldum."
 Geceyarısı Alegre hâlâ parti evinden çıkma mücadelesi vermekteyken
 Pearl Sokağı 8 numaranın üçüncü katında Piyu'nun onun nerelerde
 olduğuna dair endişeleri tahammül edilmez bir seviyeye ulaşmıştı.
 Alegre'nin dönüp dönmediğini anlamak için teyzelerinin evi-
 128
 ni tam dört kere aramıştı, maalesef her seferinde telefonu la Tia Piedad
 açmış ve çarpık mantığıyla Piyu'yu azarlayıp Alegre'nin ne
 cehennemde olduğunu sormuştu. Beşinci bir aramaya katlanacak hali
 yoktu.
 Bu arada ikinci katta Lynn, son otuz dakikadır sürekli elinden kaçan,
 orgazm sonrası uykusunu zaptetmeye uğraşıyordu. Adaletsizce yanında
 uyuyan seyrek tüylü göğüse, bir saat önce tutkuyla arzuladığı ama şimdi
 tam bir yabancı gibi hissettiği vücuda bakarken iç geçirdi. Ardından
 onu dürtükledi: "Uyanık mısın? Bana biraz su getirebilir misin?"
 Ömer ona dönüp gözlerini açtı, "tabii"ye benzeyen bir şey mırıldandı ve
 horlamaya devam etti. Lynn ona söylenerek ayağa kalktı, öfkeyle
 pöfürdedi ve odadan karanlık koridora çıkana kadar da pöfürdemeye devam
 etti. Düğmeyi bulmaya çalışırken çok yakında bir yerde bir camın
 kırıldığını duydu, ardından da canhıraş bir çığlık işitti. İlk tepkisi
 korkuydu. Zira Lynn her ne kadar Halidle. karşılaşmış ve onun
 alışkanlıkları hakkında önceden bilgilendirilmiş olsa da, kimse onu
 korku filmleri konusunda uyarmamıştı. Karanlıkta yüzü kasılmış, vücudu
 gerilmiş, gözleri faltaşı gibi açılmış vaziyette öylece kalakaldı, ta
 ki aşağıdan gelen canavar şapırtılarının sadece film olduğuna ikna olup
 sersemliğini üzerinden atana kadar. Yine de yürümekte tereddüt
 etmesinin tek nedeni sadece film değildi. Karnında ani bir kasılma
 olmuştu, bir histen çok bir şüphe gibi, bu yeni ilişkiden memnun olduğu
 ve sevildiği halde şu anda doğru adamla birlikte olmadığı şüphesi. Bunu
 hani o insanın içine işleyen sezgi takip etti: Aslında birlikte olması
 gereken adam dışarıda bir yerdeydi ve o burada olmakla şansını,
 kaderini, onu kaçırıyordu. Nihayet düğmeyi bulup ışığı açtığında bu
 yeni hakikatin aydınlığından gözleri kamaştı.
 Tam o anda aşağıda birinci katta, Amerika'da geçirdiği bir buçuk yılın
 ve ondan önce İngilizce öğrenmekle geçen bir sürü senenin ardından Abed
 hayatında ilk olarak İngilizce rüya görmeye başlamıştı. Gerçekten de
 her rüyanın anlamı bir dileğin gerçekleştirilmesi olabilir. Ama Freud,
 bir gurbetçi, göçmen ya da kendi dilin-
 129
 den uzak kalmış Batılı-olmayan mütevazı bir doktora öğrencisinin
 hayatını yaşasaydı, bazen rüyanın sadece konusunun değil tam da
 biçiminin bu dileği gerçekleştirdiğini ekleyebilirdi bu saptamasına.
 Mesajın içeriği değil biçimi. Biçim kendine ait bir yol tutturup,
 mesajla açıktan açığa çelişebilir bile. İşte bu yüzden bir ülkedeki
 yabancılar zaman zaman güzel rüyalardan, bir şeylerini kaybetmişler
 gibi sıkıntılı bir duyguyla uyanırlar (bu kaybın anadillerinden bir
 parça olduğunu kestiremeden) ya da en kasvetli kâbuslardan yeni bir
 kazanım edinmişler gibi açıklanamaz bir sevinçle uyanırlar (bunun
 kendilerine ait olmayan dilden koparılmış bir parça olduğunu bilmeden).
 İngilizce rüya görmeye başlamak bir eşiktir, daha büyük bir değişimin,
 insanın artık aynı kişi olmasına izin vermeyecek kadar derinden bir
 değişimin yolda olduğunu gösteren bir işaret. Ge-ceyarısı uyanıp
 rüyanın temasını değil hikâyenin size anlatıldığı kelimeleri
 hatırlamaya çalışırsınız. Bu kelimelerin henüz bilmediğiniz kelimeler
 olduğunu fark etmek sizi şaşırtabilir. Çünkü rüyalar bizim aksimize,
 birden fazla zaman kuşağında yaşamaya muktedirdir ve Morpheus'un
 topraklarına ayak bastığınızda geçmiş ile gelecek tek ve aynıdır.
 Bütün bunların farkında olmayan ve muhtemelen rüyalar üzerine bir
 spekülasyonla pek ilgilenmeyen Lynn temkinle, neredeyse parmak
 uçlarında geçti oturma odasından, bir sallanan sandalyede horlayan
 Halide, bir ekrandaki marul yeşili canavara bakarak. Televizyonu
 kapatmak istemedi. Televizyona yaklaşmadı bile. Usulca mutfağa süzüldü
 ve buzdolabını açıp içine baktı.
 Tam o anda yukarıda üçüncü katta Arroz, gecenin bu saatinde Pearl
 Sokağı 8 numarayı örten tanıdık sesler arasında şüpheli madeni bir
 sesin kokusunu alarak hop diye yataktan atladı. Lynn'i bu sefer elinde
 bir bardak sütle geri dönerken, parmak ucunda Abed'in sandalyesinin
 arkasından geçerken yakaladı. Lynn gözlerini ekrandaki marul yeşili
 canavarı baltayla parçalayan kadın kahramana dikmiş, düşüncelere dalmış
 olduğundan, Arroz'u fark etmedi. Köpeğin tehditkâr gövdesine
 çarptığında refleksle bir çığlık attı ama hayrettir sütün tek damlasını
 bile dökmemeyi başardı. Sesle sıçra-
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 130
 yan Abed gözlerini kısarak ekrandaki kan kusan canavara baktı boş boş.
 Arkasında duran Lynn'in de Arroz'un da farkına varmadan derin derin
 içini çekip tekrar uyumaya çalıştı. Ama ne kadar gayret ederse etsin
 eski eşiğe varamıyor, o yola açılan kapıyı bulamıyordu. İlk İngilizce
 rüyası orta yerinden kopmuştu.
 Ömer'in odasına girene kadar Arroz tarafından adım adım takip edilen
 Lynn gergin bedenini tekrar yatağa attığında derhal cenin pozisyonu
 aldı. Ömer'in düzenli nefes alış verişlerini dinlerken doğru-adammillerce-
 ötede-ya-da-şu-anda-hemen-alt-sokaktay-ken-yanlış-yeı-deyanlış-
 adamla olduğu hissi her nefeste koyulaştıkça koyulaştı.
 Doğru düzgün uyuyamadığı gibi sinirden sütü içmeyi unuttu.
 "Demek tanıştınız!" Debra Ellen Thompson yüzünde burukluk, sesinde
 katılıkla konuşmuştu, kirli bardaklar ve plastik tabaklarla dolu bir
 tepsiyle nihayet mutfakta boy gösterdiğinde.
 Burnunda ya birkaç saat önceki ağlamanın kızarıklığı vardı ya da
 yeniden ağlamıştı. "Seni burada bu kadar uzun süre yalnız bıraktığım
 için çok özür dilerim Alegre. Ama her şey kontrolden çıktı. Sarhoşları
 banyoya taşıyıp kusmalarına yardım ettim, bayılanları ayılttım,
 ayılmayanları da sürükledim. Bu parti tam bir felaket oldu. Tek iyi şey
 yemekti biliyor musun? Sana çok şey borçluyum... ve ücretin iki katını
 ödeyeceğim."
 "Yok canım, ne lüzumu var..." Alegre samimiyetle gülümsedi ama adını
 söylemekte tereddüt etti. Debra mı yoksa Debra Ellen Thompson mı
 demeliydi, hep neyse, onu yeniden gördüğüne memnundu. "Parti neden kötü
 gitti ki?"
 "Ona sor," diye aniden cırladı Debra, Gail'i işaret ederek. Bu arada
 Gail iki yanında iki kedi, lotus pozisyonunda yerde oturuyor, bir
 dakika önce avuçlannın arasında eze eze buruşuk bir top haline
 getirdiği bira kutusuna kısık gözlerle dalgın dalgın bakıyordu.
 "Gail masaya kocaman bir çikolatalı muzlu pasta getirdi, ah
 131
 nerden bileyim? Sen yaptın zannettim. Herkes yedi, düşünebiliyor musun?
 Hepimize en az ikişer dilim yedirdi. Sadece ben kurtuldum çünkü muz da
 çikolata da yemem üniversite yıllarından beri. Derken insanlar saçma
 sapan hareketler yapmaya başladılar, içkiyi fazla kaçırdılar zannettim.
 Yalan da değil hiç durmadan içiyorlardı ama sebep bu değilmiş. Meğer bu
 sonuçmuş. Yedikleri kek yüzünden o kadar içiyorlarmış. Tanrım, Gail,
 bunu nasıl yaparsın..." Belki de "bana?" demek istemişti ama "bütün bu
 insanlara?" diye bitirmeyi tercih etti.
 Biri yırtıcı, diğeri şaşkın iki çift gözün sorgulayan bakışları altında
 Gail çenesini kaldırıp ikisine birden sırıttı ve madeni eserini
 incelemeye devam etti.
 "Onları zehirledi mi yoksa?" diye sordu gözleri dehşetten falta-şı gibi
 açılan Alegre.
 Gail ağzını gürültüyle şaklattı. Debra yüzünü buruşturdu, Alegre
 kızardı. West hepsine himaye eder gibi baktı, The Rest patisini yaladı.
 "Ben artık gideyim, çok geciktim," dedi Alegre panikle.
 "İzin ver seni evine bırakayım." Debra Ellen Thompson bir taraftan
 Gail'i azarlarken bir taraftan da Alegre'yi teskin etmeye çalışıyordu.
 "Merak etme, herkesin aksine ben ayık ve sağlamım."
 Ama Gail artık ne onlarla ne de elindeki buruşuk bira kutusuyla
 ilgileniyordu. Sanki yattığı yer soğuk mutfak zemini değilmiş de
 yumuşacık, rahat bir döşekmiş gibi yüzünde doygun bir gülümsemeyle
 derin uykuya dalmıştı. Dört kere onu yatağına taşımaya teşebbüs ettiler
 ama her seferinde artan bir gerilimle, önce yalvardı, sonra homurdandı,
 sonra azarladı ve nihayet tek bir santim bile kı-mıldatılmamayı
 emretti. Sonunda üzerine bir battaniye örtüp iki yanında muhafız
 kedilerle onu orada uyumaya bıraktılar.
 Araba kocaman çivit mavisi bir jipti. Bindiklerinde Alegre rahatlayarak
 içini çekti, Debra Ellen Thompson ağlamaya başladı.
 Yolun ilk on dakikasında tek kelime etmediler. Ama sonra, yaya
 geçidinde yavaşladıklarında Debra Ellen Thompson kendi sessizliğini
 bozdu: "O kadar değişti ki bazen onu tanıdığımdan şüphe
 132
 ediyorum. Metamorfoz gibi..."
 Alegre karşıdan karşıya geçen kadına baktı, önlerinden ağır aksak
 adımlarla geçen, ellisine merdiven dayamış, yardım kurumunda hiç
 görmediği ama belli ki evsiz bir kadındı, farın ışığı sarkık yüzünü çiğ
 çiğ parlatmış, hastalıklı bir beyaza boyamıştı. Gök mavisi kadife bir
 şapka vardı başında ve asırlar önce çıktığı bir yolculuğu hâlâ
 sürdürmekteymiş gibi arkasından eski püskü, lime lime, tekerlekli bir
 bavulu sürüklüyordu.
 "Metamorfoz demekle ne kastediyorsun?"
 "Belki bu durum için bu kelime bile azdır," diye inledi Debra Ellen
 Thompson, üst üste burnunu çekti. "Düşünebiliyor musun, Gail eskiden,
 biz üniversitedeyken mesafeli, aşırı ürkek, içine kapanık, komik isimli
 bir kızdı. Öyle utangaçtı ki bir yabancı ona soru sorduğunda
 kımıldayamazdı bile. Sonra gizemli bir biçimde değişti, bambaşka birine
 dönüştü. Hoyrat, hırçın, huysuz..." Sırada H'yle başlayan başka bir
 kelime var mı görmek için durakladı. "İpin ucunu kaçırdım ben," diye
 ekledi üzüntüyle alt dudağını ısırarak. "Manik olduğunda ona ayak
 uyduramıyorum. Depresif olduğunda da o hayata ayak uyduramıyor. İki
 hafta önce kendini öldürmeyi denedi. Bir kutu Valium yuttu. Tanrım...
 çok korkunçtu..."
 Alegre'nin içindeki iyi kız olumlu, teselli mahiyetinde bir şeyler
 söyleme ihtiyacı hissetti: "Yarın doğum günüm. Bir-iki arkadaşla Çin
 lokantasına gidiyoruz. Gelmek ister misin?" Çok hevesli olmasa da
 otomatikman ekledi: "Gail'i de getirebilirsin."
 Ama doğum günü partisinden bahsetmek derhal pasta getirmiş olmalı ki
 aklına çözümsüz kalmış bir bilmeceyi sorma gereği duydu birden: "Sahi
 Gail'in yaptığı pastanın içinde ne vardı?"
 "Esasen muz ve çikolata, bir de bol bol haşhaş..." Debra Ellen Thompson
 acı acı güldü.
 Evsiz kadın nihayet karşı kaldırıma çıkmıştı ama oraya varır varmaz bir
 şey, herhangi bir şey düşürmüş mü diye bakmak için durup çabucak
 arkasına döndü. Görünmez bir eşyasını düşürmüşse bile jip onu bulmasını
 beklemeden çivit mavisi bir ışıltıyla gecenin içinde kayboldu.
 133
 "Lynn, hadi çık artık!"
 Ömer içeriden gelecek cevabı duymak için öne eğilerek usulca kapıyı
 tıklattı ama tek duyabildiği su sesiydi.
 Kapıyı tekrar tıklattı, bu sefer daha sert. "Lynn! Hadi çık, kahvaltı
 hazır. Kahve yaptım ikimize!"
 "Ben Abed! Şu kapıyı yumruklamayı kes," diye bağırdı aksi bir ses. Biriki
 saniye sonra kapı ardına kadar açıldı ve Abed'in yüzü hınzır bir
 gülümsemeyle belirdi. "Lynn gitti dostum, sabah erkenden. O ziftin
 pekini tek başına içmek istemiyorsan daha erken kalkmalısın... Ama
 kahvaltıda sana bendeniz eşlik edebilirim. Duştan sonra!" Kapı Ömer'in
 yüzüne kapandı ama göz açıp kapayana kadar tekrar aralandı. "Omar
 dostum! Bu akşamki yemeği unutmadın ya."
 Ömer unutmamış numarası yapmaya kalktıysa da yüzündeki şaşkınlık
 eleverdi onu.
 "Alegre'nin doğum günü, unutmasan iyi olur. Daha önce hiç görmediğimiz
 birilerini çağırmış. Beni o şık lokantada yabancıların arasında yalnız
 bırakma. Hem Çin yemeklerini hiç sevmem! Zamanında gelsen iyi olur!"
 Kapı tekrar kapandı.
 Ömer, Lynn'in neden böyle aniden gittiğine akıl erdiremeden aşağı indi.
 Orada, mutfak masasında kuş gibi ufak tefek, asırlar kadar yaşlı bir
 kadını sakin sakin otururken buldu.
 "Yeni kiracı sen misin bakayım?" dedi yaşlı kadın bıcır bıcır, keskin,
 sade aksanıyla kimi heceleri yuvarlayarak. Tepeden tırnağa beyaz ve
 buruş buruştu. Saçları, teni, giysileri, elleri... gölgesi bile beyaz
 ve buruşuk olmalıydı. "Ben Oksana Sergiyenko, evsahibini-zim. Böyle
 habersiz gelmemeliydim biliyorum ama bana bir fincan sabah kahvesi
 ikram edersin belki. Harika kokuyor."
 "Tabii," dedi Ömer keyiflenerek. "Nihayet bir kahve arkadaşı bulduğuma
 çok sevindim."
 Beklenmedik misafir kahvesine kremayla şeker koydu, Ömer her zamanki
 gibi sade içiyordu.
 134
 "Söyle bakalım annenle baban nerede yaşıyor, çok uzak mı?" diye sordu
 ev sahibesi olduğunu söyleyen kadın, beyaz-buruşuk kolunu mecalsizce
 kaldırıp pencereyi işaret ederek, sanki çok uzak denilen aslında o
 denli yakındı.
 Dakikalar sonra Abed duştan çıktığında Ömer'i, ev sahiplerinin bunak
 annesine heyecanla İstanbul'daki çocukluk günlerini anlatırken buldu.
 Kadın pür dikkat onu dinliyor, ikisi de usul usul üçüncü fincanlarını
 yudumlarken ellerinde sigaralar baca gibi tütüyorlardı.
 135
 Las Tias
 Birbirleriyle alakasız olduğu zannedilen kültürler, Talih'i tasvir
 etmekte hatta onunla dalga geçmekte birbirlerine şaşırtıcı ölçüde
 benzer. Kilise büyüklerinin metinlerinde olduğu kadar Müslümanların
 halk hikâyelerinde de Talih'in iki özelliği vurgulanır: körlüğü ve
 dişiliği. Çarkını çevirip insanlara tek tek hayattan alacakları payı
 dağıtmaya başladığında zerre kadar adil davranmamasını eskiler kör
 olmasından ziyade kadın olmasının doğal bir sonucu sayarlardı. Kadın
 düşmanlığı bir yana, bir noktada haksız sayılmazlardı. Keyfi bir
 cömertliği olan Talih daima aşırıya kaçmıştır, dün olduğu gibi bugün
 de; kimilerine gani gani şans, yığın yığın variyet, tepe tepe iktidar,
 bol bol servet getirir. Alegre'nin durumunda da Talih'in ona bol
 bulamaç ihsan ettiği bir şey vardı: las tias, teyzelerle halalar!
 Önce en büyükleri vardı. Büyük büyük teyze, la Tia Piedad. La Tia
 Piedad hep vardı, herkesten ve her şeyden önce. Alegre için la Tia
 Piedad oldum olası seçilmiş, gizemli bir varlıktı, sonsuzluğun,
 geçmişin, şimdinin, geleceğin numunesi, başka bir boyuttan, besbelli
 kâinatın dışından kazara bu gezegene düşmüş yılmaz bir kadın savaşçı.
 Yine de la Tia Piedad hep buradaydı, bu dünyaya sıkı sıkı bağlı, kazık
 çakmışçasına. İkinci Dünya Savaşı'ndan ya da Sırbistan veliahtına
 yapılan suikasttan, San Francisco depreminden hatta İspanyol-Amerikan
 savaşından çok önce buradaydı. İlk ananas konservesi yapıldığı
 zamanlarda, Harley-Davidson motosikletleri piyasaya çıktığında,
 kadınlar için ideal bel ölçüsünün 45 santim olduğu, ilk Ford arabanın
 yolda denendiği, Kanndeşen Jack'in
 136
 Londra'da altıncı cinayetini işlediği zamanlarda buradaydı, bu hayatta.
 Dinlenme zamanı olarak "haftasonu" kavramının yeni yeni yaygınlaşmaya
 başladığı, ülke çapında ortalama insan ömrünün kırk civarında olduğu
 dönemde, o ellisine merdiven dayamıştı. İşte bu kadar yaşlıydı.
 Ama yaşının tam olarak hesaplanması, genci yaşlısı bütün akrabaları
 için daimi bir merak konusuydu. Aile toplantılarında, dedikodular ve
 sohbetler arasında birisi la Tia Piedad'ın yaşı meselesini ortaya atar,
 sonra artık hepsi bunun imkânsızlığına kanaat getirmiş oldukları halde
 coşkulu bir işbirliğiyle bilmem kaçıncı defa yaşını hesaplamaya
 girişirlerdi. Aile arşivlerinde bölük pörçük bilgiler mevcuttu; anılar,
 kanıtlar, fotoğraflar. Ama kesin tarih yoktu. La Tia Piedad'ın
 çocukluğuna, hatta gençliğine şahit olanların hepsi çoktan göçüp
 gittiği için doğum tarihi bilmecesini çözmeye yardım edebilecek kimse
 kalmamıştı. Aile büyüklerinin en eski hatıralarında bile la Tia Piedad
 "olgun" bir kadın olarak resmediliyordu. Mesela İspanyolca yayın yapan
 KDCE radyosunun yayınladığı dini hikâyeleri düzenli olarak dinlediği ve
 torunlarına da zorla dinlettiği gayet iyi biliniyordu; bu bilgi
 kırıntısı onun 1950'lerde orta yaşını çoktan geçmiş olduğunu
 gösteriyordu ki bu da en azından son elli yıldır "yaşlı bir kadın"
 olduğunu ima ediyordu.
 La Tia Piedad'ın yaşı sorusuna cevap verebilecek yegâne insan kuşkusuz
 la Tia Piedad'ın kendisiydi ama artık herkes onun bu bilgiyi
 vermeyeceğini idrak etmişti. Alzheimer ya da onun yasında birinden
 beklenebilecek herhangi bir hafıza sorunundan mustarip olduğundan
 değil, sadece ağzını sıkı sıkı kapalı tutmayı tercih ettiğinden. Bir
 sürgünler, göçler, savaşlar, soykırımlar, felaketler, toplu katliamlar
 çağında hayatta kalmayı, hatta yaşlandıkça yaşlanmayı nasıl başardığını
 anlatmayı reddeden pek çok kişi gibi, la Tia Piedad'ın kalbi de narin
 bir suçluluk duygusuyla doluydu. Arizona'da bir yerlerde güpegündüz,
 hiç yok yere, park edilmiş bir karavana çarpıp, çıktıkları Güney
 gezisinden asla geri dönmeyen hayat dolu bir kız evlat ve damadın
 annesi; koşuya çıktığında tecavüze uğrayıp döve döve öldürülmüş bir
 yeğenin, tek suçu sarhoş bir şoförle
 137
 aynı yoıaan gıtmeı-c oıan sevecen bir gelinin, yeni doğmuş kalp
 yetmezliği olan bir bebeğin ve AİDS'e fazla dayanamamış iki yeğenin
 büyük teyzeleri olmak, suçluluk duygusunu alabildiğine derinleştiriyordu.
 Bu kadar uzun yaşamış olmakla ve halen buralarda oyalanmakla
 hayata erken veda etmiş bütün akrabalarının ömürlerinden bir şekilde
 çalmış gibi kendini tek tek her birine karşı kabahatli buluyordu.
 Yaşını böyle gizli tutarak, aile üyelerinin gözünde ölümle yaşamın,
 ümitsizlikle ümidin, kızgınlıkla hürmetin bulutsu bir karışımına
 dönüşmesinin onların zihinsel dengesine nasıl zarar verdiğini
 bilmiyordu la Tia Piedad. Bir taraftan uzun hayat timsaliydi kuşkusuz
 ve bu vasfıyla akrabalarını da benzer uzunlukta bir ömrün beklediğini
 muştuluyordu alttan alta. O bu kadar uzun yaşamayı başa-rabildiğine
 göre diğerleri de aynı skoru elde edebilirdi. Bu düşünce, bu örtük vaat
 akrabalarının kendilerini ona bir parça borçlu hissetmelerine neden
 oluyordu, adeta onlara kıymetli bir armağan vermişti, genleri mi artık
 her neyse. Bilhassa bu genlerin doğrudan alıcısı olan dört kızının
 beklentileri herkesten fazlaydı, gerçi beşinci kardeşlerini bir araba
 kazasında kaybetmek onları hayattan bir şey beklemenin tehlikelerine
 karşı uyarmamış da değildi. Yine de ailelerinin tıbbi tarihi
 sorulduğunda saklı bir kıvanç hissediyorlardı, hele asırlık annelerinin
 hâlâ turp gibi olduğunu söylediklerinde. Şüphesiz bu bilgiyi sigorta
 şirketleriyle paylaştıklarında gönençleri katlanıyordu.
 Ancak bu hakikatin sadece bir parçasıydı. Çünkü la Tia Piedad aynı
 zamanda derin bir içerlemenin, hatta öfkenin de sebebiydi, sanki
 yukarıda, cennetin dokuzuncu katında bir nevi göksel karışıklık, hatta
 neredeyse adam kayırma cereyan etmekteydi de kendisi bunca zamandır
 utanmadan bundan sebeplenmekteydi. Neticede la Tia Piedad'ın aile
 üyelerinin çoğu amansızca, inatla ve çarnaçar seviyordu onu marazi bir
 sevgiyle.
 Sonra las otras iias vardı, diğerleri. Dördü (Tia Tuta, Tia Fla-ca, Tia
 Licha ve Tia Graciela) Alegre'nin ölmüş annesinin kardeşleriydi, geri
 kalan dördüyse (Tia Chita, Tia Çata, Tia Bertha ve Tia
 138
 Martha) ölmüş babasının kardeşleriydi; sadece lüzumsuz cömertliğin
 değil lüzumsuz adaletin de Talih'in saymakla bitmez erdemleri arasında
 yer aldığını kanıtlamak istercesine eşit olarak iki tarafa
 dağılmışlardı. Yine de Talih las tias'a bir kıyak geçmişse bile iş
 kocalara geldiğinde durum büsbütün değişiyordu zira biri hariç hepsi,
 farklı sebeplerden ötürü ama benzer biçimde apansız ölüp gitmişlerdi.
 Kocalarını böyle çabuk, böyle beklenmedik biçimde kaybetmek las otras
 tias'm öfkelerini bilemişti, sadece asla diş geçireme-dikleri la Tia
 Piedad'a karşı değil, daima rahatça diş geçirebildikleri hayattaki tek
 koca el Tio Ramon'a da.
 Kısacası Alegre, kadınların çoğunluğu oluşturduğu, daha çok acı
 çektikleri ama hayatta daha sağlam tutunabildikleri, tia dolu geniş bir
 aileye mensuptu. Asla görülmeyen hesapların, ateşi-sönmüş dumanı-tüten
 çekişmelerin, İngilizce konuşmayı başaramayınca ağzına badem sabunu
 sürülen, sabun işe yaramayınca konuşma terapistlerine gönderilen
 çocukların sülalesiydi bu. Kendi çocuklarıyla iletişim kurmayı
 başaramayan ama İngilizce kelimeleri yanlış telaffuz ettiklerinde
 onların kendileriyle nasıl dalga geçtiğini gayet iyi sezebilen kırgın
 annelerin sülalesi. Aralarında sessiz boşluklar, kırık ifadelerden
 mürekkep uzaklıklar olan annelerle çocukların, daha iyi bir gelecek
 için çıkılan yolun bir yerlerinde bir vakitler kaybedilmiş kelimelere
 duyulan özlemlerin sülalesi.
 ABD'de doğmuş ve büyümüş beşinci kuşağa dahil olan Alegre'nin geçmişi,
 şimdisi ve geleceği bir süreklilik hissi içinde birbiriyle kaynaşıyordu
 zira o da, kendinden küçük kuzenleri de büyüklerin çektiklerine benzer
 zorluklar yaşamamışlardı. Ne var ki içinde fazlaca acı çekmiş çok fazla
 insanın bulunduğu bir ailede acı çekmemiş biri olmak kadar acı bir şey
 yoktur. Aradaki eşitsizliği insanın kendi ailesi kapatır.
 Müdahalelerinde iyi niyetliydiler kuşkusuz. Ama iyilik yapma niyeti,
 iyilik yapmakla karıştırılmamalıdır. Aynı şekilde, birini mutlu etmek
 için safça ve samimiyetle alınan özel bir hediye, onu ille de mutlu
 etmeyebilir. Sebep, sonuç değildir, saf mantığın temel çıkarımları
 açısından niyetiniz ne kadar rafine olursa olsun.
 139
 Tutkuyla çalışan bir aileye mensup olduğundan ne tutkulu ne de çalışkan
 olması gerekmişti. Doğumundan itibaren hep yanındaydı las tias, bir
 fısıltı mesafesinde. Onu ve küçük kuzenlerini koruyucu bir sisle
 sarmalamıştı şefkatleri - tatlı ve aşina bir şey olsa da sis sisti
 işte, öteyi görmeye izin vermezdi. Sonra Arizona'daki korkunç kazanın
 haberi Boston'a ulaştığında o ince sis göz açıp kapayana kadar
 Alegre'nin etrafına kenetlenmiş, kaya gibi sağlam bir sevgi, alaka ve
 düşkünlük zırhına dönüşmüştü. Hem annesini hem de babasını kaybeden
 Alegre takip eden senelerde teyzeleriyle halalarının tek tek ona ana
 babalık etmeye çalışacağını görecekti, zırhın miğferi olarak en başta
 da la Tia Piedad. Las tias'dan hiçbiri kendi konumundan feragat etmek
 islemediğinden her biri adanmış-lıkla, sebatla, durmadan hayatının en
 ücra köşelerine sokulan sekiz anne, sekiz baba, bir de mega-anne-baba
 sahibi olmuştu.
 Oysa annesi onu hiç zorlamazdı. Geçmişte çok acı çekmiş ama artık hali
 vakti ve şöhreti iyi bir aileye doğan Alegre'nin hiçbir eksiği
 olmadığına inanırdı. Kızının çok becerikli olmasına, hele hele bir
 kadına yakışandan fazla hırslı olmasına hiç gerek yoktu. Yine de
 Alegre'ye zaman zaman hatırlatmadan edemezdi: "Tienes que hacer concha
 hija."*
 Ne gariptir ki annesinin, Alegre'nin edinmesini bu kadar çok istediği
 concha onun ölümüyle otomatik olarak belirivermişti. O günden beri,
 dışarıdaki hayatın ona bir ihtimal dokunabileceği bütün delikleri
 tıkamaya niyetli bir ilgi ve sevgi kalesinin arkasında yaşıyordu
 Alegre. Fazla geliyordu bu alaka. Bu aşırı sevginin onu boğduğunu asla
 itiraf edemezdi. Las tias o kadar yüce gönüllüydü ki onlarla mücadele
 edilemezdi. La Tia Piedad elektrikli mevcudiyetiyle öyle eşsiz ve
 kudretliydi ki ilgi yörüngesinden bir an bile çıkmanın mümkünü yoktu.
 Yer değiştirmelerin etkileri tuhaftır. Yarım gün boyunca çeşitli saat
 dilimleri üzerinden uçmak "kişinin bedenindeki biyoloji' ritimlerin
 bozulmasına" (uçuş yorgunluğunun sözlük karşılığı) aeden
 * "Kendine bir kabuk örmen lazım kızım."
 140
 oluyorsa, insanın memleketinden temelli havalanıp çeşitli kültür
 dilimleri üzerinde süzülmesinin de "kolektif hafızadaki zihinsel
 ritimlerin bozulmasına" (hüzün için önerilen karşılık) sebep olabilir.
 Geçmişi sona erdiren arzulanmayan değişikliklere maruz kalmak
 gelecekteki değişimlere ta baştan son verme arzusunu uyandırabilir.
 Muhafaza edecek daha az şeyi olanlar sonunda herkesten muhafazakâr olup
 çıkarlar.
 Geçmiş on yıllardaki pek çok göçmen gibi la Tia Piedad için de yer
 değiştirmek her şeyden çok yeri doldurulamayacak kayıplar demekti.
 Zaten birbiri ardına gelen beş ayrı yönetici tarafından iyice keşmekeşe
 gömülmüş Hargill'den Big Apple'a gelirken ahşap evini ve çok sevdiği
 sebze bahçesini kaybetmişti. Yol üzerinde, yanına alabildiği şeylerin
 çoğu bir yerlerde bir şekilde kaybolmuştu; işlemeli çarşaflar,
 teşbihler, retablos, dantel masa örtüleri gitmişti. New York'a
 geldiklerinde taptığı kocasını ve artık çetelesini tutamadığı bir sürü
 şeyi kaybetmişti. Bir daha hiç evlenmemiş, altı kere birbirine benzeyen
 mahallelere taşınmış, her seferinde bir şeyler kaybetmiş, nihayet onu
 bekleyen kayıplardan habersiz, beş kızını yetiştirmek üzere Boston'a
 yerleşmişti. Bütün bu kayıplar ve kederler sergüzeştinde kaybetmemeyi
 başardığı tek bir şey vardı, aslında toplam 87 şey. Kendi elleriyle
 boyadığı porselen bir yemek takımı. Bilmeden seçtiği desen manidardı,
 ortasında sarı bir gülüş olan küçücük mavi bir çiçek, meşhur Myosotis
 Alpetris, bilinen adıyla Unutma Beni.
 12 pasta tabağı, 12 çorba Msesi, 12 tatlı tabağı, 3 salata tabağı,
 kapaklı bir tencere, bir çaydanlık, bir kahvedanlık, tabaklar,
 fincanlar, fincan tabakları... 87'si birden Talih'in ona sakladığı
 değişimler ve yolculuklar boyunca sadakatle, mucize eseri tekinde dahi
 tek bir çizik olmaksızın peşinden gelmişti.
 Porselen takımın tarihi bu kadar müthiş olunca, istikbali de öyle
 oluyordu. Ve seneler sonra şimdi temel soru şuydu: "La Tia Piedad
 ölünce porselen takımı kim alacak?" Doğrusu bu soruyu asla tam
 manasıyla çözülmeyen, dikenli, münakaşalı bir mesele haline getiren
 büyük büyük teyzenin kendisiydi. Arada bir, şu ya da bu se-
 141
 bepten mirasçısını ilan eder ama sonra birden başka biri lehine fikrini
 değiştiriverirdi.
 La Tia Piedad'ın gözbebeği olduğundan porselen takımı almaya en yakın
 görünen kişi Alegre'ydi. İçten içe bunu çok istiyordu. Porselen takım
 her parçasıyla asla sahip olunamayan bir bütün, bir tamamlanmışhk
 hissiydi. Sadece geçmişle gelecek arasında bir köprü değil, aynı
 zamanda sevgi barometresiydi de; onun sayesinde la Tia Piedad'ın
 kendisini ne kadar sevdiğini ölçerdi ailenin her ferdi. Porselen takım
 kime geçmişse birincilik de ona geçerdi.
 Böyle narin porselenler için aşırı bir baskıydı bu.
 142
 Kızımız Oldu!
 Önde yürüyen at kuyruklu sansın adam, kullanılmış mobilya satan bir
 dükkândan çıkan kırk-kırk beş yaşlarındaki kadın, bu rüzgârlı havada
 göbeğini açıkta bırakan bir bluz giymiş olan aşırı makyajlı kız, iki
 çocuklu genç bir anneyle konuşan üç çocuklu genç bir anne, Brookline
 Booksmith'in girişinde ya henüz kavga edip birbirine küsmüş ya da aynı
 anda Mao Çe-Tung'un Şiirlerine somurtan bir çift. Anlık bir tereddütten
 sonra Ömer saatin kaç olduğunu sormak için bunlar arasında kırk
 yaşlarındaki kadını seçti, cevabı duyduğunda da panikle yine
 geciktiğini anladı. Queensryche'nin Suite Sister Mary'sim çalmak için
 düğmeye bastı, şarkı sona ermeden Japon-Çin Lokantası'na ulaşmayı
 umarak. Ama ancak şarkı üçüncü seferini tamamladığında verilen adrese
 ulaşabildi. Önemsiz bir gecikme sayılmazdı, şarkının uzunluğu
 düşünülürse: 11 dakika 33 saniye.
 Jamaica Plain'deki plakçı dükkanındaki o çılgın tezgâhtar Vi-nessa
 yüzündendi hep - harika punk koleksiyonu yüzünden gün aşın gittiği, her
 seferinde de daha fazla kaldığı, kötü aydınlatılmış in gibi bir yerdi.
 Vinessa, Joe Strummer'ın bütün şarkı sözlerini bilirdi ve bu alanda ne
 kadar uzmanlaştığını kanıtlamak için çalışırken yüksek sesle The Clash
 çalar, aynı zamanda Strummer'dan bile daha yüksek sesle şarkı söyler,
 müşterilerin tercihlerini ya da olası tepkilerini umursamazdı. Tekmil
 hayalperest şarkıcılar gibi o da kendine ait sıkı bir grubu olmasını
 hayal ediyor, bu arada elindekiyle yetiniyordu. Elindeki grubun adı
 Rock Smear'di. Ömer bu kızla gevezelik etmekten hoşlanıyordu ama bugün
 onun kocaman, siyah, yıldızlı gözlerinde flört parıltısı fark ettiği
 için aynca mest olmuştu. Ne var ki bu, Alegre'nin doğum günü yemeğine
 gecikmek için pek iyi bir bahane sayılmayacağından adımlarını
 sıklaştmrken bir
 143
 aa aana iyi bir bahane düşünmeye çalıştı ama nafile. Lokantaya
 yaklaştığında kaldırımdaki sokak lambasına bağlanmış, sıkkın mı sıkkın
 Arroz'u gördü. Köpek çenesini kaldırıma koymuş, gözleri ardına kadar
 açık, geçen her ayakkabıya şüpheyle bakıyordu. "Geri döndüğümde söz
 sana Çin yemeği getireceğim," dedi Ömer eğilip göbeğini kaşıyarak,
 bunun karşılığında fazla coşkulu olmasa da bir kuyruk sallama koparmayı
 başardı.
 İçerisi insan kaynıyordu; bir kısmının yemeye ayıracak vakti yoktu
 sanki, zira durmadan konuşuyorlardı, bir kısmının da konuşmaya ayıracak
 vakti yoktu, onlar da durmadan yiyorlardı. Arkada sol köşede önce
 Piyu'nun geniş tebessümünü seçti, sonra yuvarlak masa etrafında
 dizilmiş, ölçülü ölçülü tartışır görünen temkinli, nazik yüzleri gördü
 ve nihayet tanıdık bir nakaratın patladığını duydu: "Ama benim karşı
 çıktığım tam da bu işte!"
 "Abed bu sefer tam da neye karşı çıkıyor?" diye takıldı Ömer, yanındaki
 boş sandalyeye otururken.
 "Merhaba!!!" diye bağırdılar hep bir ağızdan. Doğum günü sahibi Alegre
 soruyu cevapsız bırakmaması gerektiğini hissetmişti belki ama bu arada
 Ömer'i masadaki iki kızla tanıştırmayı unutmuştu. "Abed bu lokantanın
 hem Japon hem de Çin lokantası olduğunu iddia etmemesi gerektiğini
 söylüyordu, çünkü..."
 "Çünkü bunlar iki farklı kültür," diye araya girdi Abed, kendi
 savunmasını yapabilmek için avukatını reddeden bir müvekkilin azmiyle.
 "İki farklı, iki kadim kültür! Bunları hop diye birbirine karıştırıp
 ÇinVietnamBurmaJapon Mutfağı yaparsanız, isteseniz de istemeseniz de:
 Yuvarla gitsin! demiş olursunuz. Ne fark eder, çünkü son tahlilde hepsi
 aynı. Sarı suratlar, çekik gözler! İma edilen bu." Ömer menüyü alıp
 yarım yamalak aperitifler sayfasının arkasına saklanırken birlikte
 yemek yiyeceği yabancılara şöyle bir göz gezdirdi. Masada ikisi de pek
 güzel olmayan, daha önce hiç görmediği iki kız vardı. Alegre'nin
 yanında oturanın neredeyse domates kırmızısı saçları oğlan çocuklan
 gibi kısacık kesilmişti. Önde komik duran bir tutam ters saçı vardı,
 devasa kulaklarındaysa, bir kıs-
 144
 mı sonsuza kadar oraya mıhlanmış izlenimi veren küçük küpeler
 diziliydi. Zümrüt yeşili kadife gömleği ona vakur olmasa da mesafeli
 bir hava veriyordu. Öteki kız siyah bir elbise ve silah yelek giymişti,
 kafasını onlardan da kara saçları çevreliyordu. Saç demişken o
 çalılığın içinden kaşığa benzer gümüş bir şey sarkıyordu. Ama Ömer onun
 üzerine daha fazla gözlem yapamadan, kızın onun bakışlarını yakaladığım
 fark etti ve gözlerini hemen tekrar menüye indirip "Pu Pu Tabağı (iki
 kişilik)" yazısına denk geldi.
 Piyu "demek istediğini anlıyoruz" manasına gelen teskin edici bir
 tebessümle Abed'e baktı, sonra azarlayıcı bir bakış fırlatmak için
 Ömer'e döndü ama onun yerine, yüzünü kaplayan menüyle karşılaştı.
 "Madem artık herkes geldi," dedi Piyu, malum kişi mesajı alsın diye
 "herkes" kelimesini vurgulayarak, "farklı yemekler sipariş edip
 paylaşmayı öneriyorum."
 Ama çok geçmeden bu önerinin imkân dahilinde olmadığı ortaya çıkacaktı,
 yemeyi istedikleri şeylerden ziyade yemeyi istemedikleri şeyler
 yüzünden. Masadaki herkesin yemeyi reddettiği en azından bir şey vardı
 ve bunlar birbiriyle çakışmıyordu. Abed içinde domuz eti olan bir şey
 istemiyordu; Alegre'nin kız arkadaşları et, yumurta, tereyağ, hatta
 yapay et yemeyi reddeden katı vejetaryenlerdi. Piyu dişlerini
 kaydırdığı için bambu filizi yemek istemiyordu çünkü dişleri kayınca
 kendini bıçağa dokunmuş gibi hissediyordu, Ömer de çocukluğundan beri
 balık yemezdi. Sadece Alegre yemek seçmiyor gibiydi. Birisi tarafsız
 bölgede görünen Ayın Etrafında Dönen Yedi Yıldız yemeğini önerdi,
 yıldızlar, şefin özel kahverengi sosunda pişirilmiş brokoli, kuşkonmaz,
 kırmızı biber, yeşil biber, sarımsak ve patlıcandı ama garson kız
 maalesef yedinci yıldızın ya ördek ya da domuz eti olması gerektiğini
 söyledi.
 Garson kız iki kaşına da piercing yaptırmıştı ve görünüşe göre hayata
 tahammülü kıttı. Ya da belki tahammül edemediği hayat değil, Abed'in
 sorularıydı. Yemek isimlerinin Çinceden mi çevirildi-ğini yoksa
 Amerikan tüketicisi için yeniden mi isimlendirildiğini öğrenmek
 istiyordu Abed, eğer ikincisi doğruysa bu isimleri kim seçmişti.
 Garsonun buna verecek cevabı da yoktu, sıradaki sorula-
 145
 ra sabrı da. Bu arada herkes paylaşmak yerine kendi yemeğini sipariş
 etmeye karar vermiş görünüyordu.
 Tantana bitip garson hepsinden nefret ettikten sonra Alegre masayı
 kaynaştırma vazifesinin kendisine düştüğüne karar verdi. "Gail ve Debra
 Ellen Thompson'ın çikolata dükkânları var," dedi gülümseyerek. "Kendi
 çikolatalarını yapıyorlar! İnanabiliyor musunuz?"
 Samimiydi sevincinde. Dükkâna gitmiş, çikolataları görüp kok-lamıştı.
 Hindistan cevizli, fıstıklı, kremalı, badem ezmeli, kavrulmuş
 fındıklı... beyaz, sütlü, siyah envai çeşit çikolata. Bir bulimiğin
 gölgeler şatosu.
 "Siz nasıl hem çikolatacı dükkânı işletip hem de bu kadar zayıf
 olabiliyorsunuz? Sattıklarınızı mideye indirmiyor musunuz?" diye sordu
 Abed.
 "Sanırım jinekolog olmak gibi bir şey." Siyah-saçh-siyah-elbiseli kızdı
 konuşan. Bu sefer ona daha dikkatli bakan Ömer saçlarının beyaz bir kız
 için inanılmaz siyah olduğunu fark etti, kulağının yanındaki o
 gümüşümsü kaşığa benzer şey de... gümüş bir kaşıktı!
 "Yani heteroseksüel erkek, ya da tabii lezbiyen bir jinekolog gibi.
 İkisi de arzu nesnelerini sürekli görür ve ona dokunurlar ve artık bir
 nesneye dönüştüğü, arzuyla hiç alakası kalmadığı için onu arzulamazlar.
 Bilmem anlatabildim mi?"
 Anlamamış gibiydiler. Zaten hepsi başka yerlere bakıyorlardı. Abed'le
 Piyu gözlerini farklı yönlere kaçırmışlardı. Ama sonra Pi-yu durumun
 daha da beter olabileceğini fark etmiş gibi tuhaf bir rahatlamayla
 tekrar ona baktı, mesela kızın saçındaki şu kaşık sivri uçlu bir bıçak
 olabilirdi. Alegre başını eğmiş, halıda, ayağının yanındaki kırmızımsı
 bir lekeyi inceliyordu. Debra Ellen Thompson büktükçe büktüğü
 peçetesine bakıyordu. Ömer bu arada gülmemek için kendini zor tutarak
 lokantayı gözleriyle tarıyordu, özellikle öteki uçtaki masaları.
 Garson, neyse ki YEMEKLE geri geldiğinde onları bu vaziyette
 kıvranırken buldu.
 Alegre, Gail'in zumlayamayacağı yeni bir konu açmak için
 146
 Müslümanların oruç tutma alışkanlıklarını sordu. Sakıngan adımlarla
 usul usul açılarak farklı dinlerin yasakladığı yemekler ve yasakların
 mantığı üzerine konuşmaya başladılar. Muhabbetten ziyade gözcülüğü
 andırıyordu, herkes vazife başındaki nöbetçi gibiydi, dışlayıcı olmasa
 da çekingen ve dikkatli. Çünkü hepsi-farklı-kim-liklere sahip
 insanlardan oluşan gruplarda, ilk kez karşılaşan ya da birbirlerini iyi
 tanımayan alakasız insanlar arasında, bir konuya girmek onun etrafında
 dolanarak önceden keşif yapmayı gerektirir. Karşındakilerin senin
 kültürel arka planını ne kadar bildiğinin, ne kadar alıcı
 olacaklarının, önyargılarının nerede başlayacağının haritasını çıkarman
 gerekir çünkü bir yerlere yapışmış bir önyargı daima vardır. Abed
 böylesi bir ihtiyatla, malumatı dinsel değil de kültürel bir seviyede
 tutarak, Ramazan ayından bahsetmeye başladı. Onlara bu ay boyunca
 yapılan yemekleri, pidelerin mis gibi kokusunu, gün boyu oruç tuttuktan
 sonra en basit bir zeytin ya da hurmanın bile nasıl lezzetli geldiğini
 anlattı. Sonunda da bütün bu işin temelde yemekten uzak durmak gibi
 görünebileceğini ama aslında bundan daha soyut olduğunu, temel amacın
 hırsı ve arzuyu bastırma, sabretmeyi öğrenme olduğunu belirtti.
 Diğerleri onu dikkatle dinlerken, tatlı tatlı anlatıyordu. İçlerinde en
 destekleyici ve anlayışlı olan Piyu'ydıı. Yine işi dinden ziyade kültür
 seviyesinde tutarak o da Katoliklikten anlatılanlara yakın olabilecek
 örnekler verdi. Altı farklı yemek ve altı farklı çorbayla donanmış olan
 masayı bir nezaket ve hoşgörü esintisi sardı. Bu esinti onları
 Müslümanların sabır kavramından Ispanyolcanın aguantar fiiline taşıdı.
 Dindar teslimiyetten dünyevi tahammüle, ne olursa olsun hayata devam
 etmenin gerekliliğine doğru, sabretmenin, şükretmenin yüceliğinden dem
 vurdular, aguantar la vara como venga*. Arada bir tadına bakılan
 yemekler hakkındaki yorumlar ve övgülerle, sürekli şapırtı sesleriyle
 yaldızlanan dingin, barışçıl bir muhabbet. Her şey ılımlı, mütevazı ve
 yumuşaktı, ta ki beklenmedik bir müdahale havada
 * Boğa güreşlerinde kullanılan bir terim: kılıç nereden gelirse gelsin
 dayanmak.
 147
 asılı duran bu tülümsü nezaket perdesini tutup alaşağı edene kadar.
 "Kusura bakmayın ama ben buna karşı çıkıyorum. Bana sorarsanız gayet
 ince bir çizgi var ve onu geçince konuştuklarınızın hepsi saf, basit
 kadercilikte son buluyor!"
 Yine siyah-elbiseli siyah-yelekli kızdı. Çeçuan Usulü Tofu'dan sinirli
 sinirli bir ısırık alıp, çiğnerken malzemeleri arasında et
 olabileceğinden şüpheleniyormuş gibi kaşlarını çatarak içine baktı.
 Şüphesinden kurtulmuş olmalı ki lokmasını yutup herkesin gözlerinin
 içine bakarak konuşmaya başladı:
 "Meksika'nın serbest ticaret bölgelerinde parça başı iş yapılan emek
 yoğun imalathaneler bu kadar kolay kurulabiliyorsa bunun tek nedeni
 orada emeğin ucuz olması değil, sizin bahsettiğiniz aguan-tar ya da
 sabır. Meksikalı, Filipinli, Salvadorlu kadınlarla çocuklar hem daha
 kolay sömüriilebildikleri, hem de daha marifetli, minik parmaklara
 sahip oldukları için tutuluyorlar. Günde sadece on dakikalık iki
 tuvalet molasıyla 14 saat çalıştırılıyorlar, Avrupa, Japonya ve
 Ortadoğu'daki burjuva tüketiciler daha büyük bir çeşitlilikte Nike'lar
 alabilsin diye. Bunun en üzücü, en kahredici yanı ne biliyor musunuz?
 Bu fabrika işçilerinin çoğu söınürüldükleri için minnettar. Üzücü olan
 bu işte! Minnettarlıkla katlanıyorlar. Onlara ne olursa olsun minnettar
 olmayı, her haksızlığa katlanmayı öğreten koca bir düşünce ve inanç
 sistemi var. O Nike'lar o kadar düşük fiyata o kadar büyük ıstıraplarla
 üretilebiliyorsa bunun nedeni kültürlerara-sı kaderci öğretiler...
 aguantar ya da sabır... her ne haltsaü!" Derin sessizlik. Şaşkın
 sessizlik. Derin ve şaşkın sessizlik. "Kuzu eti nasıl Abed? İyi mi?"
 İyiydi iyi olmasına, birinin Mutlu Mutlu Kuzucuk adını verdiği bu yemek
 lezizdi leziz olmasına da onu bahane ederek Alegre'nin doğum günü
 partisini kurtarma teşebbüsü bile yetmedi Abed'i yatıştırmaya: "Peki
 sen ne öneriyorsun bize?"
 "Bilmiyorum," dedi beriki. "Başlangıç olarak isimlerimizi değiştirmeye
 ne dersiniz?"
 Alegre çubuklarıyla tombul bir mahun cevizini daha tabağın bir
 tarafından öbür tarafına taşırken içini çekti. Debra Ellen
 148
 Thompson, Gail'e masadaki kimsenin fark etmediği ters, şifreli bir
 bakış fırlattı. Bu esnada iki masa ötedeki kahverengi saçlı, eskidençocuk-
 yıldız olup da şimdi-emlakçılık-yapan kadın, tam nefret ettiği
 gerdanını saklamak için en iyi açıyı ararken başını eğdiği sırada bu
 bakışı gördü, duraladı, hemen ardından kendinden emin, yüksek sesle:
 "evet!" dedi. Kadın refleksle az önce yakaladığı buz gibi bakışın
 hedefine bakmış, orada bula bula siyah saçlı bir kız bulmuştu, başında
 da kaşığa benzeyen bir... şey... bir kaşık vardı. Kapıldığı şaşkınlık
 yüzünden gözlerini bu acayip insanlarla dolu acayip masadan koparması
 üç, belki beş ya da sekiz saniye sürmüş, sonra karşısında oturan ve
 yaptığı evlenme teklifine cevap vermekte böyle beklenmedik bir biçimde
 gecikmesini gizli bir tereddüte yoran adamın endişeli yüzüne dönmüştü.
 "İsimlerimizi değiştirmemizi mi istiyorsun?" diye sordu Piyu nağmeli
 bir sesle.
 "Evet isimlerimizi, yani metaforik olarak. Doğduğun kişi olmaktan gurur
 duymak yerine gururlanmamak kimliğinden, tutup başka biri olmak."
 Ani bir emir almış gibi Alegre cevizlerle oynamayı bırakıp önce birini,
 sonra ötekini, sonra hepsini, derken teker teker bütün karidesleri yedi
 ve korkutucu ölçüde hızlı değil, öyle fazla aheste de değil ama
 neredeyse robot gibi bütün İmparatoriçe Gunne'yi başladı mideye
 indirmeye.
 "Bu şeye benziyor... yani Meksikalı olarak doğmuşsan bir yıl Arap gibi
 yaşamaya çalış, ertesi sene başka bir şey gibi, 'Öteki' lerden öteki
 beğen. Adını, kimliğini değiştir. Adın, kimliğin olmasın. Ancak
 kendimizi bize verilen kimliklerle özdeşleştirmeyi bırakırsak, ancak
 bunu başarabilirsek her türlü ırkçılığı, cinsiyetçiliği,
 milliyetçiliği, köktenciliği ve insanlar arasına sınırlar koyarak bizi
 farklı sürülere, altsürülere bölen her şeyi saf dışı edebiliriz."
 "Senin için bunu söylemek kolay," diye homurdandı Abed. "Sürekli
 ayrımcılıkla mücadele etmek zorunda olan sen değilsin. Casablanca'yi
 seyrettin mi? Humphrey Bogart müthiş etkileyici bir aktör! Ama o filmde
 Faslılar hakkında ne dediklerini biliyor mu-
 149
 sun? Şu yürüyen çarşaflar.A Sömürgecilerin gözünde benim atalarım bu
 işte. Yürüyen çarşaflar! Ben de çoğunluğa göre hâlâ buyum! Bunu unutup
 adımı değiştirmemi nasıl beklersin?"
 Bunu takip eden sessizlikte Alegre izin istedi ve hızlı, işini bilir,
 kaygan adımlarla, başka müşterilerin neler yediğine bakarak masaların
 arasından çaprazlama geçip aşağıdaki tuvalete yöneldi.
 "Abed haklı," diye bağırdı Piyu tüyleri diken diken olmuş vaziyette,
 çünkü birden dişlerinin kamaştığını hissetmiş ve tabağında-ki hem
 kemiksiz, hem de içinde o çirkin sarı bambu filizleri bulunmayan
 Müessesenin Özel Ördeği'ni ihtiyatla incelemişti. "Dahası ben insan
 olarak zaman zaman yaşamak zorunda kaldığımız bütün o ıstırabın bir
 sebebi olduğuna samimiyetle inanıyorum. Bazen Tanrı böyle zorluklarla
 inancımızı sınar. Sebepsiz sıkıntı yoktur."
 "Yapma ya, kim sınanmak ister? Ben istemem!" diye gakladı Gail, yüzü
 dilinden daha keskin parlayarak. "Bana kalsa, bana ne kadar ihtiyacı
 olduğunu O'na hatırlatmayı tercih ederim. Tıpkı Ril-ke'nin yazdığı
 gibi: Ben ölünce ne yapacaksın Tanrım? Beni kaybetmekle kaybedeceksin
 anlamını. İster Tanrı, ister milliyet, ister falanca din olsun... en
 önemli bulduğun şey her neyse ona şöyle demelisin: Ben -yani
 milyonlarca küçücük karınca arasındaki bu küçücük karınca- öldüğümde,
 bensiz ne yapacaksın?"
 Tuvalette Alegre, ellerini yıkayan kahverengi saçlı halinden memnun
 görünüşlü hanıma yumurta şeklindeki bir ayna üzerinden mahcup mahcup
 gülümsedi, bir an onu daha önce gördüğü hissine kapıldı ama nerede
 gördüğünü çıkaramadı, havadaki yoğun, ağdalı hindistancevizi kokusunu
 içine çekti ve koku kadından mı yoksa tuvalet parfümünden mi geliyor
 merak etti, en uzak tuvaleti seçip kapıyı kapadı, klozetin üzerine
 eğilip kadının çıktığını duyana kadar o vaziyette bekledi, sonra elini
 gırtlağına soktu. Bulantı çabucak geldi, her zamanki gibi. İlk kusmuk
 dalgası geldiğinde sesi bastırmak için sifonu çekti. Kusarken, yüzü
 ondan bağımsız ağlıyormuş gibi gözleri yaşardı. Yaptığı şey yüzünden en
 ufak bir endişe, bir üzüntü hissetmiyordu. Hissettiği bir şey varsa o
 da dipsiz bir uyuşmaydı.
 "Ama ben de tam buna karşı çıkıyorum," diye çınladı Abed'in
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 150
 sesi. "Bak Gail, geçmişte bir sürü mutasavvıf buna benzer şeyler
 söylemiştir. Kulağa radikal, hatta zındıkça gelen şeyler çıkmıştır
 ağızlarından. Ama onlar ne radikaldiler ne de zındık. Hakiki inanç
 sahibi insanlardı."
 İkinci dalga daha güçlü, birinciden daha kabarıktı, midesine ağırlık
 yapan, ruhuna eza eden bütün yükü dışarı çıkardı. O pembe bulamaç
 çıktığında, zaman geriye alınmış, bir yük atılmış, Alegre ferahlamıştı.
 İmparatoriçe Gıırme'nin bedeninden atıldıktan sonra aldığı soluk renge
 bakakaldı. Tropik adalar gibi kokan o tuvalette kıpırdamadan, sesini
 çıkarmadan dururken eline şu ev dekorasyonu broşürlerinden biri geçse,
 klozetin dibinde baktığı bu özel rengin 52-E olduğunu görecekti, adı da
 şuydu: Kızımız Oldu!
 "... o radikal konuşmaları yapan onların ağızlan değil, söylediklerini
 yanlış işiten kulaklardı. Toplumun kulakları. Batıni kelamlar kendi
 düşünce sistemleri içinde anlaşılmalıdır. Sözlerini düz anlamlarıyla
 almak büyük hata olur. Sadece Kiril alfabesi bildiğin halde Çince bir
 metin okumaya benzer. Çince metinleri okuyabilmek için Çin alfabesi
 bilmelisin. Her mesajda iki anlam bulabilirsin: bir dış anlam, bir de
 iç anlam. Sufiler daima iç anlamın dilini konuşurlardı. O sözleri
 söylediklerinde bambaşka bir ruh hali içindeydiler. Tanrı'ya duydukları
 sevgiyle coşmuş, derin düşüncelere dalmış, kendilerinden geçmiş, transa
 girmişlerdi."
 "Sarı mantardan olmalı!" diye atıldı Ömer. "Herhalde halüsi-nasyon
 gördüren, LSD ya da meskalin gibi bir şey çekmişlerdir!"
 "Ne ne ne?" Abed baskı altında daima yaptığı gibi çenesindeki gamzeyi
 kaşıyarak, Müslüman biraderine dehşetle baktı.
 Alegre üçüncü bir dalga için. parmağını tekrar bastırdı ama bu sefer
 sadece acı su geldi. Tuvalet kâğıdından bir parça koparıp klozet
 kapağına saçılmış pembemsi lekeleri dikkatle temizledi ve tekrar sifonu
 çekti. Su delikten boşaldığında her şeyi alıp götürmüş, geride hiç iz
 kalmamıştı.
 "LSD," dedi Ömer ona cevaben. "Lizerjik asit dietilamidin'in
 kısaltması, beynin bir bölümünü fazlasıyla uyararak, tepkilerini
 çarpıtan..."
 151
 "LSD'nin ne olduğunu biliyorum, mankafa! Muhterem Sufileri senin
 kıytırık esrarkeşlerinle nasıl karıştırırsın?"
 "İyi de semptomlar aynı," dedi Ömer omuzlanın silkerek. "Ha-lüsinasyon
 gördüren madde alanlar nesneleri olağanüstü parlak, güzel ve farklı
 boyutta görürler. Algının kapıları açılır. Yeni bir şey değil. Eski bir
 teknik. Ben bunda bir kötülük görmüyorum."
 "Ama ben görüyorum," dedi Abed ters ters. "O dervişler bilge adamlardı,
 dünyevi arzularını bastırmak ve batini bilgilere ulaşmak için seneler
 verdiler. Bu dünyayla alakalan yoktu, hele maddi sunu-larıyla hiç. Sen
 de karşıma geçmiş onların hipiler gibi esrar mesrar içip, güneşe uzanıp
 hayaller gördüğünü söylüyorsun! Madem öyle uyuşturucuya yetecek parası
 olan herkes sufi olabilir!"
 "Herkes olamaz elbette," dedi Ömer düşünceli düşünceli. "Mesele doğru
 insanlarla doğru uyuşturucuları buluşturabilmekte."
 "Ah! Tam zamanı..." Alegre'nin geldiğini gören Piyu'nun yanakları
 kızardı, gözleri parladı. Belli ki kız arkadaşının Gail ile Abed, Abed
 ile Ömer arasında bir tampon bölge kurup, bu doğum günü yemeği
 yıkıntısından hiç olmazsa arta kalanları kurtarmasını umuyordu. "Tam
 tatlı zamanında geldin! Kimse şöyle güzel bir tatlı istemiyor mu?"
 "Ben isterim," dedi Alegre sevinçle.
 Midesinde pineklemekte olan kalorilerin toplamı sıfıra düştüğünden
 yeniden yemeye başlayabilir, her istediğini, hatta isterse bin kalori
 olsun listedeki en ağır tatlıları bile yiyebilirdi. Zira blu-mialı,
 Sıfırın bitimsiz özgürlüğünün hikmetine varan kişidir, hem rakamlar
 arasında hiç de sıradan bir rakam değildir Sıfır. Aslında Sıfırın sayı
 olup olmadığı da şüphelidir, başka bir küreye açılan esrarlı bir kapı,
 başka bir küre olmasa da başka bir ekosistem, daha yüksek bir bilinç,
 her şeyin mümkün olduğu, hiçbir şeyin dönüşsüzce kaybedilmediği,
 sonların, dolayısıyla başlangıçların da olmadığı bir öte diyar.
 Blumialıların günümüzde bildikleri ve tecrübe ettiklerini Eski
 Babilliler de bilir ve tecrübe etmekten bilgece kaçınırlardı.
 Yazılarında ya da hesaplarında sıfır sayısını kullanmamaları rastlantı
 değil. Zaten denilebilir ki Birinci Babil Hanedanından son-
 152
 ra dünya yaşanması daha zor bir yer .halini aldı.
 "Burnunu mu pudraladın Alegre? Kızların tuvalette nasıl bu kadar uzun
 kalabildiğini anlamıyorum..."
 Piyu komik bir şeyler söylemenin devam etmekte olan dalaştan kestirme
 bir çıkış sağlayacağını ummuş olmalıydı ama son sözlerinin Debra Ellen
 Thompson'ın yüzündeki etkisini görünce lafını hemen yarıda kesip menüde
 bütün acılıkları giderebilecek bir tatlı aramaya başladı.
 Ne var ki Çin lokantası tatlı açısından pek zengin bir yer değildir,
 ÇinJapon lokantası bile olsa. Menüyü inceledikten, garsona başka bir
 seçenek (pasta?) olup olmadığını sorduktan ve mutfağa tecavüz edip özel
 bir şey yapabilir mi diye ahçıya sorduktan (ama bugün kız arkadaşımın
 doğum günü!) sonra Piyu sadece üç top erimek üzre Yeşil Çay Dondurması
 bulabilecekti.
 "Ne kadar güzel," dedi Alegre cıvıl cıvıl, Piyu seferinden hüsranla
 döndükten sonra.
 Sağ elinde Abed'le Ömer'den aldığı ortak hediyeyi tutuyordu, altın bir
 zincirin ucunda incili bir haç. Piyu, bir hipnoz buğusu içinden
 sallanan kolyeye bakarken, suçluluk, öfke ve elem de dahil pek çok
 duygu hissetti. Erkek arkadaşı olarak Alegre'ye bunu aşacak bir hediye
 almadığı için suçluluk duymuştu. Kendisine bundan hiç bahsetmedikleri
 için ev arkadaşlarına öfkelenmişti. Elini cebine atıp, ne kadar esip
 yağsa da bunun ihtişamını gölgeleyemeyecek, paketlenmiş karküresini
 yoklayınca da elem duymuştu.
 Dondurma fena sayılmazdı ama Piyu artık Alegre'ye doğru düzgün bir
 doğum günü tatlısı temin etmekle ilgilenmiyordu. Dünya üzerindeki
 kaşları piercingli tek Çinli garson hesabı istenir istenmez getirerek
 onları birbirlerine daha fazla katlanmaktan kurtardı.
 Lokantadan çıkmadan önce Alegre tekrar tuvalete gitmek için izin
 istedi.
 153
 Zıt Anlamlısı "Normal"
 "Kelime Gail," dedi Piyu alayla, elinde süpürge, kahvaltı masasının
 altındaki kırıntıları avlayarak.
 "Kibirli/kendini beğenmiş/kaba/küçümser... K'yle başlayan bütün bu
 kelimelerle eş anlamlı," dedi Ömer şiir okur gibi. "Benim örnek cümlem:
 öteki kız için K'yle başlayan daha başka şeyler de söylenebilir. Etobur
 hayat tarzının bir parçası olduğu için yapay et bile yemediğini
 söyleyerek böbürlenişini duydunuz mu?"
 "Zıt anlamlısını söylüyorum: normal" dedi Abed. "Benim örnek cümlem şu:
 Alegre gibi normal bir kız bu zirzopları nereden bulmuş?"
 Hep beraber kıkırdayarak yeni puanlarını eklemek için buzdolabına
 yöneldiler. Sayı tabelası orada, mor dinozor mıknatısının altında
 duruyordu, telefon faturalarının, Joe'nun telefonla ısmarlanan
 menusunun, indirim kuponlarının, Ananas Soslu Glase Biftek tarifinin
 (Aiegre'ııin), çarpık, sarhoş bir suratın (Ömer'in sızıp kaldığı
 zamanlardan birinde çekilmiş bir fotoğraf — alkolün bedeni ve ruhu
 üzerindeki zararlı etkilerini kanıtlamak için Piyu tarafından
 çekilmiş), bir L. A. punk grubunun Ömer'in odasında Abed tarafından
 bulunmuş indirimli albüm kapağının (üzerinde çıplak Polaroid bir
 fotoğrafını gönderen herkese %15 indirim yapılacağı yazdığı için Abed
 ortalığı şamataya vermişti), bir Starbucks kuponunun (Ömer in), tepeden
 tırnağa banyo köpüklerine bulanmış Arroz'un şaşkın bir fotoğrafının,
 paltıcan morunun "Kalıcı" diye adlandırıldığı mor tonlarında bir renk
 cetvel inin, "Hispanikler Söyledikleri Kadar İyi Âşıklar mı?" başlıklı
 bir makalenin (herkesin Piyu'ya, Piyu'nun da Aleg-re'ye ait olduğunu
 düşündüğü makalenin kökeni belirsizdi) yanında.
 154
 Sayılan kaydederlerken Abed yeni bir esprinin eşiğinde gibiydi ama
 hemen kendini tuttu. Alegre, rengi her zamankinden solgun içeri
 girmişti.
 "Çocuklar, dışarısı acayip soğuk," dedi neredeyse bağırarak, bir elinde
 küçük bir kutu, öbür elinde bir zarf vardı. Birinciyi Piyu'ya, ikinciyi
 Abed'e verdi: "Sabah haberleri! Posta kutunuzu daha sık kontrol
 etmelisiniz."
 Piyu kutuyu açtığında mutfağı kuvvetli bir koku kapladı. Sarımsaklı
 ekmek kokusu kahve kokusunu bir hamlede yutarak Ömer'in keyfini
 kaçırdı.
 "Sen de kakao iç," dedi Alegre kokuların savaşını fark ederek.
 "Evet, haklı. Şu çamuru içmeyi bırak, seni asabileştiriyor," dedi Abed
 ya da Piyu, onu nane çayı ya da sıcak kakao içmeye davet ederek.
 Ömer azizlere has bir havayla, bu ölümcül günah için hepsini
 affediyormuş gibi gülümsedi.
 "Büroya yetişmem lazım. Dün için teşekkür etmeye geldim." Alegre,
 Piyu'ya dönmeden önce düşünceli düşünceli sıska, solgun göğsünde asılı
 duran incili haçı okşadı. "Onlara partiden sonra aklımıza gelen fikri
 söyledin mi?"
 Piyu, Arroz'un ilgisini kendi üzerine, karşı tezgâha, sarımsaklı ekmek
 dışında herhangi bir şeye çekmek için ellerini çırparken boş boş baktı.
 Yüzündeki bakış, bu fikir her neyse, onların değil Aleg-re'nin aklına
 geldiğini ima ediyordu alttan alta ama Ömer'le Abed bu ayrıntıyı fark
 etmemiş gibi yaptılar.
 "Piyu'yla ben evde bir Cadılar Bayramı partisi vermenin hepimize iyi
 geleceğini düşündük. Ne dersiniz?"
 Ömer başını kaşıyarak.omuzlarını silkti, ağzı sarımsaklı ekmek dolu
 olan Abed gırtlağından bir homurtu çıkardı. "Güzel!" Alegre bu iki
 hareketi de onaylama şeklinde yorumlayarak, teşekkür edercesine
 gülümsedi. "Madem öyle ne kıyafet giyeceğinizi düşünmeye başlayın!"
 "Abed, hani geçen gün anlatmıştın ya, Faslılara 'yürüyen çarşaf
 denmesini kınayan bir kostüm giymeye ne dersin?" dedi Ömer bir-
 155
 aen neşelenerek.
 "Nasıl yani? Yürüyen yastık mı olayım?" diye homurdandı Abed, henüz
 okumaya başladığı mektuptaki bir cümle gözüne ta-kılmasaydı daha da
 homurdanacaktı. Gözlerini o satır üzerine sabit-leyip, kırık bir sesle
 mırıldandı: "Annemden geliyor. Beni görmek istiyormuş."
 "Ay yapma gitmek zorunda mısın?" diye sordu Alegre, sanki yürüyen
 yastık fikri pek hoşuna gitmişti de bu kadar çabuk yürüyüp gitmesine
 şaşıyordu.
 "Hayır, o gelecekmiş." Abed koyu gözleri endişeyle bulutlanmış
 vaziyette başını kaldırdı. "Geliyor!"
 "Ne güzel haber, öyle değil mi?" dedi birisi yüksek sesle.
 "Tabii..." dedi Abed ama yüzü gözle görülür ölçüde buluşmuştu.
 "Mesele... nasıl geleceği. Hayatında hiç... hiç uçağa binmedi. Amerika
 hakkında en ufak bir fikri bile yok."
 "Olsun, gelince öğrenir, neden endişeleniyorsun ki?" dedi Piyu aynı
 anda hem arkadaşını teskin etmeye, hem köpeğini kontrol etmeye, hem de
 sarımsaklı ekmek yemeye çalışıp her birinde başarısız olarak.
 Ama Abed artık onu işitmiyordu. Konuşmuyordu. Nefes almıyordu.
 Gamzesiyle birlikte çenesini yukarı kaldırarak, düşmana esir düştüğü
 halde gururunu yitirrnemiş bir asker gibi başı dik, uygun adım yürümeye
 başladı, sonra yürümeyi bırakıp koşuya geçti. Gene burnu akmaya
 başlamıştı. Ömer onun nereye gittiğinin ve bunun olası sonuçlarının
 farkına varamadan Abed çoktan yukarı çıkıp dosdoğru banyoya atılmış
 ancak kilitli kapı tarafından püskürtül-müştü bile. O orada şaşkın
 şaşkın dikilirken kapı ardına kadar açıldı ve gördüğü en parlak kömür
 karası gözlere ve en geniş gülümsemeye sahip genç, uzun boylu, siyahi
 bir kız dışarı çıktı.
 Mahcup mahcup gülerek "Kusura bakma, banyoda ben vardım," dedi
 cerbezeli bir sesle. "Adım Vinessa. Sen de... Abdül olmalısın?"
 Abed dramatik bir biçimde başını çevirdi ama banyo kapısında bakacak
 öyle fazla bir yer olmadığından bir-iki saniye içinde tekrar
 156
 kıza bakmak zorunda kaldı. "Doğrusu Abed," diye düzeltti, burnunu çeke
 çeke harfleri tek tek sıraladı.
 Nihayet kendini banyoya atan Abed'in burun kaygısı-sonrası sükûnetinde
 zihnini üç düşünce işgal etti. Birincisi kızın adı Vinessa mıydı yoksa
 Vanessa mı? İkincisi Lynn'e ne olmuştu, daha diş fırçası hurdaydı!
 Üçüncüsü... Zehra geliyordu!
 Burnu tekrar akmaya başladı.
 "Zavallı Arroz'u tek başına bırakmamalıydık. Nasıl melül melül
 bakıyordu görmedin mi? Pobrecitol" diye mızıldandı Piyu.
 "Ama yanımıza alsaydık da girişte bırakmamız gerekecekti," dedi Alegre,
 neredeyse iç çeker gibi nefesini bırakarak.
 "Biliyorum, biliyorum!" dedi Piyu şikâyetçi bir sesle.
 Söyleyemediği bir şey varsa o da kendisine köpekle eşit muamele talep
 ettiğiydi. Hastane kapısında onun içeri girmesini kesinlikle yasaklayan
 bir yazı hayal etti: Ni perros o piyus!* Böyle bir tabela olsa bu
 bahanenin rahatlatıcı meşruiyetine sığınıp, Alegre'nin hasta ziyareti
 yapmasını mutlu mutlu dışarıda beklerdi. Ama fırsat eşitliği gerçek
 hayatta olduğu gibi gündüz düşlerinde de pek akla yatkın değildi.
 Kendini ne kadar zorlarsa zorlasın gözünün önüne getirebildiği yegâne
 görüntü, Arroz'un içeri alınmak için yalvararak küskün küskün ona
 baktığı, Piyu'nun da dışarıda kalabilmek için yalvararak küskün küskün
 Arroz'a baktığı, her ikisinin de birbirinin yerinde olmayı arzuladığı
 bir "hastane sahnesiydi".
 "Önce çiçekçiye gidelim. La Tia Piedad geçen seferki şarabi güllen çok
 sevmişti."
 "Alegre por favor, işleri zorlaştırma," diye mızıldandı Piyu, son
 hastane ziyaretinin bezdirici anılarını birden hatırlayarak, bu anılar
 şarabi güllerden ziyade batıcı dikenlere dairdi - mesela çi-
 * Ne köpekler ne Piyular girebilir!
 157
 çeklerin fiyatı ve devasa bir buketi taşımanın verdiği utanç duygusu
 vs.
 "Neden sevimli ve basit bir şey almıyoruz? Neden bu kadar... bu
 kadar...?"
 Hem öfkesini ifade etmesini sağlayacak hem de kulağa öfkeli gelmeyecek
 o bol-yetenekli kelimeyi, doğru kelimeyi bir bulabilseydi. Alegre'yi
 sırtını acıtmadan yere yıkacak kelimeyi. "Gösterişli" biraz çirkin
 kaçacaktı, "züppece" daha da beterdi, "havalı" ise yeterince sert
 değildi. "Aşırı cömert" kelimesine bir şans tanımaya karar verdi ve
 bağırdı: "İyi de bu kadar aşın cömert olmak zorunda mı?"
 "Cimrilik etme," dedi Alegre, küçük bir çocuğu susturur gibi sabırla
 başını sallayarak. "Tabii ki la Tia Piedad için üç beş kuruş
 ayırabiliriz! Amma eli sıkısın!"
 Piyu başka bir itirazda bulunmadı. "Aşın cömert" hedefi ıskalamıştı.
 Kavga etmediler. Aslında hiç kavga etmezlerdi. Ne bugün, ne en kötü
 anlarında, ne de çıkmaya başladıklarından beri bir kez olsun kavga
 etmişlerdi. Bunca zamandan sonra Piyu, Alegre'nin ne onunla ne de bir
 başkasıyla asla doğrudan çatışmaya girmeyeceğine iyice ikna olmuştu.
 Hayal kırıklığını ya da kırgınlığını ifade etmek için alternatif
 yöntemler geliştirmiş gibiydi. Çorbayı normalden daha sıcak sunmak,
 kakaoya gereğinden fazla şeker koymak, musluğu sızdırır vaziyette
 bırakmak, yatağı yapmamak, bir mobilyayı yerinden alıp başka bir yere
 koymak... Alegre duygularını dile getirmek için gayet incelikli bir
 modus operandi icat etmişti. Las tias'a has bir vekalet lehçesi.
 Alegre'nin todas las tias'la, yani hepsiyle ilişkisi, Piyu'ı un
 görebildiği kadarıyla, Yin-Yang şeklini andırıyordu, ama burada siyah
 yarının adı Yin değil, "sen bizim gibi değilsin, bizimkinden daha iyi
 bir geleceğin olacak"; beyaz yarının adıysa Yang değil "sen onlar gibi
 değilsin, bizden biri olduğunu, köklerini unutma"ydı. Buna karşılık
 Alegre'nin çifte inzivası, dairenin iki yarısın n içindeki farklı
 renkli noktalara benzetilebilirdi. Bu yüzden de zamanının ya-
 158
 nsını las tias'ı onlar gibi olmasının beklenemeyeceğine çünkü özde
 farklı olduğuna ikna etmekle, zamanının diğer yarısınıysa onlardan çok
 farklı olmasının beklenemeyeceğini çünkü özde onlar gibi olduğuna
 iknaya çalışmakla geçiriyordu.
 Her şeyden önce dili farklıydı. Meksika'ya gitmemişti - hayatında bir
 kere bile. İspanyolcası zayıf olmasa da kendini İngilizce konuşurken
 daha rahat hissederdi ve hem Arroz hem de Piyu'yla İs-pan-gilizcenin
 otantik bir versiyonunu konuşurdu. Yine de Alegre'nin las tias'la aynı
 dili konuştuğu çok bariz bir alan vardı. Nazar dili onun da anadiliydi.
 Teyzeler konuşmuyor değillerdi. Konuşurlardı elbet. Ama con-versando,
 charlando, chiflando, platicando, lıablando, murmuran-do, turuquiando,
 chinchorreando yaparken bile nazar dilini bırakmazlardı. Hayatları
 boyunca birbirlerine en alengirli mesajları bu lehçe üzerinden
 göndermişlerdi. Yabancılar arasında hiç sesleri duyulmadan, tek kelime
 etmeden konuşabilirdi las tias. Konuşmaları dillendirmeye gerek yoktu.
 Titiz cümleler inşa etmeye gerek yoktu. Bu gereksiz ayrıntıların
 ağırlığını çekmeye ne lüzum vardı? Tam anlamlarını, olası
 göndermelerini açıklığa kavuşturmak için ne kadar uğraşırsan uğraş
 daima esas hedeflediğinden çok daha azını anlatan bir kelime çığının
 baskısı altında zihni felç etmenin ne âlemi vardı ki? Dolayısıyla las
 tias, hem İngilizce hem de İspanyolca kelimelerin yerine, sadece
 kelimeler de değil pöfürtüler, kıkırtılar, kahkahalar da dahil seslerin
 yerine, bir dizi göz hareketi koymuşlardı; göz şekilden şekle giriyor,
 kırpılıyor, açılıyor, kısılıyordu. Verilen mesajın içeriğine bağlı
 olarak Nazarın, uzatmalı bakışlar ya da kaçamak göz gezdirmeler
 girdabında tekrar tekrar döndüğü görsel bir jimnastikti bu.
 İşte Piyu'nun fazlasıyla kafa karıştırıcı bulduğu bu dolaylı dil ve
 onun bitmeyen lehçeleriydi. Ruhunun derinliklerinde Piyu çok istiyordu
 Alegre'nin biraz daha... biraz daha kadınsı olmasını... kadınsı
 kadınların daima yaptıkları gibi ağlamasını, dırdır etmesini, kusur
 bulmasını, vıdı vıdı yapmasını. Çorbanın sıcaklığından, yatağın
 üzerinde açık bırakılmış bir kitabın satırları arasından ya da
 159
 enchiladas'm tuzundan Alegre'nin şifrelerini çözmek sinir bozucuydu.
 Son zamanlarda Piyu her seferinde la Tia Piedad'a aldıkları çiçeklerden
 şüphelenmeye başlamıştı; asla takip edemediği bu dolambaçlı dile dahil
 miydi renkleri (neden şarabi?) ya da türleri (neden gül?).
 Her zamanki gibi bu sefer de ifrata kaçan bir debdebesi, gösterişli bir
 nezaketi ve can sıkıcı bir yavaşlığı vardı çiçekçi kadının. Güllerle
 dekoratif yapraklar arasında balerin adımlarıyla süzülüyor, sanki bir
 hafta sonra ölecek bir tomar bitki değil de sonsuzluğa yeminli antik
 papirüslermiş gibi her birinden on ikişer taneyi muazzam bir zarafetle
 seçiyordu. Elindeki makas havada daireler çizdikçe Piyu bayılacak gibi
 oldu. Bir çiçekçide bu keskin aletlerin işi neydi? Makaslar, bıçaklar,
 falçatalar, çakılar... cephanelik gibi. Dışarı kaçıp orada bekledi.
 Tekrar yola koyulduklarında Alegre mutlu görünüyordu, büyük bölümü
 aşırı cömert bir buketin ardında gizlenmiş olan Piyu'nun yüzünden ise
 pek bir şeyanlaşılmıyordu. Buketin üzerindeki kartta bir not vardı: "A
 la nıejor tia en el mundo!"*
 La Tia Piedad bir gün önce hastaneye kaldırılmıştı. "Sabahtan beri
 sırtı ağrıyordu, çok fena!" diye bilgilendirmişti Alegre kıs ot-ras
 tias'ı telefonda. Piyu'nun odasından her birini teker teker aramış, her
 seferinde tamı tamına aynı kelimeleri söylediği ve görünüşe göre
 karşılığında aynı yorumlan aldığı halde hiç azalmayan bir coşkuyla
 tekrar tekrar anlatmıştı hadiseyi. Söylediklerine bakılırsa bir gün
 önce yemek masasında her şey normal görünüyordu. La Tia Piedad yaptığı
 yeşil bezelye çorbası yüzünden en genç hizmetçiyi azarlamış,
 tenceredeki bulamacı yenebilir bir şeye dönüştürmek için mutfağa
 gitmiş, masadaki misafirlerden o dönene kadar yemek yememelerini
 istemiş ama sonra bir türlü geri dönmemişti.
 En genç hizmetçi mutlağa tekrar girecek cesareti topladığında, çorbayı
 yeşil bir esrimeyle ocağın üzerinde fokurdar, la Tia Piedad'ı da elinde
 tahta kaşık, yerde yatar vaziyette bulmuştu. La Tia Piedad
 * "Dünyanın en iyi teyzesine!"
 160
 hemen hastaneye, dünya üzerinde güvendiği tek doktora götürülmüştü:
 Ricardo Aguilera'ya. Büyük büyük teyzenin Ricardo Agu-ilera-cıhğınm
 sebebi onun ülke çapında başarılı bir doktor olarak nam salmış oluşu,
 yarı Meksikahlığı ("yarı man değil! Annesi Chi-cana ise, kendisi de
 öyle," derdi la Tia Piedad her seferinde) hastalarına karşı iyi
 kalpliliği... ama Piyu'ya göre. hepsinden çok o ışıltılı porselen
 gülüşüydü.
 La Tia Piedad ne zaman hastaneye kaldırılsa ufak değişikliklerle aynı
 sahne tekrarlanırdı. Pembemsi (vişne rengi, bordo ya da şarap rengi)
 bir gecelikle yatakta otururdu La Tia Piedad, todas las ti-as
 (dönüşümlü olarak) at nah şeklinde yatağının etrafına dizilirdi, ağzına
 kadar çiçeklerle dolu lüks odada, masanın üzerinde hastaların koruyucu
 azizi San Camilo'nun bir tasviri olurdu. La Tia Piedad, Alegre'nin
 kapıdan girdiğini görür görmez "donde esta tu Piyu?"* diye bağırırdı.
 Bu soruyu bir kez olsun ihmal ettiği görülmemişti. Buna mukabil Alegre
 de tek bir kez Piyu'yu yanında götürmeyi ihmal etmemişti, hastanelerin
 sivri şeylerle dolu olduğunu bile bile.
 "Merak etme. Uzun sürmeyecek, söz." Binaya yaklaşırlarken Alegre onu
 yüreklendirmek için güldü. "La üa'yı bilirsin. Hep aynı hengame, daha
 hepimiz hastaneye ziyarete gidemeden düzeliverir. Bazen kasten
 yaptığını düşünüyorum, hepimiz onun gücüne boyun eğelim diye, pişmiş
 tavuktan beter edene kadar."
 Piyu hafiften titreyerek başını salladı. Alegre'nin söz dağarcığının
 büyük kısmını, doğrudan yemek kitaplan ve tariflerden alınmış
 gastronomik sözlerin oluşturduğunu öğrenmişti artık. İnsan ilişkilerini
 baharatlar, tatlar ve pişirme usulleri ile anlatıp anlamlandırdığı
 kendine has bir jargonu vardı. Keza ona göre aşk da dilimlenip ince
 ince doğranabilir, çözülene kadar karıştırılıp pembeleşene kadar
 kavrulabilir, düşük ısıda fırınlanıp kemikleri çıkanlabilir, kremalı
 sosa bulanıp terbiye edilebilir, haşlanıp soğumaya bırakılabilir, içi
 yumuşak şeylerle doldurulup isteğe göre fazladan şekerle servis
 edilebilirdi.
 * "Senin Piyu nerede?"
 161
 Park yerinde sakin sakin puro içen el Tio Ramon'u gördüler. Uykulu
 yüzüyle selam verdi. "İyi iyi bir şeyi yok. Merak etmeyin," diye
 geveledi sıkıntılı bir sesle.
 Piyu her zamanki gibi onunla göz göze gelmemeye çalıştı ve her zamanki
 gibi başarısız oldu. Aralarında tuhaf bir şey vardı; bir küsur yıldır
 süren soyut, muğlak bir gerilim. El Tio Ramon'la ne zaman göz göze
 gelse, orada gördüğü delici ışıltıyı alaydan başka bir şey olarak
 yorumlayamıyordu Piyu. El Tio Ramon'un onunla ya da onda gördüğü bir
 şeyle, belki de kendi yansımasıyla, sessizce, alttan alta, amansızca
 dalga geçtiğini düşünmeden edemiyordu. "Bir zamanlar bambaşka bir
 adamdım, bu çılgın aileye girdikten sonra böyle mülayim bir el Tio olup
 çıktım," diyordu sanki.
 Mesaj gerçekten buysa, Piyu bunun ima ettiği şeyleri üstüne alıyordu
 doğrusu. Bu gibi zamanlarda kendini zorlayarak bir karşı mesaj
 düşünürdü. Asla el Tio Ramon gibi olmayacak, kişiliğinden
 vazgeçmeyecekti, ne de bağımsızlığından, sonra...
 "Hadi Piyu, gidelim, vamonos!"
 El Tio Ramon'un yorgun çehresini alaycı bir tebessüm çatlattı. Onu
 orada bırakıp içeri girdiler. Altıncı katta bir boydan bir boya odayı
 ararlarken, Tanrıya şükür asla topuklu ayakkabı giymediği halde ayak
 sesleri boş koridorda yüksek sesle tınlayan Alegre'nin adımlarının
 yankısını dinledi Piyu. İki tarafta da duvarlar bel hizasında uçuk
 yeşile boyanmıştı. Piyu'da o renk kataloglarından biri olsa bakmakta
 olduğu rengin 35-E, Seçilmiş Ülke olduğunu bilecekti. Seçilmiş Ülke'nin
 koridorlarında bir yerlerde doğru odayı buldular. Alegre önden girdi.
 "Donde esta tu Piyu?"
 Piyu başını buketin arkasından çıkarıp herkesi selamladı. Todas las
 tias yatağın etrafında yarım daire şeklinde duruyorlardı. Koro halinde
 selamına karşılık verdiler ve charlando, chiflando, chinchor-reando
 faaliyetlerine devam ettiler. Bu tanıdık ama yine de her zamanki gibi
 yabancı şamatanın ortasında Piyu büyük büyük teyzenin sesini işitti:
 "Dün gece rüyamda birinin bana seslendiğini duydum. Bu odada açtım
 gözlerimi. Sonra çok parlak bir ışığın yatağımın üze-
 162
 rinde yükseldiğini gördüm. Anladım ki yakında öleceğim. Son nefesimi
 vermeden önce porselen takımımı Alegre'ye bırakıyorum!"
 Bu açıklamayı herkesi susturan, odadaki her kımıltıyı bastıran
 huzursuz, dipsiz bir sessizlik takip etti. Las otras tias alınmış,
 Alegre de sevinmiş görünmemeye çalıştılar. Piyu bu vaziyetten
 faydalanabileceğini gayet iyi bildiği için yavaştan dışarı süzüldü.
 Dışan çıkınca bir dolara sıcak kakao veren bir makine buldu. Etrafta
 kimseler yoktu, ne bir hasta, ne bir doktor, ne bir hayat belirtisi.
 Acildeki herkes acil bir durum için dışarıya koşmuş gibiydi. Peki bu
 katta kimse yoksa etrafa yayılmış bütün o neşterleri ve bıçakları kim
 kontrol edecekti? Daha fazla nefes alıp daha az paniklemeye çalıştı.
 Daha fazla nefes al, daha az panikle... Neyse ki Alegre tam zamanında
 geldi, zira sırayı şaşırmaya başlamıştı: daha az nefes al, daha çok
 panikle.
 "Vamonos Piyu!" diye cıvıldadı Alegre ağzı kulaklarına vararak.
 Dışarıda, park yerinden geçerlerken neyse ki el Tio Ramon ortalıklarda
 yoktu.
 163
 Artakalanlar
 Akşam 19:08'de Alegre'yle Piyu metroya binerlerken Ömer metrodan çıktı.
 Caddede yürümeye başlar başlamaz içine bir hüzün çöktü. Kederinin
 sebebini aramaya başladı, umduğundan fazlasını buldu, Lagwagon Coffee
 and Cigarettes ı (Kahve ile Sigara) yedi kere kulaklarına söylerken
 arka arkaya beş sigara içti. Prince Sokağı'na dönerken, İstanbul'daki
 kuzeni Murat'a çok benzeyen bir adama çarpacaktı neredeyse.
 "Ah, kusura bakmayın!" dedi adam, kusura bakılacak bir şey olmadığı
 halde. Üst dudağında kıvrılan o komik, şen gülüşü bile Murat'ınkinin
 aynıydı. Bu raslantıdan işkillenen Ömer adama dik dik baktı ve ancak o
 zaman berikinin saçlarının kuzeninden daha seyrek olduğunu, hatta biriki
 yıla kadar iyice kel kalacağını tespit etti. Yaşadığı şehirde ve
 inşallah dünyanın başka hiçbir yerinde kuzeninin bir kopyası olmadığına
 sevinen Ömer ters bakışını tatlı bir gülüşle telafi etmeye çalıştıysa
 da maalesef adam bu sefer de bunu yanlış yorumladı.
 Şimdi eskisinden de beter somurtan Ömer, Lagwagon'in yerine Lou Reed
 koyup, Stupid Man (Aptal Adam) eşliğinde yürümeye devam etti. İki
 dakika otuz bir saniye. Ama şarkıyı ikinci kez dinlemeye başlamadan
 önce görmeyeli belki kuzeninin de saçlarının dökülmüş olabileceği geldi
 aklına. Muhabbet etmeyi bırakalı bir yıldan fazla olmuştu, son
 görüşmelerinin üzerindense en azından beş ay geçmişti. Böyle uzaklaşmış
 olmaları çok üzücüydü. Üzücüydü çünkü bir zamanlar her şey çok
 farklıydı. Anneleri hem kardeş hem komşu oldukları için birbirlerinin
 evinde kendi evlerinden daha fazla vakit geçirirdi, kendileri de aynı
 yaşta olduklarından bütün çocuk-
 164
 Hıklarının birbirine yapışık geçmesi kaçınılmazdı. O zamanlar çok ortak
 şeyleri vardı ya da belki ikisi de sadece diğerinin dile getirdiklerini
 yankılıyordu. Aynı şeyleri biriktirirlerdi: pul, yabancı paralar ve kız
 tokaları. Prensip olarak tokaların satın alınmaması, tanıdıkları
 kızların saçlarından araklanması gerekirdi. Koleksiyonun her parçasının
 ardında bir kimlik ve bir hikâye olmasının nedeni buydu. Hazinelerini
 keşfeden annelerinin aynı anda ve abartıyla olay çıkarıp, koleksiyona
 karşı çıkmaları bu projeyi sona erdirse de ortak ilgi alanlarının uzun
 listesinden bir şey eksiltmemişti. Aynı meslekleri hayal etmiş (önce
 meyhaneci, sonra çocuk doktoru, ardından kadın doktoru, tekrar
 meyhaneci), aynı kitapları okumuş (Pal Sokağı Çocukları, Seksen Günde
 Devriâlem, Tom Sawyer'in Maceraları), aynı takımı tutmuşlardı
 (Fenerbahçe); her söylediklerinde kendilerini tutamayıp güldükleri o
 salak küfiire (eğil de karpuz götünü ye!) bayılırlardı, çağrışımları
 zihinlerinde biraz bulanık olsa da. Yedikleri içtikleri ayrı gitmez,
 ilgilendikleri şeyler, başarıları hatta başarısızlıkları birbirine
 benzerdi, üstüne üstlük birbiriyle yakın arkadaş olan kızlarla çıkmaya
 başlamış, hatta bir keresinde aynı kıza âşık olmuş, aylar sonra
 ikisinin de onunla yattığı ve onun tarafından aldatıldığı ortaya
 çıkmış... her neyse, tatsız bir hikâyeydi bu ama o zaman bile
 bozuşmamışlardı. Dostlukları bu kadar sağlamdı işte.
 Ne var ki ilk belirgin ayrılık bundan kısa bir süre sonra, Ömer' in
 yatağının altındaki pomo koleksiyonu annesi tarafından bulunup, ele
 geçirilip, ortadan kaldırıldığında ortaya çıkacaktı. Dergiler aslında
 kuzeni Murat'a aitti. Ömer bunu annesine söylememişti tabii. Bir
 açıklama yapmasına da gerek kalmamıştı zaten. Annesi önce bütün
 dergileri imha etmiş, sonra da hiç böyle bir şey olmamış, dolayısıyla
 konuşacak bir şey de yokmuş gibi davranmıştı. Anlaşmazlıkları çözmek
 konusunda takındığı tutum hep bu olmuştu zaten, azimle inanırsan ortada
 mesele olmadığına, inancı gerçeğe dönüştürebilirsin düşüncesi.
 Annesinin her türlü pisliği kiri böyle çiçekli yamalı örtülerle
 kaplayıp örtmesi, bu ahenkli ikiyüzlülüğü Ömer'in canını sıkardı.
 "Sen aklını mı kaçırdın? Hiçbir şey söylemediğine memnun ol-
 165
 man lazım. Benim annem olsa canıma okurdu. Çok şanslısın!" diye
 çıkışmıştı kuzen Murat.
 Dostluklarının yüzeyindeki ilk gedik böyle açılmış olmalıydı. Kendi
 başına pek bir anlamı olmayan, önemsiz, cılız bir çatlak ama onları
 bekleyen kırıkların, kırgınlıkların habercisi. O kopukluk genişleyip
 derinleştikçe Ömer, kuzeni Murat'la ancak geçerken istasyonda yan yana
 gelmiş iki tren kadar yakın olduklarını, yola çıkış anı geldiğinde zıt
 yönlere hareket edeceklerini fark etmişti.
 İkisi de üniversite sınavlarında çok yüksek puan alarak en çok
 istedikleri bölüme (ODTÜ Endüstri Mühendisliği) girdikleri haberini
 aldıklarına, anneleri sevinçten ağlamıştı. Ankara'da oğlanlar için
 küçük ama rahat bir ev tutulmuş, birbirlerine göz kulak olacakları
 düşünülmüştü. Çocuklar yola çıkmadan, aileleri dört sene sonra
 mezuniyetlerinde ortak müthiş bir kutlama yapmaya söz vermişti. Ancak
 bunun imkânsızlığı çok geçmeden kendini gösterecekti. Müstakbel
 endüstri mühendisleri olarak ilk iki dönemlerinde Ömer anarko-sosyalist
 bir kıza âşık oldu, derslere girmeyi bıraktı, Marx okumaya başladı,
 Mara okumaya devam etti, Marx'm şiirselliğini kuramcılığından daha çok
 sevdi ama bu saptamasını kendine sakladı; yeni kız arkadaşıyla, geçkapitalist
 toplumlardaki sosyalist geleneğin sefaletini, sosyalist
 ülkelerdeki muhalefet hareketlerinin sefaletini, Felsefenin Sefaletini
 ama aynı zamanda kızın aniden, tek taraflı olarak, akıllara durgunluk
 verecek şekilde ilişkilerinin platonik kalması gerektiğini ilan
 etmesiyle sona eren cinsel hayatlarının sefaletini konuşup durdular o
 dönem boyunca. Sonraki safhada Ömer şaşkın bir âşık, ondan da şaşkın
 bir Marksist oldu, öğrenci demeğine katıldı, kız arkadaşından ayrıldı,
 öğrenci derneğinin liderleriyle kavga etti, gösterilere katıldı,
 tutuklandı, biri dışında tüm derslerden kaldı... bu arada kuzeni Murat
 doğru yoldan sapmadan, gözünü bile kırpmadan, sadece ve sadece
 çalıştı... çalıştı... çalıştı.
 Ömer gözaltından çıktıktan sonra herkesi evde buldu, sofrada da yığınla
 yemek vardı, en sevdikleri, sanki iki gün gözaltında değil de yıllarca
 aç açına hapiste kalmış gibi gani gani devasa tepsilerde...
 166
 "Kötü arkadaşlar edinmişsin! Bu solculuk işlerinin bu ülkede hâlâ devam
 ettiğini bilmiyordum," dedi teyzesi dudağını bükerek, bir yandan Ömer'e
 yoğurt çorbası koyuyordu.
 Konunun açıldığını duyan annesinin sandalyesinde tedirgin
 kımıldandığını gördü Ömer; annesi farklı bir konu arayacak, bulamayınca
 da sosu karıştırmak, tatlıları donatmak için mutfağa kaçacaktı.
 "Bu solcular sadece artakalanlar anne," dedi Murat, hem annesinin hem
 de masadakilerin kendisinin bunları tasvip etmediğini anlaması için
 yüzünü abartıyla buruşturarak.
 Ömer itiraz etmemişti. Kuzen Murat haklıydı aslında. Tam da öyleydiler:
 "artakalanlar", on üç yıl önceki darbenin öldürücü de-politizasyonundan
 sonra kendilerini toparlamayı başaramamış, genç, orta yaşlı, yaşlı,
 teker topal politize insanlar. Ömer'in çocukluğunda 1970'ler boyunca,
 1980 darbesine kadar esip gürleyen o güçlü, yoğun, canlı muhalefetin
 kalıntılarından, artıklarından başka bir şey değildi bugünkü direniş.
 Artakalanların bazıları geleneksel ailelerden geliyordu. Kimileri eski
 solcu anababaların çocuklarıydı; bu ailelerin büyük bölümü çocuklarına
 "Devrim" (kız erkek ayrımı yoktu zira devrimin !ndrogen olduğu
 düşünülüyordu) adını koymuşlar, askerler yönetime el koyar koymaz bu
 kararlarından pişman olmuşlar ve sonraki yıllarda dengeyi kurmak için
 bilerek ya da bilmeyerek bu çocukları olabildiğince depolitize
 yetiştirmişlerdi. İşte bu yüzden, ne komiktir ki Türkiye'deki ayaklı
 D%vrimlerin çoğu statükonun en hararetli savunucuları arasındadır.
 Bu arada, bu Devrimlerin aileleri bir daha aynı hatayı tekrar
 etmeyeceklerdi. Kimi anababalar ikinci çocukları için daha iyi bir isim
 buldular: "Evrim". Birkaç yıl daha geçip üçüncü ya da dördüncü çocuk
 beklenmeye başladığında hiçbir geniş kapsamlı çağrışımı olmayan başka
 isimler seçtiler, bir çiçek ya da yıldız ismi, yeter ki sevimli ve
 parlak olsun, şüphe uyandırmasın. Ömer, Türkiye'den başka bir yerde,
 aynı aile içinde isimleri "Devrim"den "Evrim"e, oradan da "Lale" ya da
 "Meltem"e uzanan kardeşler var mıdır merak ediyordu.
 167
 ın.1 Mineli arasınaaKi yabancılaşmaya gelince, Ömer'in sahn-caklanıp
 durduğu somaki yıllar boyunca bu kopukluk geçmeyecekti; bu arada Ömer
 endüstri mühendisi olmak istemediğine karar vermiş, tekrar üniversite
 sınavına girip Boğaziçi Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümii'nü yazmış ve
 kendisi de dahil herkesi şaşırtarak yüksek bir puan alıp kuzenini
 arkada bırakarak İstanbul'a geri dönmüş, bir kez daha eski şehrin
 kaosuna âşık olmuş, başka kızlar ve gruplarla tanışmış, yine kendisi
 dahil herkesi daha da hayrete düşürerek derslerinde son derece başarılı
 ama karşı cinsle bütün ilişkilerinde başarısız olmuştu. Aynı zamanda
 Marksizmden situasyoniz-me, Marx'tan Guy Debord'a kaymış, oradan da
 hazcılık, karamsarlık ve sinizme doğru tatlı tatlı atını sürmüş, derken
 dörtnala dipsiz nihilizme dalmış, çok içmiş, çok kusmuş, çok flört
 etmiş, çok dii-züşmüş, çok kahrolmuş ve gayet istikrarlı olarak hayatta
 bir inip bir çıkmış, tökezleyip doğrulmuştu. Tüm bu zaman zarfında
 kuzen Murat çalışmış... çalışmış... çalışmış... mezun olmuş, iyi bir iş
 bulmuş, evlenmişti. Şimdi düşündükçe Murat'ın saçlarının dökülmüş
 olması ihtimali Ömer'in daha çok aklına yatıyordu, o halde bir
 kopyasının Boston sokaklarını arşınlıyor olması ihtimali sandığından
 daha yüksekti.
 Pearl Sokağı o numaranın önünde kulaklığını çıkarıp, eve girerken, daha
 doğrusu giremezken Lou Reed'i susturdu, zira kapı coşkulu bir
 karşılamayla ablukaya alınmıştı: "Hoşgeldin! Hoşgel-din! Hoşgeldin!"
 Sofa kapısının arkasında, kuyruğu drum'n base temposunda sallanan, had
 safhada sıkılmış, had safhada acıkmış Arroz devasa cüssesiyle hoplayıp
 zıplıyordu. Sofaya girip, ıslak kaygan kucaklamalardan kendini
 kurtardıktan sonra beş sandöviç yaptı Ömer. Üçünü Arroz, ikisini kendi
 yedi. Sonra birlikte divana gömülüp Su-garcult'ın Stuck in America'smı
 (Amerika'da Kısılıp Kalmak) dinlediler. Üç dakika yirmi saniye. Telefon
 çaldığında şarkıyı üçüncü kere dinliyorlardı.
 Ömer, Vinessa'ya iş çıkışında onu almaya gideceğini söylemişti ama
 içinden tekrar dışarı çıkmak gelmiyordu. Geçerli bir bahane
 168
 aradı, ama bula bula şunu buldu: "Evde kimse yok. Ben de çıkar-sam
 Arroz tek başına kalır! Canı sıkılır." Doğruydu, en azından kısmen.
 Bahanesine güvenerek telefonu açtı. Ama arayan uzak bir yerden uzak bir
 sevgiliydi.
 "Orada saat kaç?" diye sordu Ömer ilk iş, sanki konuşmaya devam
 edebilmesi için bunun açıklığa kavuşması gerekiyordu.
 "Burada mı orada mı?" dedi Defne, sesinde hafif bir asabiyet vardı.
 Ömer sustu. İnsanın derin düşüncelere kapıldığı anlarda sustuğu gibi
 değil. Beklenmedik bir itki karşısında, mesela yolda anında yanından
 geçen arabanın renkli camında kendi tükenmiş imgesini görüp kendi
 gerçeğiyle yüzleşmesi gibi hem irkiltici ama hem de tanıdık bir şey
 karşısında nasıl susulursa öyle susmuştu. Soru nasıl sorulursa sorulsun
 cevabın yanlış kalmaya mahkûm olacağını fark etmesini sağlayan da
 benzer bir ürpertiydi. Liman ya da istikamet ne olursa olsun, Defne'nin
 "burada"sı Ömer'in "orada"sı olacak, ke-sişemeyeceklerdi.
 TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'nın vitrini arkasında Gail, bir tepsi
 Gazaba-Gelen-Şiva çikolatasının boyunlarındaki yılanların gözlerine
 karamel benekler damlatmakla meşguldü ki, o kadının yine dükkânın
 önünden geçtiğini gördü. Her gün tam ll:45'te dükkânın önünden geçiyor,
 yarım saat sonra elinde kesekâğıdıyla geri dönüyordu. Yakınlardaki bir
 çorba evine gittiğine emindi Gail, ke-sekâğıdının içinde de çorba
 olmalıydı, tavuklu şehriye muhtemelen. Ne zaman geçtiğini görse
 gözlerini kadından alamıyordu. Aslında Gail her gün bu saatlerde, bu
 evsiz kadının tekerlekli eski püs-kü bir bavulu arkasından çekerek ve
 kötü kokular yayarak sokakta belirmesini bekler olmuştu. Kadın bazen
 yoldan geçenleri, ama sadece kendi seçtiklerini durduruyor ve her zaman
 aynı cümleyi sar-fediyordu: "İsa bana fazladan bir dolarınız olduğunu
 söyledi..." Bunun dışında hemen hemen hiç konuşmazdı kimseyle.
 169
 ;erken, Uaıl gözlerini tekinsiz bir korku ve hayranlık karışımıyla onun
 ellerine dikti - parmak uçları vişne rengiydi, tırnakları bir kir
 tortusu içinde, büyük, buruşuk, nasırlı ellerinde hiç yara izi olmadığı
 halde katılaşmış kan pıhtıları vardı. Gail bu ellerde onun ilgisini
 neyin bu kadar çektiğini, bu evsiz kadında onu aynı anda hem coşturan
 hem de hüzünlendiren şeyin ne olduğunu tam olarak adlandıramasa da
 sezebiliyordu.
 Öte yandan Gail, İsabanafazladanbirdolarımzolduğunusöyledi Kadın'ın da
 kendisinin farkında olduğundan şüpheleniyor ve bunu hem ürkütücü
 buluyor, hem de içten içe umuyordu. Evsiz kadın bir kez bile başım
 çevirip dükkânın içine bakmadığı halde, onun her gün buradan geçerken
 çaktırmadan kendisine, ruhunun ta derinliklerine baktığını düşünmekten
 kendini alamıyordu Gail. İsabanafaz-ladanbirdolannızolduğunıısöyledi
 Kadın, belki de Gail'in onun varlığıyla neden hipnotize olduğunu, neden
 yörüngesine çekildiğini gayet iyi biliyordu. Gerçi bunu Gail de
 biliyordu ya. Sonuçta, aslında ikisi çok da farklı değillerdi
 birbirlerinden. Vitrinin arkasından onu seyrederken, onları ayıran
 sınırın bu cam kadar ince ve kırılgan olduğunu düşünüyordu Gail elinde
 olmadan.
 Isabanafazladanbirdolarımzolduğıınusöyledi Kadm'ı seyrederken, bu evsiz
 dışlanmışın başkaları tarafından nasıl görüldüğünü de seyrediyordu.
 Onun defaaten kiiçünısenerek uzaklaştırıldığını, merhamet dalgası
 eşliğinde zaman zaman yardım gördüğünü, ama en çok, sistematik olarak
 görmezden gelindiğini gözlemlemişti. Ondan hastalıklıymış gibi
 kaçanların bir yerde haklı olduklarını düşünüyordu Gail çünkü gerçekten
 de bulaşıcıydı ama onların zannettiği gibi değil. Bu hastalık, bu
 uyumsuzluk, bu gam her neyse sadece ve sadece bunu zaten kapmış
 olanları etkileyen bir şeydi. Tümüyle farklı sebeplerle bu virüsü zaten
 taşımakta olanları etkileyen bir salgın - onları toplumda yaşamaktan,
 hatta başarılı bir biçimde toplumun parçası olmaktan alıkoymayan, ancak
 başarılarının zirvesin-deyken dahi her .şeyi birden bırakıvermenin,
 reddetmenin ve reddedilmenin, delirmenin eşiğinde tutan o nadide
 hastalık. Gail korkmak için artık çok geç olduğundan korkuyordu, zira
 muhtemelen
 170
 kendisi de vücudunda aynı virüsü barındıyor, kendi tüylerini kendi
 gagalarıyla yola yola mevcudiyetlerini didikleyenlerin, kendilerini
 bitirenlerin damgasını taşıyordu.
 Noel'de, karamela Noel Babalar, pralin geyikler, kozhelva ziller,
 ballı-tarçınlı melekler, nııgattan bebekler ve Noel-Baba'ya-İna-nıyorum
 şekerlemeleri arasında, Isabanafazladanbirdolarınızoldu-ğunusöyledi
 Kadın bonbonları yapmayı tasarlıyordu Gail. Bunları mutlu ailelere ya
 da mutlu aile kurma hırsı olanlara satacaktı. Böylece farkında olmadan
 bu evsiz kadının gölgesini, her gece istisnasız aşın aydınlığın
 dışarının karanlığını örttüğü, boğduğu o şık ve zarif evlerine
 taşıyacaklardı. Bonbonları çok lezzetli, çıtır çıtır yapacaktı. Her
 Isahanafazladanbirdolannızolduğunusöyledi Kadın'ın dışı bitter çikolata
 kaplı olacak, bu sert. koyu renkli zırh ısıtıldığında, içinden orada
 keşfedilmeyi bekleyen yumuşak ve tatlı fondan akacaktı.
 171
 Delik
 Evi Zehra için hazırlamaya kalkıştıklarında onun hakkında ne kadar az
 şey bildiklerini fark etmeleri uzun sürmedi. Gelenekçi miydi? Mesela
 alkol, domuz eti ya da şimdi akıllarına bile gelmeyecek herhangi bir
 yiyeceği tüketmelerinden rahatsız olur muydu? Gerçek hayatlarını ona
 nereye kadar göstermeli, ne kadarını saklama-lıydılar? Zehra ne
 severdi? Kendisi nasıldı?
 "Ona ne pişireyim?" diye sordu Alegre, üst dolaplardan birine
 koyduğundan emin olduğu fondu takımım bulmak için üzerine çıktığı
 sandalyenin tepesinden.
 Ama Abed herkesin ona Zehra'nın alışkanlıklarını sormasından bıkmıştı.
 Bıkmış ve biraz da gerilmiş: "Sürekli yemek pişirmek zorunda mısın?
 Biraz dinlensem'"
 Ama bu sözler ağzından çıkar çıkmaz söylediğine pişman oldu. "Kusura
 bakma Alegre, öyle demek istemedim. Sadece şey, bana yemek pişirmek
 annemin hoşuna gider. O buradayken sen pişirme-sen de o pişirse olmaz
 mı?" diye laflan ağzında geveledi Abed, ondan istediği fedakarlığı fark
 ettiğinden sesini iyice alçaltarak. "Topu topu iki haftalığına..."
 Alegre uysalca başını salladı ama dikkatini faciaca vermediğinden bu
 teklifin kendisi için karmaşık sakıncaları olabileceğini idrak
 edememişti. O anda tek isteği fondu takımını bulmanın yanı sıra Abed'in
 endişesini yatıştırmaktı. Zehra'nın gelişi Pearl Sokağı 8 numarada
 sağlam ve kusursuz bir yoldaşlık ruhu yaratn işti: hazırdılar
 karşılamaya farklı boyutlara ve ambalajlara da burünse, dünyanın başka
 başka yerlerinden de gelse, içinden ne çıkacağını gayet iyi bildikleri,
 özünde hep birbirine benzeyen o mahrem, eşsiz, ege-
 172
 men figürü: Anne! Eşsiz bir dayanışma içinde birleşmişlerdi.
 "Alegre aşağı in lütfen," diye inledi Abed, sandalyeye sıkı sıkı
 yapışmıştı; Alegre aşağıdan o kadar zayıf ve kırılgan görünüyordu ki
 aşağı düşse paramparça olacaktı sanki. Son zamanlarda daha da mı
 zayıfladı diye merak etti. Ama onun yerine başka bir şey sordu: "Fondu
 takımı ne işimize yarayacak? Zehra böyle şeyler kullanmaz!"
 "Hah, burada," dedi Alegre sevinçle fondu takımını çıkarırken, sonra
 parçaları teker teker Abed'e vermeye başladı. "Her şeyin mükemmel
 olması lazım. Memnun etmemiz gereken çok fazla insan olacak. Zehra
 geliyor. Partiye davet ettiğimiz onlarca insan geliyor. Cuma büyük
 gün!"
 "Perşembe demek istedin," diye düzeltti Abed haşin bir sesle. "Cadılar
 Bayramı perşembe günü!"
 "Hi hi, ama parti cuma günü," diyerek emaye tencereyi uzattı ama Abed
 artık aşağıda değildi.
 Onunla tartışmak yerine mutfaktan koşarak dışarı çıkmış, Piyu' yu
 Ömer'in odasında bulana kadar koşmaya devam etmişti. İçeri girdiğinde
 Piyu ile Ömer'i bilgisayar ekranına yapışmış, yeni yapılmış bir Kanada
 web sayfasının panltılı animasyonlarını incelerken buldu.
 "Piyu, amigo, Alegre'yle konuşman lazım. Bir şeyler yap!" Abed
 ellerinde fondu çatal larıyla içeri daldı. "Alegre partinin cuma günü
 olduğunu söylüyor. Zehra da o gün gelecek. Zehra'nın uçuşunu
 erteleyemeyeceğimize göre partiyi başka zaman yapalım!"
 Bakışlarını ışıklı animasyonlardan Abed'in fazlasıyla donuk yüzüne
 çevirmekte zorlanan Piyu'nun bu konuşmanın manasını sökmesi her
 zamankinden birkaç saniye fazla sürdü. Mesajı çözünce önce gömleğinin
 manşetini ısırdı, sonra bırakıp sızlandı: "Yapamam, o kadar çok kişiyi
 davet etti ki!"
 "Madem Cadılar Bayramı perşembe günü ne demeye Cadılar Bayramı
 partisini cuma günü yapıyor?" Abed ellerini ve halen tutmakta olduğu
 fondu çatallannı asabi asabi savurdu. Gözlerinin önünde daireler çizip
 üstüne üstüne gelen sivri uçlu çatallara hipnotize olmuş gibi bakakalan
 Piyu'nun zihninin devre dışı kalması için
 173
 biı-iki hareket daha yetecekti, yüzü sararıp solmuş, yanakları kül gibi
 olmuştu.
 Ömer sandalyede kendini geriye atıp çifte şaşkınlıkla ev arkadaşlarına
 baktı: "Neden sakinleşmiyorsunuz? Ben burada bir sorun görmüyorum.
 Parti cuma günü. Zehra cuma günü geliyor. N'olmuş yani? Bunda ne
 acayiplik var?"
 "Ne acayiplik mi var?" Abed ona doğrulttuğu çatalla balestra yapan bir
 eskrimci gibi öne hamle etti. "Bu kadın hayatı boyunca herkesin
 birbirini en küçük günahına kadar tanıdığı küçücük bir kasabada yaşadı.
 Amerikan kültürü hakkında hiçbir fikri yok. Burada nasıl bir hayat
 yaşadığımı merak ediyor ve benim için çok endişeleniyor, tamam mı?
 Yegâne oğlunun ne vaziyette olduğunu görmek için bu yolculuğu göze
 alıyor. Bu ülkedeki hayatıma dair ilk izlenimi Iggy Kıihkuıtçuk
 kurabiyeleri ve üzerine yıkılan bir yığın sarhoş canavar olmamalı!"
 Bunu takip eden dakikalarda Piyu, Alegre'ye partinin gününü
 değiştirtmek için iki teşebbüste bulundu ama ikisinde de onu telefonda
 cuma günü için yeni yeni insanlar davet ederken yakaladı; Abed nette
 Fas'tan alternatif uçuşlar aramaya başladı ama çok geçmeden artakalan
 sağduyusu onu durdurdu, Ömer ise ikisinin de hiç yol alamayışını
 seyredip, kendi kendine kafa bularak sandalyesinde oturdu.
 "Bu cuma ne yiyeceğinizi bilmek ister misiniz çocuklar?" diyerek içeri
 daldı Alegre, yanlış zamanda yanlış ruh haliyle.
 Mezar toprağı ezmesi, Öcü-Gözü-kanepe, beyin ameliyatı salatası, kopmuş
 parmak kurabiyesi, yeşil-hayalet-jölesi, kanrevan makarna, içinde
 gözler yüzen çorba... şeklinde uzayıp gidiyordu CADILAR BAYRAMI ÖZEL
 MENÜSÜ, listenin her maddesiyle Abed'in sinirlerini daha da gererek.
 İşte tam o sırada Piyu'nun aklına arabulucu bir çözüm geldi: odaları
 değiştirmek!
 Cuma akşamı 20:30 sularında Abed Zehra'yla havaalanından dönecekti.
 Parti o sırada daha yeni başlıyor olacaktı. Pek fazla kişi gelmemiş
 olacağından, herkesi oturma odasına tıkıp kapıları sıkı sıkı kapamak
 mümkündü, böylece Abed Zehra'yla birlikte geldiğin-
 174
 de onu arka kapıdan hemen üst kata çıkaracak ve annesinin istenmeyen
 canavarları görmesini engelleyecekti. Gecenin geri kalanında Zehra
 üçüncü kattaki yatakodasında kalıp mışıl mışıl uyuyabilir, orada
 emniyette olurdu.
 Bu plan çok sayıda düzenleme gerektirdiğinden akşama kadar o işlerle
 uğraştılar. Bazı eşyalar üçüncü kattan Abed'in yatakodası-na taşındı
 (Yeni Kudüs İncil'i, Hıristiyanlık Tarihinin Önde Gelen Azizleri Özel
 Sayı, haçını sırtlamış porselen bir İsa, Mavi Madonna gece lambası,
 16x20'lik Koruyucu Melek resmi, Piyu'nun çarşaf-larıyla pijaması,
 Alegre'nin ona yazdığı özel notlar ve aşk mektupları ve Arroz'un
 eşyalarıyla, havada sıçrayıp yakalaması için alınmış ama bir kez olsun
 tutmaya zahmet etmediği fosforlu frizbi). Tabii birinci kattan Abed'in
 yeni odasına taşınması gereken bir dolu şey de vardı (Kuran-ı Kerim,
 Abed'in babasının resmi, nazara karşı Zehra'nın verdiği ve her gittiği
 yere götürmesini söylediği deri bir muska, Safıye'nin mektuplarını
 sakladığı bir müzik kutusu, giysiler, çarşaflar, kitaplar ve çengelli
 iğneler de dahil odadaki bütün sivri şeyler).
 Gizlemekte gittikçe zorlandığı artan bir keyifle evdeki bu karşılıklı
 dini nesne tahliyesini seyreden Ömer de karşı cinsle gündelik libidinal
 rutinine ara vererek bu feragatlere katkıda bulunmaya hazırdı. Ama en
 büyük feragat Alegre'den geliyordu. Mutfağım Zehra'ya teslim edecekti.
 Hazırlıklar bitip, feragatler yapıldıktan, eşyalar geçici olarak
 sürgüne gönderildikten sonra, Abed akşamın ilerleyen saatlerinde
 nihayet rahatladı. Sofada sigaraların birini söndürüp birini yakan
 Ömer'e eşlik etti, sonra şaşırtıcı bir biçimde ondan bir sigara ödünç
 aldı. Abed sise dumana boğularak komik komik içiyordu sigarayı; içmeye
 alışık olmayanların her denemelerinde yaptıkları gibi. Ömer gülmemek
 için kendini zor tuttu. Gözleri evin önündeki ak-çaağaçta, sokağa
 bakarak sessizce, kımıldamadan oturdular.
 "Geçen sene baban öldüğünde... burada miydin?"
 "Babam ben gelmeden hemen önce vefat etti," dedi Abed bir al-tokümülüs
 daha püfürdeterek. "Tufts Üniversitesi'nden kabul gel-
 175
 misti, hazirana kadar her şeyi hazırlamıştım. Yola çıkmadan iki hafta
 önce babam öldü. Uyurken kalbi durmuş. Huzur içinde öldü, dediler.
 Cenazeden sonra planlarımı değiştirmeye karar verdim, Zehra'yı yalnız
 bırakmak istemedim. Taziyeye gelenler Zehra'ya kocası arkada bir erkek
 evlat bıraktığı için memnun olması gerektiğini söylüyorlardı.
 Oradakilerin zihniyeti bu yani. Baba yoksa anneyle ilgilenmek oğulun
 vazifesidir. Ama Zehra kabul etmedi. Sana annem hakkında bir şey
 söyleyeyim Omar dostum. Kafasına bir şeyi koymuşsa dünya üzerinde onu
 aksine ikna edebilecek HİÇBİR ŞEY yoktur. Beni buraya gönderdi ve
 diplomamı almadan dönmememi tembihledi."
 Ağdalı, karamelimsi bir koku doldurdu sessizliği. "Harika kokuyor
 Alegre," diye bağırdı Abed omzunun üzerinden, öğleden sonra ona
 aksilendiği için kendini hâlâ kötü hissediyordu.
 "Gulyabani Çöreği" diye bağırdı Alegre'nin şen sesi mutfaktan, onu
 çoktan atfetmişti. "İyice pişince daha da güzel kokacaklar."
 Bir araba, akçaağaçla birlikte verandayı da bir-iki saniyeliğine
 aydınlatarak geçti. Son günlerde ağacın yaprakları harika bir kızıla
 dönüşmüştü, tam zamanında, diye düşündü Abed memnuniyetle, Zehra da
 görecek. O anda elinde şu renk kataloglarından biri olsa bu renge Kiniz
 Bayramı dendiğini görecekti.
 "Okumamış kadınların eğitime duydukları bu bağlılığı ilginç bulmuyor
 musun?" diye fısıldadı Abed. "Yani benim annem pek okumamış malum, ama
 bütün kalbiyle, bütün benliğiyle daha telaffuz bile edemediği bir dalda
 doktora yapmamı istiyor. Katalizör hidrojenlerin ona ne faydası olacak?
 Yine de mesleğime benden daha çok inanıyor."
 İkisi de düşünceli düşünceli dışarıdaki ağaç siluetine bakarak bir
 müddet sessiz kaldılar.
 "Kayıp gözün yeri boş kalır."
 "Ne?"
 "Taziyeye gelenlere böyle demişti Zehra." Abed sigarayı söndürdü.
 "Gözünü kaybettin mi yerini boş tutman gerekir, dedi. Boşluğa kil
 doldurmaya kalkarsan, sadece çukur şeklinde bir kil topa-
 176
 tn geçer eline. Oğlum Amerika'ya gidecek çünkü bir oğulun varlığı
 babasının yokluğunun yerini dolduramaz. Kayıp gözün yeri boş ka-l,r.
 Çukur çukur kalmalıdır."
 177
 Zehra ve Iggy Kıllıkurtçuk
 Perşembeyi cumaya bağlayan gece Abed üçüncü kattaki yeni odasında kan
 ter içinde uyandı. Tam bir yıl boyunca ortalarda görünmedikten sonra
 geri dönmüştü: kâbuslarının kadını. Her zamanki gibi uğursuz ve
 ürkütücüydü ama bu sefer daha da tehditkârdı sanki. Abed tekrar
 uyuyamayacağını zannetse de vücudu onu yalancı çıkardı. Sabahleyin rüyayı hatırlamak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın sadece bir sahnesini çıkarabildi; mutfakta toplanmışlardı ama bu mutfak yerdeki devasa bir oyuktu. Köşedeki tek ocağın üzerinde bir kazan kaynıyordu. Alegre sakin sakin kazana fondu çatallarını batırıyordu. Abed sonra korkuyla içinde bulundukları çukurun aslında yüzme havuzu olduğunu ve birazdan burada yüzme yarışması yapılacağını öğreniyordu. Çukurun her an suyla dolacağı korkusuyla herkesi toparlanıp gitmeleri için uyarıyordu ama Alegre kazanı almadan gitmemekte direnecekti. Bu arada Piyu ve diğerleri havuzun öteki ucundaki devasa, tahta masada çalışıyorlardı, olup bitenlerden bihaber. Sonra aniden birisi muslukların açıldığını, suyun geldiğini haykırıyordu. Ama Abed o tarafa döndüğünde dehşetle, gelenin su değil rüyalarındaki kadın olduğunu görüyordu.
 Rengi atmış, uzun, kirli elbiseli kadın ona şöyle bir baktıktan sonra kaynayan kazanın etrafında bir dolanıp ortadan kayboluvermişti. Hiçbir şey dememiş, yapmamış, hiçbir şeyi değiştirmemişti; belli ki senaryoda belli bir rolü yoktu. Abed ertesi sabah bunun üzerine düşünürken tuhaf bir duyguya kapıldı. Sanki o tümüyle özerk bir rüya görürken bu kadın her nereden çıkmışsa çıkmış, rüya sınırlarına tecavüz etmiş, rüyayı bir uçtan bir uca katedip yürüyüp gitmişti.
 178
 Ama cuma günü bir rüya üzerinde uzun boylu durulacak gün değildi. Abed'in gün boyu kafa yorması gereken başka şeyler, yapması gereken düzenlemeler vardı. Nihayet akşam 17:05'te evden çıktı, acilen yıkanması gereken külüstür Volkswagen'e yürüdü, ön camdaki biçimsiz leke çalındı gözüne, önemli bir şey olmadığını anlayınca arabaya bindi, gayri ihtiyari dışarı baktı ve donakaldı. Akçaağaç yokolmuştu. Onun yerinde o gözalıcı ağaç ihtişamının kötü bir sureti gibi kuru, çirkin, çırpı gibi bir şey dikiliyordu dalga geçercesine. Kiraz Bayramı sona ermişti maalesef, o büyüleyici kızıl yaprakların dallarını terk etmeleriyle sönüp gitmişti, ölmekte olan bir hayvanın damarlarından umarsızca akıp giden kan gibi. Abed üzerine bir gerginliğin çöktüğünü hissetti. Bu ruh halinden bir an önce kaçabilmek için motoru çalıştırdı. Zehra'nın geldiği gün böyle ani bir hüzne kapılması tuhaftı.
 Bu örtük keder havaalanına kadar ona eşlik etse de Zehra'yı görür görmez unutacaktı. Sanki on saattir uçakta hiç kıpırdamadan oturan, bir müddet sonra dunımu kanıksayıp sonsuza kadar uçsalar dahi yadırgamayacak kıvama gelen kendileri değilmişçesine gümrük kuyruğunda on dakika ayakta durmaktan aciz ve mızmız yolcular arasındaydı annesi. Ama onların aksine gözalıcı bir dinginliği vardı Zehra'nın, krem rengi eşarbı ve ipeksi, uzun, gri mantosu ya onu olduğundan daha kısa ve şişman gösteriyordu ya da aradan geçen süre zarfında biraz kilo almış biraz da kısalmıştı. Ama o gizli kokusunun hep aynı olduğunu çabucak teyit etti Abed. Annesi ona sarılıp ağlarken, sorular sorup ağlarken, öpüp ağlarken, bağrına basıp ağlarken ve sadece ağlarken, incecik ipek bir eşarp gibi onu sarmalayan o şerbetsi kokuyu içine çekti Abed ve o biricik, sevgili sığınağın içine iyice gömüldükten sonra kendisi de ağlamaklı oldu. Ama bunu havaalanlarının bildik telaşesi takip etti, bagaj bandı etrafındaki itiş kakış, biri hariç bütün bavulları alış, kayıp bavulu beklemeye başlayış, kayıp bavulu merak etmeye başlayış, kim bilir hangi yolcu uuafından alınıp konduğu arkalarda bir yerde uysal uysal durduğunu görene kadar meraka devam ediş. Sonra trafik. Herhalde kaza filan oldu, dedi Abed Zehra'ya çünkü havaalanı yolunun
 179
 _____.„. „^,„., ÛU,uugu uııjıauıışu nıç. tn azından Abed'in bildiği
 kadarıyla.
 Dolayısıyla esasen metalik-kahverengi olduğu halde şimdi rae-talikliği gitmiş kahverengisi kalmış Volkswagen nihayet Pearl Sokağı 8 numaranın önünde park ettiğinde, Abed'in akşam göğü altındaki akçaağacın çıplaklığına esefle bakarak donakalmasının üzerinden dön saat on dakika geçmişti. Dört saat on dakika birtakım mühim değişikliklerin baş göstermesine yeter de artardı bile. Mesela Ephcmeroptera ya da Dolanla Americana diye güzel bir ismi olan mayıssineğinin dişisi son kozasını attıktan sonra beş dakikadan daha az yaşar. İşte bu süre zarfında çiftleşir, yumurtlar ve ölür. Dört saat on dakika dünya sathında gayet uzun bir zamandır. Parti evi sathı da istisna değildir.
 "Hey Abdül, yihuuu..."
 Arabadan indikten sonra Abed'le Zehra gözlerini kısarak sesin geldiği tarafa baktılar, önce evin karanlık siluetini (evi süsleyen ama içerideki kalabalığı gölgelere gömen balkabağından altı fener ve titrek mumların loş ışığında Pearl Sokağı 8 numara böyle görünüyordu), sonra o siluetin içinde bir yerlerde hareket eden bir şey seçtiler (kendini henüz icat ettiği bir dansın hezeyaıılı çırpınmasına kaptırmış gibi ellerini kollarını sallayarak açık bir pencerenin önünde duran, aynı zamanda elinde bir, başının üzerinde de iki boş şarap kadehi tutan bir kız. Vinessa'ya benziyordu. Gerçekten Vines-sa'ydı. Tabii Vanessa değilse).
 "Onları nasıl düşürmüyor öyle?" dedi Zehra hayranlıkla, açık pencereye doğru yürürken.
 Olduğu yerde sallanan bu siyahi kızın başında ve vücudunda aynı sağlamlıkta duran başka nesneleri yeni yeni seçmeye başlamıştı, bir çalar saat, bir kültablası, bir musluk - belki daha başka şeyler de görecekti, tabii Abed bir şeyler homurdanarak koluna yapışıp onu evin etrafından dolaştırıp, hiç durmadan arka kapıya sü-rükiemeseydi. Ama arka kapı diye bir şey de kalmamıştı. Onun yerinde yüzleri hiç tanıdık olmayan, biradan mayışmış, üç bezgin görünüşlü adam, bir mağara kadını duruyordu; ya eza verici ölçüde
 180
 dallanıp budaklanmış zorlu bir konunun dibini bulmak için sözlerini dörtnala kaldırmışlardı ya da sadece, basitçe İspanyolca çene çalıyorlardı. Susmaya, hatta anlık da olsa mola vermeye yeltenmedi-ler ama efendice ayağa kalkıp Abed'le Zehra'nın geçmesine izin verdiler. Bir taraftan da kısa, tombul kadının kostümünü inceliyorlardı merakla. Abed sıkıntıyla önüne, ayakkabılarının bağlarına, kapının kulbıına, bu zıvanadan çıkmış dünyadaki mütevazı fani varlığına baktı... ve bütün ontolojik meseleleri paspasın üzerinde bırakarak Zehra'yı itekleyerek loş koridora soktu. İçeride aynı anda hem nazik hem de buyurgan olmaya çalışarak Zehra'nın elini tuttu ve onu artık koridor olmaktan çıkıp sallanan ve terleyen bedenlerle dolu boğucu bir cendereye dönüşmüş tünelden geçirdi. Çok geçmeden nezaketi bırakıp buyurganlığı seçti, annesinin elini bırakıp kolunu tuttu ve kadıncağızın cüsseli bedenini merdivenlerden yukarı iteleye iteleye doğrudan üçüncü kattaki yatak odasına çıkarıp kapıyı arkalarından kapattı. İçeri girdikten sonra Zehra'nın nefesinin düzelmesi için dakikalar geçmesi gerekti, her saniyesi Abed'in vicdanını sızlatan dakikalar. Utanarak makul bir açıklama getirmeye çalıştı ama ancak: "Hepsi de iyi çocuklar anne!" diyebildi. Hepsinin iyi dostlar olduğunu ve küçük bir kutlama için toplandıklarını söyledi, abartacak bir şey yoktu. Bir-iki saat içinde bitecek tipik bir Amerikan partisiydi işte.
 Zehra halen soluk almakta zorlanarak merakla etrafına baktı. Şirin, derli toplu bir odaydı biricik oğlunun odası ve neyse ki pencereleri sabahın ilk ışıklarını alacak şekilde doğuya bakıyordu. Kıble'nin ne tarafta olduğunu rrıerak etti ama tam sormak için döndüğünde Abed'in gözlerinde dönen gölgeleri fark etti ve onun yerine: "Nasıl iyi uyabiliyor musun oğlum? Kâbus görüyor musun gene?" diye sordu.
 "Hayır, anne kâbus... yani onu görmüyorum," dedi Abed durak-sayarak,
 son kâbusunu kendine saklamaya karar vermişti.
 Bavullar birer birer açıldı, güzelce sarılıp sarmalanmış kutular ve
 hediye paketleri etrafa yayıldı, önce yatağı sonra da halıyı işgal
 181
 etti. Anlaşılan Zehra kendisi için hiçbir şey almamış, her şeyi Abed'e
 getirmişti.
 "Burnun nasıl?"
 "Burnum! Burnum felaket!" diye köpürdü Abed birden güvenini kaybederek.
 "Buraya geldiğimden beri bir an durmadı. Canıma okuyor!" Ama sonra
 sesine cıvıltıh, neredeyse çocuksu bir neşe doldu. "Burnum senden uzak
 olmayı sevmiyor annecim."
 Zehra, yüzünü yumuşak, nemli avuçlarının arasına aldı ve yakışıklı ama
 çok da mızmız oğluna gülümsedi. Abed yeniden ağzını açıncaya kadar
 ılık, sakıngan bir şefkate gömüldüler:
 "Eee Safiye nasıl anne? Bana... hiçbir şey göndermedi mi, selam filan?"
 Bir anda ruh hali cetvelinin bir ucundan diğerine savrulan Zehra'nın
 yüzü kasıldı. Bir müddet Abed'den uzaklaşıp kıpırdamadan, konuşmadan
 durdu ama sonra memnuniyetsizliğinin büyüklüğünü bütün hareketlerine
 yansıta yansıta bir paket çıkardı. Abed annesinin mesajını anlamazdan
 gelerek paketi aldı ve uzun uzun esnedi, artan gerilimi azaltmak için
 bildiği tek yöntem buydu, en azından kendi gerilimini.
 "Acıkmışsındır. Ben aşağı inip sana yiyecek bir şeyler getireyim. Bir
 sürü yiyecek var, seveceksin."
 Ama mutfağa inmeden önce ikinci katta durdu, banyo doluydu, Ömer'in
 kapısını çaldı ama içeriden gelen sesleri beğenmedi, ardiye olarak
 kullandıkları küçük odaya girdi, yere çömelip Safiye'nin gönderdiği
 paketi açtı. İçinde bir mektup, büyük ablasının oğluyla bir fotoğrafı
 ve küçük, kokulu, süslü bir kutu vardı. Abed mektubu bitirdiğinde
 yeniden başlamak zorunda kaldı, daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmak
 ya da satır aralarını okumak için değil, ilk seferde satırları aşın
 hızlı geçip mektuptan hiçbir şey anlamadığı için.
 İkinci okumadan sonra biraz düşünmek için yalnız kalmaya ve sessizliğe
 ihtiyaç duydu ama aşağı indiğinde parti ekibi ona böyle bir şey için
 doğru zaman ve doğru yerde olmadığını hatırlattı çabucak. Envai çeşit
 akla hayale sığmaz kıyafet giymiş insanlara çarpa çarpa koridordan
 geçerken kederini bırakmak zorunda kaldı Abed
 182
 _ biraz hırpalanmış, biraz yorulmuştu ve bu partide kimin kim ya da ne
 olduğunu anlamak için merakı kabarmıştı.
 Kıçına şeker şeklinde devasa bir yastık yapıştırılmış olan pespembe
 mayolu, uzun boylu, iri yarı bir kız tam da böyle bir bilmeceydi.
 "Bil bakalım ben neyim!" diye bağırdı kız Abed'e, yanlış cevaplarsa ona
 verecek uygun bir ceza arıyormuş gibi kıstı fettan göz
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
-  gözlerini.
 "Şeker-götlü!" diye bağırdı arkadan biri, bir diğer parti budalasını
 daha malumatıyla aydınlatmış olmanın memnuniyetiyle. Bu hadiseden sonra
 Abed'in içinden kimin kim ya da ne olduğunu merak etmek gelmedi. Ama
 herkes onu bu konuda bilgilendirmek için yarışıyordu. Nereye dönse, ya
 korsan ya da korsan köpeği kıyafeti giydirilmiş olan Arroz'u görüp
 duruyordu. Piyu'ya baktı ama ortalıkta göremedi. Neyse ki etrafta
 ayaklı çarşaf ya da yastık yoktu. Debra Ellen Thompson bezelye yeşili
 uzun bir elbise giymiş, eline plastik meyvelerle dolu bir sepet almış,
 başına da saçlarını daha da kırmızı, kulaklarını daha da büyük gösteren
 bir zeytin dalı takmıştı.. "Ben Tabiat Anayım," dedi. Ama Abed'in ona
 olan ilgisi dağılmıştı; şimdi gözleri bu akşam annesini pencerede
 karşılayan kıza çevrilmiş, kostümünde kaçırdığı ayrıntıları yakalamaya
 çalışıyordu. O şarap kadehleri dışında daha bir sürü şey asılıydı
 Vinessa'nın kostümüne, lekeli bir çarşafa sarılmış beyaz bir kutu, onun
 üzerinde kültablası, çalar saat, kimi şaibeli bir maddeyle dolu
 rengârenk prezervatifler. O Vinessa'ya bakarken Ömer de bitiverdi
 yanında. Üzerinde tekerlek ve kan izli yırtık pırtık bir kedi
 kostümüyle kız arkadaşının omzuna kolunu atıp sırıttı:
 "Ben otobandan geçerken can veren kedi kılığındayım, Vines-sa da 'Tek
 Gecelik Aşk' kılığında," dedi Ömer tekila gururuyla. Abed önce içinden
 sonra dışından Ömer'e bir avuç küfür salladı. Ömer arkasını dönüp /
 Kissed A Drunk Girl'ü (Sarhoş Bir Kız Öptüm) çalmaya gitti ve parça
 bitene kadar Vinessa'yı öptü. Üç dakika yirmi saniye. Şarkı bittiğinde
 bir kere daha, bir kere daha çaldı, sonra... herkes Ömer'e bir avuç
 küfür salladı. Bu bir bakıma her şe-
 183
 _____v.__B.„Vv... Vv/iv gc^mcucn nemen herkes azıtıp, güm güm
 gümleyen müziği kontrol altına alabilmek uğruna CD çaları ele geçirmek
 için kavga etmeye başladı. Abed herkese bir avuç küfür salladı.
 Nihayet mutfağın yolunu bulduğunda, "Merhabaaa Abed, parti harika
 gidiyor değil mi?" diye neşeyle selamladı onu dünyanın en sıska
 korkuluğu. "Annen nasıl? Bak ona götürmen için bir tepsi hazırladım."
 Gerçekten de hazırlamıştı. Kmk-diş-ezilc-kemik-peynir-topları, solucan
 şeklinde pateler, mezarından çıkan hayalet püresi, kadavra sosisler,
 pörtlek göz biçiminde açılmış domates dolmaları... hepsi yukarı
 götürülmeye hazırdı. Abed cadı parmağı kurabiyelerine, tırnaklarının
 altından nasıl olup da kan sızabildiğini anlayabilmek için aval aval
 baktı. Alegre'nin mutfaktaki becerisine saygıda kusur etmek istemese de
 bu meşum menüyü nazikçe bir kenara kaldırıp yerlerine dünyanın en sade,
 en nadide yiyeceği olan birkaç dilim peynir ekmek koydu, bir bardak da
 süt ilave etti.
 Ne var ki elinde tepsi geri dönerken, daima aç bir güruhun arasından
 yiyeceklerle geçmenin nasıl da belalı bir iş olduğu ortaya çıktı. Ama
 zaten fazla ilerlemesine gerek kalmayacaktı. Tam önünde, divanın
 üzerinde, Blade Runner'daki Zhora'nın camlardan geçerek koştuğu sahneyi
 Zhora kıhğındaki bir kıza ballandıra ballandıra anlatan Gail'i gördü.
 Zaten gür ve dehşetengiz olan saçları şimdi tutam tutam jölelenip dik
 dik yukarı kaldırılmış, giysileri yanıp yırtılmıştı. Abed, orada
 kanepede, Yolda-Yürürken-Yıldınm-Çarp-mış-Masum-Yolcu kıhğındaki Gail
 ile çikolata bir örümceği tutkuyla birbirlerinin dillerinde dolaştıran
 bir çiftin arasında afallamış, tedirgin, yine de gülümseyen yüzünü
 gördü annesinin.
 "Anne! Zehra!" diye haykırdı bu ikisi ayrı insanlarmış gibi. "Senin
 burada ne işin var?"
 Zehra omuzlarını silkti. "Susadım. Sana seslendim seslendim duymadın.
 Ben de aşağı indim."
 "Anne lütfen hemen bu tepsiyi alıp odana çık, ben sana su getiririm,
 yorgunsundur," dedi Abed yutkunarak; terliyor, kıpırdanı-
 184
 yor, bir bahane arıyordu. "Yarın şehri gezeriz. Şimdi dinlenmen lazım."
 "Senin kostümün nerede?" diye sordu Zehra. "Neden arkadaşların gibi
 kostüm giymedin?"
 "Benim de kostümüm var ya. Bu-odadaki-tek-akh-başındo-insan
 kılığındayım!" dedi Abed sırıtarak. "Bütün bu şamatayı aptalca bulmuyor
 musun anne?"
 "Her memleketin âdetleri başka," diye mırıldandı Zehra. "İnsanlar çeşit
 çeşit. Madem onların memleketindesin uyum sağlayacaksın. Misafir
 umduğunu değil bulduğunu yer."
 Abed ona hayretle baktı.
 Baktı ve bakakaldı. Abed bütün gece ona bakadursun tek-keli-meİngilizce-
 bilmeyen annesi: balkabağı fenerlerin tükenen mumlarını
 yenileyip yaktı / mutfaktaki sıska korkuluğa yardım etti / herkese
 kurukafa şekerlemeler ve kurtadam pençeleri ikram etti / Tabiat Ana'nın
 uzun elbisesinin eteklerindeki nakısı inceledi /kafası-kesilmiş-bedene
 fazladan biftek ve sarımsak aromah patates cipsi, siyah bandanalı ve
 bir gözü bantlı bir köpeğe tabak tabak yiyecek taşıdı / bir kâse yağlı
 baharatlı çorbayı üzerine döktüğü pespembe mayolu kızdan özür dilemek
 için tekrar tekrar hararetle hareketler yaptı / hoplayıp zıplarken
 kaybettiği çalar saatini bulabilmek için yerlerde emekleyen 'Tek
 Gecelik Aşk'a yardımcı olmak üzere onunla beraber yerlerde çalar saat
 aradı / üzeri tekerlerlek izleriyle kaplı, şimdi de banyoda gürültüyle
 kusmakta olan hırpalanmış bir kediye nane limon kaynattı / nane limonu
 gerisin geri getirip, halen banyoda gürültüyle kusmakta olan tekerlek
 izli hırpalanmış kedi için koyu, zehir gibi kahveler pişirdi...
 *
 Ertesi sabah... aslında ertesi sabah yoktu.
 Her biri farklı sebeplerden, Ömer (baş ağrısı), Piyu (mide ağrısı) ve
 Abed (kâbuslar) ertesi sabah güneş esintisiz gökyüzünü yarı-layana
 kadar uyanamadılar. Uyandıklarında da yataktan kalkamadı-
 185
 lar, gerçi bunun nedeni bitkinlikten ziyade parti-sonrası enkaz-temizliğini
 savuşturma çabalarıydı. Öğleden sonra 15:00'te, artık
 yataklarında oturup parmaklarıyla oynayamaz hale geldiklerinde birer
 birer mutfakta boy gösterdiler. İnsanın eziyetli bir âlem gecesinden
 sonra girmeyi istediği son yerdir mutfak ama sabah her nasılsa ilk iş
 oraya gider. Ama hayrettir, ne tezgâhın üzerinde kirli tabak dağları,
 ne lavaboda leş kokulu terkibi meçhul maddeler, ne çoktan kokuşmaya
 başlamış artıklar vardı... mutfak her zamanki gibi pırıl pırıldı
 (Piyu'nun da kabul edeceği gibi), üstelik ya genişlemiş ya da
 güzelleşmişti.
 Ancak mutfak sahasının sadece başlangıç olduğu anlaşılacaktı çok
 geçmeden. Nihai istikametin belirsizliğine rağmen kendince iddialı bir
 denizaşırı keşfe çıkmadan önceki ilk liman. Sonraki saatlerde Zehra'nın
 hijyen sağanağı, bir BBC belgeselindeki dünya haritasında Tang
 Hanedanının deniz ve ipek yollarını gösteren kırmızı, mavi okların hızı
 ve kararlılığıyla akla gelecek her yöne doğru, evin göze görünen her
 oyuğuna yayıldı.
 Oklar aşağı yukarı ilerlerken hijyen evin her köşesine bodoslama daldı
 ve bu esnada Zehra da görmemesi gereken şeyleri görmüş oldu. Böylelikle
 mutfakta bir plastik torba dolusu zar gibi soyulmuş, kabuğuna kadar
 kemirilmiş greyfurt kabuğu; Ömer'in odasında karanlıkta parlayan
 prezervatifler ve sahte leopar kürküyle astarlanmış, partneri çeşitli
 şekillerde bağlamayı mümkün kılmak için üzerlerine birer halka takılmış
 deri manşetler buldu; Piyu'nun yatağının yanındaki çekmecelerde gördüğü
 Kuran-ı Kerim onu içten içe sevindirdi ama Abed'in odasındaki
 Hıristiyan azizi kolyesi eni konu endişelendirdi ve nihayet Arroz'un
 pirelerini keşfedip günün geri kalanını onu sabunlayıp yıkamakla,
 tekrar sabunlayıp tekrar yıkamakla, şampuanlayıp durulamakla,
 pudralayıp fırçalamakla, tımar edip üzerine kokular sıkmakla geçirdi.
 Yapması gereken başka keşifler de vardı Zehra'nın zira ertesi gün
 karşılaştığı insanlardan hiçbirini, Cadılar Bayramı partisinde vakit
 geçirdiği ucubeler ve mahluklarla özdeşleştiremiyordu. Bu yüzden de
 bazı insanların onunla ikinci kez tanıştırılması gerekti.
 186
 Gerçi Zehra'nın çok sevdiği Vinessa bu insanlar arasında yoktu çünkü
 partiden iki gün sonra Vinessa ile Ömer, kimseyi pek de şaşırtmayan bir
 ivedilikle ayrılmışlardı.
 Zehra Alegre'yle tanıştığında ondan genel itibariyle hoşlandı. Çok
 sıska ve mutfağına burnunu sokmaya meyilli olduğu halde kızcağız hayli
 sevimliydi ve pekâlâ Abed için iyi bir eş olabilirdi. Zehra, Debra
 Ellen Thompson'la tanıştığında onu da sevdi. Gerçi saçları cehennem
 gibi kırmızı ve ancak çile çıkaran bir dervişinki kadar kısa,
 kollarındaki çiller de Süleyman Peygamber'in ordusunda-ki kuşlarla
 balıkların sayısını aratmayacak kadar çok olsa da hoş birine benziyordu
 ve -pekâlâ- Abed için iyi bir eş olabilirdi. Zehra Gail'le tanıştığında
 ondan hiç hoşlanmadı. Gerçi bu kız ne sıskaydı ne çilli, gece karası
 saçları her yeri kaplayacak kadar gürdü ve belli ki mutfak işleriyle
 hiç alakası yoktu ama gözlerinde Zehra'yı rahatsız eden bir şey vardı:
 maviydiler!
 "Lâ terezevvec bi ımraetin aynüha zerka' velev kânet temlükü sandukan
 melîyen bizzeheb."*
 "Ne diyor?" diye sordu Gail.
 "Senin çok güzel olduğunu söyledi," dedi Abed nazik nazik gülümseyerek.
 Çarpıtmıştı ama doğrusunu söylemek gerekirse bu ilk sefer değildi.
 Arada bir tercüme ettiği kelimelerin kusurlarını biraz makyaj-lıyor ya
 da büsbütün atlıyordu Abed. Ne var ki bunu yapan sırf Abed değildi.
 Zira her çevirmen ister basit ister külliyatlı bir metni çeviriyor
 olsun, şöyle ya da böyle bir hırsızlığın suç ortağıdır. Tıpkı
 kervanlarla bir yerden bir yere taşman kıymetli mallar gibi kelimeler
 de yolda yağmalanırlar, tepeden tırnağa karalara bürünmüş
 sinematografik haydutlar tarafından değil, yazar, şair, yayıncı ve
 özellikle çevirmen kılığına girmiş kültürlü şahıslar tarafından.
 Ama Abed'in düzenli yalanlarına, çarpıtmalarına rağmen, ileri-ki
 günlerde Gail'le Zehra arasında beklenmedik bir yakınlık, kendi yolunu
 takip edip kendi söz dağarcığını doğuran bir dostluk gelişe-
 * "Bir sandık altını da olsa sakın mavi gözlü bir kadınla evlenme."
 187
 çekti. Giderek Gaii daha sık boy göstermeye başladı Peari Sokağı 8
 numarada, Zehra'nın hayatını, kültürünü, bilhassa da "baraka" mefhumunu
 merak ederek.
 "Annene bir sorsana Abed, yiyeceklerin de kendilerine ait bir barakası
 var mı?"
 Ekmekle suyun vardı tabii, incirin de.
 "Annene bir sorsana Abed, mekânların da kendilerine has bir barakası
 var mı?"
 Camilerle, evliya türbelerinin vardı tabii, kuyuların da. Bu böyle
 sürüp gidiyordu. İlk başta Abed, Gail'le ahbaplık etmenin annesine
 ilginç gelebileceğini tahmin etmiş ama tahmininde haklı çıktıktan sonra
 bu sefer de bundan rahatsız olmaya başlamıştı. Gerginliğinin bir sebebi
 son zamanlarda doğru düzgün ııyuya-mamasıydı. Rüyaiarmdaki kız tıpkı
 eskiden olduğu gibi her gece her gece görünmeye başlamıştı. Son bir
 haftayı onunla boğuşarak geçilmişti. Uykusuz, gergin, tetikte. Kızın
 ziyaretleri her gece bir bölümünü seyretmeye mecbur tutulduğu bir
 diziye dönüşmüştü, daha sonra kan ter içinde uyanıyor, bir daha gün
 ağarana kadar uyu-yum/yordu.
 "Abed gelsene, annene bir sorar mısın şu yara izleri nedir, bir tür
 tedavi filan mı?"
 Gene uykusuz bir gecenin sabahında Abed, Gail'le Zehra'yı, yüzlerinde
 şaşırtıcı ölçüde birbirine benzeyen ışıltılı bir dinginlik ifadesiyle,
 Benetton reklamları gibi mutfak masasında yarı yana parıldar vaziyette
 bulmuştu.
 Abed bu sefer soruyu sormak yerine kendisi cevap vermeyi tercih etti.
 "Bir tür kan akıtma," diyerek elini havayı keser gibi salladı.
 Eskiden kadınlar serratalarla kan akıtma toplantıları düzenlerlerdi,
 evliyalarla akraba olan muhterem kadınlar. Serratalar el ve ayak
 bilekleri etrafına çizik atar sonra bunlar yıkanıp üzerlerine safran,
 kına ya da akr sürülürdü. "Uzun zaman önce," diye ekledi Abed otoriter
 bir edayla, "artık Fas'ta böyle şeyler göremezsin."
 Modernleşmek ve dolayısıyla Batılılaşmak için köklü dönüşümler geçilmiş
 yaşlı toplumların gençleri, fazla malumat sahibi
 188
 olmayan bir Batılı kalkıp da onlara kültürleri hakkında sorular
 yönelttiğinde ve bu sorular aslında kendilerinin hiç mi hiç
 ilgilenmediği, hatta esasen kestirip atmak istediği, hatta yekten
 reddettiği tek bir cephesiyle bağlantılı olduğunda daima bu mantrayı
 tekrar ederler: "Ha o mu?" derler. "Vardı öyle şeyler ama eskiden, o
 çak eskidendi. Ülkemde artık böyle şeyler göremezsiniz."
 Zihninde dönmekte olan bir sonraki soruya geçti Gail: "Annene bir sorar
 mısın Abed, ya şu kına nedir, kınayı sorar mısın?"
 "Eline sürdüğün koduğumun kınası işte! Soracak bir şey yok." diye
 patladı Abed. "Neden sorup duruyorsun bunları? Neden onunla gerçekten
 ilgileniyormuş gibi yapıyorsun?"
 Gail ona ters ters baktı: "Belki gerçekten ilgilendiğim içindir!" "Ya
 ne demezsin," dedi Abed alayla gülerek. "Ne heyecan verici bir kültür!
 Egzotik! Değişik! Ücra! Ezilmiş! Üçüncü Dünyalı hemşireni
 kucaklıyorsun!"
 "Yuh, ne fesat zihnin var! Neden merakım seni bu kadar rahatsız ediyor?
 Belki de sen kendi geleneklerinden utandığın içindir!" Zıt kutuplara
 konmuş iki farklı mıknatıs tarafından aynı anda çekilmiş gibi
 birbirlerinden hızla uzaklaştılar. Zehra'ya da içini çekerek,
 püfieyerek. neler olduğunu merak ederek tek başına mutfakta kara kara
 düşünmek kaldı. Kımıltısız bir endişe içinde bir müddet bekledikten
 sonra Abed'in ne yaptığını görmek için yukarı çıktı ve onu tepesinden
 parmak ucuna kadar kalın bir battaniyenin altına gömülmüş, ya kendini
 boğmaya ya da biraz uyumaya çalışır vaziyette buldu.
 Bir müddet konuşmaya çekinse de içindeki sıkıntıyı artık bastıramayan
 Zehra diken üstünde yatağa oturdu ve zihnindeki soruyu saldı: "Safiye
 ne diyor? Paketin içinden mektup çıktı mı?"
 "Pek bir şey dememiş," diye cevap verdi battaniye boğuk bir sesle.
 "Babasının hastalığı, havaların değişkenliği, kız kardeşinin düğünü...
 öyle şeyler..."
 Ama yorıımbilgisi geleneği her metnin birden fazla seviyede
 okunabileceğini söyler bize. Eski fal tarihçeleri, hayli sıradan
 görünen metinlerin bile içrek mesajlar saklamaya muktedir olduklarına
 189
 şaııtıucı cucı. oaııye nın meütUDunaa da ıçı boşaltılmış metinlerde
 sıkça rastlanan o ibare vardı: Bilenler bilenlere anlatsın, bilmeyenler
 de görmesin zaten!
 Doğru, Safiye'nin mektubu havadan sudan bahsediyordu, şu dış tabakadan,
 zahiriden bakarsan o metne. Yine de hatminin iç katmanlarına
 inildiğinde farklı bir mesaj taşıyordu, buna göre Safiye' nin babası
 yakında öleceğinden korktuğu için onun evlenmesini istiyordu, sıra
 kendisinde olduğu halde küçük kardeşi bile evlendiği için kendisi de
 artık zamanının geldiğini hissediyordu. Mektup ayrıca kafasının
 karışık, ruh hallerinin değişken olduğunu sezdiriyordu. Zahiri katman
 havadan sudan söz ederken, batini katman, Safiye'nin Abed'i fazla uzun
 beklemeyeceğini fısıldıyordu.
 Zehra çenesini kaldırdı, söyleyeceği şeyin şiddetini hissettirme
 gayretiyle alnını kırıştırdı ama yegâne izleyicisi battaniyenin
 altından bu hazırlıkları göremiyordu.
 "Safiye sana yaramaz, bırak kendi yoluna gitsin."
 Zehra bu meseleye dair memnuniyetsizliğini şimdiye kadar çeşitli
 şekillerde ifade etmiş olsa da ilk defa itirazını bu kadar doğrudan
 dile getiriyordu. Odanın atmosferi aniden aralarında kabaran
 gerginlikle ağırlaştı. Ta ki Zehra bir sonraki sözünü söyleyene kadar:
 "Sen en iyisi mavi gözlüyle evlen!"
 Abed'in kafası battaniyenin altından fırladı, gözleri faltaşı gibi
 açılmıştı: "Cadı Gail'le mi evlenmemi istiyorsun?"
 "Evet, neden olmasın?"
 "Çenesinden geçilmiyor hanfendinin!"
 "Olsun, konuşkan olması iyidir." dedi Zehra gülerek. "Hıfmin benî âdem
 es-sâkit.""
 Abed burnundan hava püskürterek bir kahkaha saldı, sonra birkaç kahkaha
 daha attı. "Belki fark etmemişsindir, boyu jenden uzun," dedi
 dişlerinin arasından, ne kadar uzun olduğunu göstermek ister gibi
 gözlerini tavana kaldırdı. Bu konuşmayı hemen bunda sonlandırmak
 amacıyla göklerden süzülecek bir kurtarıcının tr.van-
 * "Sükût eden âdemoğluntlan kork."
 190
 dan aşağı düşmesini bekliyormuş gibi.
 "O uzun değil," dedi Zehra omuzlarını silkerek. "Sen birazcık daha
 kısasın. Deve kendi hörgücünü görmezmiş."
 Bunun üzerine Abed daha büyük bir kozu kullanmaya karar verdi: "Anne. o
 Yahudi!"
 Zehra'nın yüzünden, Abed'in ilk başta "hayret" sandığı ama aynı zamanda
 "kabullenme"ye yormaktan da kendini alamadığı uysal bir sorgulama
 ifadesi geçti: "Ya öyle mi? Evdeki örümcekleri öldürmemesini rica et
 ondan! Örümceklerin peygamberin hayatını kurtardığını anlat." diye
 mırıldandı sükûnetle, odadan çıkarken. "Sen iyisi mi uyu biraz."
 Maalesef uyudu. Gecelerdir süren işkenceli uyuklamaların ardından
 uykuya dalması uzun sürmeyecekti. Ama kâbus kadım bu sefer elini daha
 da çabuk tutmuştu. Ölgün beyaz yüzünde kömür gibi iki kocaman göz
 parlıyordu, bir kardanadamın donuk bakışı gibi, gözleri iki karanlık,
 dipsiz deliğe gömülmüştü. Abed panikle uyandı. Ne var ki bu sefer
 rüyasındaki kadını göğsünde oturur buldu, daha yakındı, daha amansız.
 Rüyadan, ne menem bir gerçeklik -se bu gerçekliğe ışınlanırken müthiş
 küçülmüş, oyuncak bebek boyutuna inmişti. Korkutucu, uğursuz bir
 Barbie, sıkıştırılmış dehşet.
 Abed içgüdüsel olarak kadının ona izin vermeyeceğini bildiği halde
 hareket etmeye çalıştı. Annesini, birini, herhangi birini çağırmak için
 ağzını açtı ama sadece bir soluk çıkabildi ağzından. Kadın onu
 hareketsiz, sessiz, neredeyse baygın tutuyordu, göğsünü eziyordu. Abed
 bir daha bağırmaya çalıştı... bir daha... her seferinde daha çok gayret
 gösteriyordu... ki odasının kapısı küt diye açıldı:
 "Hobibi... Abed!.. Abed!"
 Titreyen bir kucakta uyandı, Zehra panikle sarılmıştı ona. Arkasında
 Gail, Piyu ve Ömer yüzlerinde aynı tedirgin ifadeyle dizilmişlerdi. "Ne
 oldu Abed?" diye sordu birisi hepsi adına ya da hepsi aynı anda.
 "Kötü bir rüya gördüm." Bir an durakladıktan sonra geri kalanını da
 anlatmaya karar verdi. "Her zamanki kâbus, çocukluğumdan beri böyle
 gelip gider. Galiba yine mevsimi geldi. Ama bu se-
 191
 fer fazlasıyla sahici görünüyordu. Göğsüme oturdu ve kıpırdamama izin
 vermedi. Ouaghauogh... ödümü koparttı."
 Abed konuşmalarını annesine tercüme etmek için döndü ama Zehra'nın
 yüzünü kaplayan elem neden bahsettiklerini zaten bildiğini
 gösteriyordu.
 "Bit kâbus kadını neye benziyor anlatsana...?" diye sordu Ömer.
 "Genç, uzun, kapkara saçları var... aslına bakarsan Gail'e benziyor."
 "Teşekkürler!" dedi Gail sırıtarak.
 Kıkırdadılar, aslında daha da güleceklerdi ama Zehra'nın suratının
 asıldığını fark ettiler. Bunu takip eden sessizlikte Zehra onlara yarı
 hazin yan haşin bir bakış fırlattıktan sonra, oğlu daha onu teselli
 etmeye fırsat bulamadan odadan çıktı.
 192
 Dumansız Ateş
 Öncelikle onları diğerlerinden, alacakaranlık kuşağındaki diğer
 mahluklardan ayıralım. Uzaylılardan, elflerden, gulyabanilerden,
 perilerden, hatta vampirlerden... tüm bu mahlukata siz ister inanın
 ister inanmayın günün birinde yolunuza çıkabilirler. Hayatınıza sızmak
 için hiçbirini önceden tanımanıza gerek yoktur, hem de hiç. Ama
 dumansız ateşten yaratılanlar, adlı adınca "cin" diye bilinenler için
 durum böyle değildir, onların sizinle kuracağı münasebet önceden
 tanınmalarına bağlıdır. Diplomasinin temel kuralları in-san-cin
 ilişkileri için de geçerlidir aslında: burada da ötekinin varlığının
 ayrı bir mevcudiyet olarak tanınması iki taraf arasındaki ilişkilerin
 gelişmesi açısından elzemdir.
 "Bazıları adildir" der Kuran, "bazdan başka türlü." Kemlik de buradan
 çıkar zaten. İşin adil kısmından değil, ama ille de başka türlü
 kısmından da değil. Mesele bu ikisi arasında durmadan gidip gelen
 sarkaçtan, hani şu mini minnacık "ya da" takısının içerebileceği ya da
 içermeyebilcceği olasılıklardan.
 Şahsi rotalarının bir noktasında bütün cinlerin iyi ile kötü arasında
 bir seçim yapmaları gerekir. Çoğu yapmıştır bu seçimi ama daha
 saflarını seçmemiş niceleri de vardır. Yine de kötülüğe karar kılmış
 olan cinleri dahi sgn tahlilde bu kadar ürkütücü kılan kötülükleri
 değil, kötüymüş gibi görünmemekteki eşsiz yetenekleridir. Aslında
 içinde kem olsa da erdemli izlenimi vermeye muktedirdir her cin. Daha
 da beteri zamanla taraf değiştirebilmeleridir. Başta erdemliyken
 sonradan kem olabilirler ya da tam aksi. Üstüne üstlük tıpkı insanların
 dünyasında olduğu gibi cinlerin dünyasında da belirleyici etken
 cinsiyettir.
 193
 Dişi cinlerin erkeklerden daha kaprisli, dolayısıyla da daha değişken
 olduğu söylenir. Hayran olunmak, iltifat görmek, el üstünde tutulmak
 isterler. Bunu gerektiği gibi adabıyla yapmayı başaramayanlar dişi
 cinlerin öfkesini çeker üstlerine, öte yandan bunu gerektiği gibi,
 adabıyla yapanlar da dişi cinlerin aşklarının nesnesi olabilir ki uzun
 vadede hangisinin daha kötü olacağını kestirmek zordur. Şeytan bile
 cinler kadar sinir bozucu değildir. Malum kötüdür şeytan ve tutarlıdır
 kötülüğünde. İnsan şeytandan hep en kötüsünü bekler, muhtemelen daha
 beterini alır gerçi ama en azından bir belirsizlik yoktur ortada. Öte
 yandan cin hem dost hem düşman veya dostken düşman, düşmanken dost
 olabilir. İşte onlarla her karşılaşmayı asla anlamlı bir bütüne
 ulaşamayacak bir nevi zihin yağmalayan bilmeceye dönüştüren de bu
 olabilir-de-olmayabilir-de sarkacıdır. Cinler belirsizlikle maluldür.
 İnsanlar da belirsizlikten duydukları korkuyla. Nihayet Zehra'yı
 verandada oturmuş dalgın dalgın dışardaki akçaağaca, daha doğrusu onun
 yerine konmuş amatör taklidine bakarken bulan Abed, "Canını sıkma
 anne," dedi kelimeleri usulca ağzında yuvarlayarak. "Nedenini
 biliyorum. Son zamanlarda korku filmi seyretmiyorum, eskisi gibi
 aşağıda, televizyonun başında uyursam her şey yoluna girer."
 Aynı anda hem boğazını temizleyip hem de buna inanmadığını belli eden
 Zehra hıh diye güldü - bu ses çetrefil bir konuşmanın peşreviydi
 sadece. Konuştu, konuştu, konuştu. O konuşmasını bitirdiğinde Abed
 biraz sarsılmış vaziyette sendeleyerek verandadan içeri girdi. Zehra
 ise öylece oturuyordu. Hiç hareket etmeden. İki saat sonra pek fazla
 bir şey değişmemişti. Zehra hâlâ verandada, hâlâ kımıltısız ve
 sessizdi, Gail'le Arroz ara sıra ne vaziyette olduğunu görmek için
 gelip yüklüyorlardı.
 "Ne oldu?" diye sordu Ömer'le Piyu bir ağızdan. "Ne mi oldu?" dedi Abed
 homurdanarak. "Amerika'ya geldiğinin üçüncü günü aklını kaçırdı. Olan
 bu!"
 Nihayet homurdanmaktan bıkıp hikâyeyi anlattı. Dura dura, yorgun argın,
 kendine ait olmayan sözler ve ayrıntılarla, Zehra'nın çok
 194
 genç ve yeni evliyken bir cinle nasıl karşılaştığını ve bu
 karşılaşmanın nasıl hâlâ karşılarına çıkmaya devam ettiğini nakletti
 onlara.
 Yirmi beş küsur yıl önceymiş, şubat ortası.
 Buz gibi, rüzgârlı bir günde Zehra mutfakta tek başına böğürtlen reçeli
 yapıyormuş. Hayatı boyunca hep iyi bir ahçı olsa da o sıralarda hâlâ
 tecrübesiz olmalıymış ki kazana gereğinden fazla şeker koymuş,
 kaynattıkça bozuyor, ağdalıyormuş reçeli. Çaresizlikle uzun, biçimli
 parmaklarını rahminin üzerinde kavuşturmuş ve üzüntüyle içini çekmiş. O
 anda ne elleri ne de yüreği bunu bilse de Zehra hamile imiş. Abed'e
 hamile.
 Zehra'nın bu konudaki bilgi eksikliği ilk başta göründüğünden daha
 önemli sayılabilir zira hamileliğinin bu kadar erken bir döneminde
 olmasa evde yalnız bırakılmazdı. Ne de olsa gebe kadınlar cinlerin,
 özellikle de dişi cinlerin en gözde avları arasındadır ve asla yalnız
 bırakılmamalıdır. Ama o soğuk şubat sabahı yün bir hırka ve gafletin
 rehavetine sarılmış olan taze gelin Zehra'nın cinlerden korkmak için
 hiçbir sebebi yokmuş. Korkamayacak kadar hareketli, genç ve
 gailesizmiş. Tek derdi işte o kara kazanda kaynatılıp durdukça buruk
 bir renk alan ve ağdalandıkça ağdalanan reçelmiş. Bir süre sonra
 kapının çalındığını duymuş ve yabancılara karşı hep dikkatli olduğu
 halde nedense hiç tereddüt etmeden gidip kapıyı açmış.
 Kapıda yırtık pırtık giysili ama gördüğü en güzel siyah gözlere sahip
 bir kadın duruyormuş. Elindeki çanak dilenci olduğunu gösterse de hiç
 öyle durmuyormuş. "İyi günler," demiş kadın mırıl mırıl. "Çok açım ve
 çok susuzum. Üç uzun gün üç uzun gecedir ağzıma bir lokma girmedi."
 Zehra kendisinden isteneni gayet iyi duymuş olmakla beraber mıhlanıp
 kalmış olduğu y^erde, o siyah mücevher gözlerdeki gececi girdaplardan
 hipnotize olmuşçasına. O zaman dilenci, talebini tekrarlamak için belki
 de iki elini birden ağzına -ya da bir ağzı olsa bulunacağı yerekaldırmış.
 Zalimce mükemmel bir burun ve sivri bir çenenin arasında ne ağız varmış
 ne de ağza benzer bir şey. Ne üst dudak ne alt dudak, ne hiç olmazsa
 pembemsi bir çizgi, sadece koyu kızıl bir boşluk -
 195
 yutmaya hazır haris bir oyuk. Bunca sene soma dönüp kadını düşündüğünde
 Abed onun ya korkunç bir kaza ya da cüzzam gibi ölümcül bir hastalık
 geçirdiğini tahmin ediyordu. Sebep her neyse kadının ağzını koparıp
 atmıştı.
 "Şu biçareye bir dilim ekmek verirsen hayır duamı alırsın," diye
 yankılanmış kızıl boşluk. Sonra mutfaktan süzülen şurupsu kokuyu
 yakalamak ister gibi başını kaldırmış. "O ekmeğin üzerine tatlı bir
 şey, mesela şu kaynattığın böğürtlen reçelinden sürersen, gebe olduğun
 erkek evladın hayır duamı alır."
 İçeri girmeye çalışır gibi eşiğe hamle etmiş. İşte tam o anda genç, toy
 bir kız olan Zehra panikleyerek refleksle kapıyı tutmuş, sertçe kadının
 yüzüne çarpmış. Korku ve pişmanlık içinde donmuş vaziyette, dışarıdan
 gelen en küçük sesleri bile dinleyerek kim bilir ne kadar durmuş orada.
 Nihayet kapıyı tekrar açacak cesareti bulduğunda, artık dışarıda kimse
 yokmuş, dar, çamurlu yolda yavaş yavaş eriyen buz dışında. Mutfağa
 döndüğünde böğürtlen reçelinin taşıp ateşi söndürdüğünü görmüş.
 Yine de bu hadiseyi aklından savmış çabucak ve Abed doğana kadar da bir
 daha düşünmemiş. Ne var ki Abed göbeğinde, irkiltici bir biçimde ağıza
 benzeyen koyu kızıl bir lekeyle doğmuş.
 "Vay, ne acayip. Karnında hâlâ duruyor mu o dövme, seni seksi şey
 seni," diye kıkırdadı Gail alayla, siyah yelesini bir yandan bir yana
 savurarak.
 "Bahsettiğimiz bir dövme değil," dedi Abed ters ters, ama bugün Gail'e
 sinirlenmemeye karar vererek derin bir nefes aldı. "Zehra o dilencinin
 aslında cin olduğuna inanıyor. Ama esas mesele bu değil. Mesele cin
 olsa da olmasa da yaptığı şeyin yanlış olması. Zira Tanrı'nın yarattığı
 hiçbir mahluktan bir dilim ekmekle bir bardak suyu esirgememelisin.
 Ahlak dersi bir yana cin bizi lanetlemiş, özellikle beni. Doğacak erkek
 evladı. Zehra benim tehlikede olduğumu düşünüyor."
 "Haa! Şu kâbuslarındaki kadın da o mu?" diye sordu Ömer yüzü merakla
 aydınlanarak. "Afet-i devran cin hanım! FemmefataleV
 "Bana bak oturup fantezi kurasın diye anlatmadım bunları, sa-
 196
 pik şey! Türkiye'de cin yok mu? Bu tür inanışların ne manaya geldiğini
 biliyor olman lazım!"
 Neyse ki Gail'le Piyu'nun korktukları başlarına gelmedi de bir nevi cin
 milliyetçiliğine kaptırmadılar kendilerini. Onun yerine Abed huzursuz
 sesi sonlara doğru iyice alçalarak, Zehra'nın cinin şimdiye kadar
 Abed'e gönlünden geçen zararı verememiş olmasının geçmişte verdikleri
 sadakalardan ve kestikleri kurbanlardan kaynaklandığına inandığım
 anlattı. Bunlar cinin gücünü gözle görülür ölçüde azaltmış,
 yaşlanmasını engellemiş (ne de olsa yaşlı cinler gençlerden daha
 güçlüydü; dişi cinler erkek cinlerden; yani en beteri yaşlı dişi bir
 cindi) ve onu zaman zaman Abed'i ziyaret eden şu genç kıza
 dönüştürmüştü. Sadakalarla kurbanlar onu dişsiz bırakmıştı. Ama bu
 sene. Abed bursu aldığı gün Zehra bir koç adadığı halde önce çeşitli
 sebeplerle erteleyip durmuştu bu adağı, sonra da kocasının ölümüyle
 büsbütün unutmuştu. Borcunu geciktirdikçe dişi cin anbean birazcık daha
 yaşlanıp güçlenmiş, her geçen gün Abed'in gecelerini ve kâbuslarını
 daha çok ele geçirmeye başlamıştı.
 "Vay!" Gail nihai bir çözüm bulmaya çalışıyormuş gibi dalgın dalgın
 başını salladı ama o dalgınlıktan sıyrıldığında yeniden "Vay!" demekten
 başka bir şey yapmadı. Zihninden cin şeklinde sütlü çikolatalar yapmak
 geçmişse de bu fikri basiretle kendisine saklayıp, dükkânın yolunu
 tuttu.
 Gail odadan çıkar çıkmaz Ömer'le Piyu uzaktan kumandalarının
 düğmelerine basılmış gibi Abed'e saldırıp kazağını sıyırdılar ve
 göbeğine baktılar. Haklıydı. Leke oradaydı! Tam karnının üzerinde heavy
 metal albüm kapaklarındaki Gotik kabartmalara benzeyen kızıl bir ağız
 duruyordu, bu benzetme Abed'in hoşuna gitse de gitmese de. Görmek için
 can attıkları şeyi gördükten sonra, hâlâ yerde homurdanmakta olan
 Abed'in ayağa kalkmasına yardım ettiler, sonra Sopranos seyretmek için
 hep birlikte oturma odasına yöneldiler. Bölüm bittiğinde hepsi birer
 birer dışarı göz attılar. Zehra hep aynı konumda, inatla verandada
 oturmakta, Arroz da kendi kendine buyurduğu bir vazifeye mutlak
 sadakatle onun ayaklarının dibinde durmaktaydı.
 197
 Veranda alanını gözetleme nöbeti kendine geldiğinde "Uyumayacak mı?"
 diye fısıldadı Alegre huzursuzca.
 "Nereden bileyim?" diye umutsuzca mırıldandı iki mutfak kapısı arasında
 mekik dokuyup durmadan volta atan Abed. Akşamleyin üç kere verandaya
 çıkıp annesini içeri girmeye iknaya teşebbüs edecek ama her seferinde
 tek başına ve kıpkırmızı geri dönecekti. Üçüncü teşebbüsten sonra artık
 kendini tutamadı: "Aklını kaçırmış! Koç kurban etmek istiyor, hem de
 hemen!"
 "Nasıl hemen!" diye sordu Piyu, aklına hemen bıçak ve satır getiren
 kurban lafının verdiği dehşetle.
 "Hemcn-şu anda değil şapşal, hernen-yalanda..." Abed gözlerini mutfağın
 tavanına, arada bir yukarıdaki küvetin sularının sızıp damladığı
 çatlağa kaldırdı. "Tanrım..." diye inledi, "... Boston'dayız!" Sanki
 Tanrı onun yerini kaybetmişti de koordinatları yeniden veriyordu.
 Ama koordinatlar, artık sahte akçaağaca ve bir de Arroz'a evdeki
 herkesten fazla güveniyormuş gibi görünen Zehra'yı geri getirmeye pek
 yardımcı olmadı. Aniden hayata karşı korkuları nüksetmiş, her an bir
 kaza olacak diye beklemeye başlamışı. Dünya bir felaketler piyangosu
 olmuş, ona da sonraki çekilişte oğlunun ne kazanacağını tahmin etme
 eziyeti düşmüştü. Aniden bastıran uçuş korkusu bu genel korkunun küçük
 bir parçasıydı sadece. Hayatında ilk olarak uçağa binmek Zehra için hiç
 sorun olmamıştı ama şimdi o uçağa tekrar binme fikri bile elinin
 ayağının kesilmesine yetiyordu. Eve dönmek, Abed'i bu yabancı ülkede
 tek başına bırakmak, hiçbir aksilik olmayacağını, her şeyin yolunda
 gideceğini ummak, çarnaçar ummak... sonraki hamlesi ne olursa olsun,
 karşılığında bir şey vermeden, bir bedel ödemeden o hamleyi yapmak
 istemiyordu. Sadaka aritmetiği. Aklın, salt aklın kılavuzluğunu
 tanıyanlar bu ra-kamsız matematiği anlamakta zorluk çekseler de
 ötedünyayla uzlaşmada artılarla eksilerin hesaplanıp denkleşmesi
 elzemdir. Hayattan olumlu bir gelişine bekleyebilmek için denklemi
 dengelemek, karşılığında bir şeyler vermek gerekir.
 19b"
 Reggae Sadakası
 Ertesi sabah Alegre'nin hazırladığı muhteşem kahvaltıyı ve koca bir
 bardak taze sıkılmış portakal suyunu tepsiyle verandaya taşıdı Abed.
 Yarım saat sonra son kırıntısına kadar yenmiş kahvaltının bulaşıklarını
 bir de portakal suyunu geri getirdi. Ne de olsa Arroz bir tek portakal
 suyu ile ilgilenmemişti. Zehra bu arada hiçbir şeye elini sürmemişti.
 Ömer onu bir sabah kahvesine ikna etmeye çalıştıysa da işe yaramadı.
 Koca sürahi kendisine kaldı.
 "Madem bu kadar kahveyi tek başına içmeye niyetlisin neden en azından
 cafe con leche yapmıyorsun?" Kaşlarını çatmış, kollarını kavuşturmuş
 Alegre'nin sesi yanında durduğu buzdolabının uğultusunu bastırıyordu.
 Ömer'in yüzü aydınlandı. "Cafe con leche!" dedi sırıtarak. "Bana
 İspanyolca birkaç güzel kelime öğretir misin?"
 "Rezalet!" diye araya girdi Abed, verandaya yaptığı bir başka beyhude
 ziyaretin dönüşünde. "Şu herife İspanyolca rezalet nasıl denir onu
 öğret, Alegre. Bahse girerim sırada Hispanik bir kız vardır. Öyle değil
 mi dostum Omar?"
 Ömer omuzlarını silkti. "İftira, hep İspanyolca öğrenmek istemişimdir."
 "Abed, Zehra'ya söylesene madem bir hayır yapmak istiyor bağış yapsın,"
 dedi Alegre, bu teklifiyle onu biraz olsun teskin etmeyi umarak.
 "Zavallı koça vereceği parayı bizim hayır kurumuna bağışlayabilir.
 Demek Katolik Kilisesi'ne bağlı ama inanç gözetmeden herkese yemek
 yardımı yapıyoruz."
 "Muchas gracias ama senin tavuk suyuna şehriye çorban annemin kurban
 standartlarına uygun değil," diye homurdandı Abed
 199
 mutfak penceresinden bakıp içini çekerek. Gerçi seyredecek fazla bir
 şey yoktu. Zehra hâlâ aynı sandalyede, aynı konumda, gözleri hâlâ aynı
 ağacın yapraksız iskeletine dikili oturuyordu. Yegâne canlılık işareti
 Arroz'da gözleniyordu; yasemin ve alacakaranlık kokan bu tombul kadını
 koruma vazifesine sadık kalmak ile eve girip başka kahvaltı kalmış mı
 bakmak arasında kararsız, iki üç saniyede bir sağa sola dönüyordu.
 Ne var ki iki kutup arasında savrulan sadece Arroz değildi. Akşama
 doğru bir içeri bir dışarı mekik dokumaktan bıkarı Abed nihayet bu
 sorunu kökünden çözmek için harekete geçmeye karar vermişti. Bu
 kararlılıkla Müslüman biraderinin kapısını çaldı.
 "Omar kardeşim. Bana yardım et. Ne olursa olsun Müslünıan-sırı değil
 mi?" Bu sorduğu soruya anında pişman olduğundan cevabı beklemeden
 konuşmaya devam etti. "En azından Müslüman bir ülkeden geliyorsun. Bu
 evde bana yardım edebilecek bir tek sen varsın. Yarım saat sonra
 Jamal'le buluşacağım, akıl danışmak için imama gideceğiz. Bu arada sen
 de..." parmağını Ömer'e doğrulttu, "sen de git bir kasap ara."
 "Neden öteki türlü yapmıyoruz? Sen kasap ara, ben gerisini halledeyim."
 "Olmaz. Muhterem imamla konuşmak için doğru kişinin sen olduğuna emin
 değilim," dedi Abed. "Halta doğrusunu istersen yollarınızın
 kesişebileceğini dahi zannetmiyorum."
 Bu açıklama yeterince ikna edici olduğundan ikisi de üstlerine düşeni
 yaptılar.
 O gün hiçbir ilerleme sağlayamadılar. Doğru, Boston'da helal et satan
 Müslüman kasaplar vardı. Ama iş koçu parça parça almak yerine kurban
 etmeye gelince durum değişiyordu. İki kasap en erken bir ay sonraya
 randevu verebileceklerini söylemişlerdi. Pearl Sokağı 8 numarada kimse
 Zehra'nın verandada o kadar uzun zaman hayatta kalabileceğini tahmin
 etmiyordu.
 Bir haftada Boston'un göbeğinde Müslüman bir kadının nasıl koç kurban
 edebileceği üzerine kafa patlatmaktan daha beteri bunun getirdiği
 mahcubiyet, asabiyet ve Amerikalı arkadaşların hadi200
 sevi duymaları halinde gelebilecek tepkiden ya da yadırgamadan duyulan
 rahatsızlıktı. Tuhaftır, Abed bu konuyu Alegre ya da Piyu' ya açmakla
 hiç zorluk çekmemişti. Tam olarak sebebini bilmese de Hispaniklerin.
 özellikle Meksikalıların kendisiyle aynı saftan olduğunu hissediyordu.
 Ama o ikisi hariç Müslüman olmayan arkadaşlarına bıı hadiseyi
 anlatmamayı tercih ederdi. Bilhassa bir ianesi yapay ete bile karşı
 olan şu nebatoburlara. Hayır bu cinayetten ne Gail'in ne de Debra Ellen
 Thompson'ın haberi olmalıydı.
 İki gün daha geçti. Daha pek çok kereler aynı cevapları duydular: Hem
 Amerikan standartları hem de İslam'ın gereklerine uygun şekilde
 mezbahada koç ve koyun kesen bir sürü Müslüman kasap vardı ama bu iş
 biraz zaman alacaktı, tabii ev ahalisinden biri kesimi kendisi yapmaya
 gönüllü değilse.
 ömrü billah en büyük düşmanı zaman olan ömer işte bu noktada, bu
 senaryodaki rolünü oynamaya başlaması gerektiğini hissetti. Abed'in onu
 bu işe karıştırmasının bir sebebi olmalıydı -Abed'in dahi bilmediği ama
 muhtemelen bilinçdışının kuytularının çözümlediği bir sebep. Dini
 törelere karşı sarsılmaz bir inancı, annesine karşı da ona asla yalan
 söyleyemeyecek kadar derin bir sevgisi olduğundan Abed'in, Ömer gibi
 birine havale ermeden başaramayacağı tek bir şey vardı: üçkâğıt!
 Ömer gidip koç kesemeyeceğini biliyordu ama daha başka bir yardımda
 bulunabilirdi. Neticede bir hayvanı öldürmek kitabında yazmasa da
 insanları kandırmak yazardı şüphesiz. Dolayısıyla dördüncü gün,
 Müslüman bir kasabın bütünü tamamlayacak şekilde ona parça parça
 sattığı, bir zamanlar bir... hatta iki... belki üç koça ait olan taze
 etle dolu bir kazanla mutfağa daldığında, kendisine çok çok zararsız
 görünen bir yalanı Zehra'ya söylemekten zerrece utanç duymadı Ömer.
 "Güzel koçtu." dedi pişkin pişkin başını sallayarak. "Dini bütün bir
 Müslüman kasap mezbahada kesti. Sizi götüremezdim çünkü Amerikalıların
 kurallarına göre yetkili olmayanlar içeri alınmıyor."
 Abed, Ömer'in sözlerini Zehra'ya tercüme ederken annesinin ikna
 olmayacağından korktu çünkü kendisi ikna olmamıştı. Ama
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 201
 mayasında kitabında böyle sahtekârlıklara yer uhnayan Zehra'nın yüzü
 ferahtan ışıldamıştı bile. Son dori günün büyük bölümünü yapışık
 geçirdiği sandalyeden kalkıp hemen işe koyuldu. Hayvanın başını,
 paçalarını, işkembesini ve bağırsaklarını aradı önce, bulamadı. Ama
 bunların nereye gittiğini tekrar tekrar sorsa da Abed soruları
 diğerlerine tercüme etmedi.
 Kendilerine etin çok az bir kısmını aynan Zehra geri kalanı yedi farklı
 haneye dağıtılmak üzere yedi tabağa böldü.
 "Maddi durumu iyi olmayan yedi komşuya dağıtın," buyurdu.
 "Ne yedi komşusu anne?" diye sormak geldi Abed'in içinden, kalasından
 East Sommerville'de ikamet eden vejetaryen bohemleri geçirirken.
 Alegre yedi parçadan birini en küçük hizmetçileri Marta'ya götürmeye
 karar verdi. Marta istemezse, marketten almış gibi yaparak la Tia
 Piedad'a pişirebilirdi. Geri kalan altı parçanın üçünü Abed, Tufts'da
 doktora yapan ikisi Mısırlı, biri Pakistanlı üç Müslüman arkadaşına
 dağıttı, hiçbiri fakır değildi belki ama kıt gelirleriyle epey zorlukçekiyorlardı.
 Geri kalanlardan birini Jamal'e ayırdı. Son olarak Piyu
 bir parçayı, güzel ve taze olduğu müddetçe her türlü eti seve seve
 kabul edeceklerini bildiği iki eski arkadaşına götürdü. Böylece geriye
 bir parça kaldı.
 "Mutlaka fakir birine verin," diye buyruğunu tekrarladı Zehra.
 Hayır işleri için koşuşturmaktan yorulan Abed bu görevi Piyu' ya, Piyu
 Abed'e, nihayet ikisi birlikte ittifakla Ömer'e havale ettiler.
 Ömer bir sadakanın sadaka olabilmesi için boğazına düşkün arkadaşlardan
 ziyade yabancılara verilmesi gerektiği kanaatindeydi. Dolayısıyla
 mahalledeki dilenciler, keşler ve evsizlerle işe başladı ama kırk yıî
 düşünse beklemeyeceği bir ilgisizlikle karşılaştı o cephede.
 Isabanafazladanbirdolarınızolduğunıısöyledi Kadın vejetaryen çıkmıştı,
 Bay Birfincankahveiçinbirpenny bu teklife şüpheyle yaklaşmıştı çünkü
 belediye başkanının sokaklardaki evsizleri zehirlemek için emir
 verdiğinden kuşkulanıyordu. Birkaç teşebbüste daha bulunup birkaç kere
 daha reddedilince Ömer eski bir sevgiliden vardım istemek için yeterli
 bahanesi olduğuna karar verdi.
 202
 Hem hayatında bir kez olsun, evet neden olmasın, aşk ve nefretin
 karmaşıklığı hiçbir şekilde inkâr edilmemek kaydıyla eski âşıkların
 temel düşmanlıklarını halledip, zor anlarda birbirlerine yardım
 edebilecek kadar olgun davranacaklarını, zaman içinde gerçekten iyi
 arkadaş olabileceklerini kanıtlamak istiyordu!
 Plakçı dükkânında Vinessa'yı tezgâhın arkasında yine bir The Clash
 şarkısı söylerken buldu; mekânda-yeni müşterilerin çoğu bundan yarıhoşlamp.
 yarı-dalga geçerek çaktırmadan ona bakıyorlardı. Ömer'in
 geldiğini görünce sesi yükseldi: "Öldürüldü biri I Bilinmiyor ismi I
 Küçük bir leke oldu kaldırımda i Çıkaracaklar kazıya kazıya."
 Şarkı bittiğinde sesini alçaitmaya zahmet etmeden içerideki bütün
 müşterilere bir ilişki gayet iyi giderken bir günde bitiriliverme-sinin
 ve Ömer adındaki bu adamın aniden "aralarındaki bu şeyin yürümediğini"
 ilan etmesinin tuhaf olup olmadığını sordu. Geri dönüp utanmazca gayriromantik
 aşk maceralarına baktığında Ömer'in onu hiç sevmemiş olduğu
 sonucuna varıyordu ve madem onu HİÇ sevmemişti, diye haykırdı Vinessa,
 kendine punk ve post-punk CD'leri alacak başka bir dükkân bulsa iyi
 olacaktı.
 Ömer buna cevaben yutkundu, ancak fısıltı halinde çıkan sesiyle punk ya
 da post-punk CD'leri için gelmediğini söyledi ve ona koç meselesini
 anlattı. Hikâyesini bitirdiğinde Vinessa bir an düşünceye daldı. Ömer
 için parmağını bile kıpırdatmazdı. hem ne sebeple olursa olsun,
 hayvanların öldürülmesine karşıydı ama öte taraftan AbdüTc ve Cadılar
 Bayramı partisinde çok sevdiği tatlı, tombul annesine yardım etmeyi
 gerçekten çok isterdi.
 Vinessa'nın her gün Huntington Bulvarı'nın farklı bir köşesinde şarkı
 söyleyen birkaç "Jamaikalı arkadaşı vardı, taze eti seve seve kabul
 edeceklerine emindi.
 Böylelikle Zehra'nın kurban edilmemiş kurbanlık koçunun yedinci parçası
 bir avuç meteliksiz reggae-müzisyeni tarafından hin-distan cevizi
 sütünde pişirildi. Müzisyenler daha sonra Vinessa'ya etin gayet leziz
 olduğunu, yeni bağışlan dört gözle beklediklerini söyleyeceklerdi.
 203
 Üç gün sonra Zehra her biriyle farklı farklı vedalaştıktan sonra
 uçağına bindi.
 Piyu'ya: "Taze süı dostlar için, ekşi ayran .şifalı ot meraklıları
 içindir."
 Ömer'e: "Taşlanıl seni tanıdığı memleket, insanların seni tanıdığı
 memleketten iyidir."
 Alegre'ye: "Kem gözlü biriyle karşılaşırsan, hemen dilini çıkarıp,
 'Uzun gecenin karın ağrısı' de."
 Debra Ellen Thompson'a: "Arkadasın bal bile olsa hepsini yeme."
 Gail'e: "Gecenin içinde fenerle yürümek, bulutlu günden iyidir."
 Arroz'a: "İnsanlar seninle yemek yerse sana ihanet ederler ama bir
 köpek seninle yemek yerse bil ki seni sevdiği içindir."
 Nihayeı Abed'e: "Burada arkadaşların olduğu için şanslısın. L'nuıma
 yakındaki arkadaşın uzaktaki kardeşten iyidir."
 Sonra da kendine El-jarah seb'ale eyyam vel hıızıı tûlül ömf dive
 hatırlattı.
 * Sevinç yedi gün sürer, hüzün bir ömür boyu.
 204
 Kış
 Sabah saat ll:30'da, kırk iki yıldır olduğundan çok daha yaşlı gösteren
 ve son altı yıldır Sultanahmet Camii önünde güvercinler için darı
 satan, bir deri bir kemik, sırtı kambur, dişleri eksik bir kadın,
 aniden havalanan bir güvercin sürüsünün kapladığı semaya bakmak için
 kemikli, kınşık elini kaldırıp gözlerine siper etti. Art arda "cık!",
 "cık!", "cık!" benzeri kınama sesleri çıkararak hoşnutsuzlukla başını
 salladı. Kırışık yüzü hiçbir ipucu vermediğinden bu sesin üç muhtemel
 hedeften hangisine yöneltildiğini kestirmek zordu. Belki güneşti
 kınadığı, ışıltısının bu kadar kolay parçalanmasına izin verdiği için.
 Belki güvercinlerdi, yok yere ortalığı velveleye verdikleri için. Belki
 de asırlık caminin kapısından öfkeye bulanmış sloganlarla dışarı
 dökülüp güvercinleri bulutsuz gökyüzüne kovalayan, böylece dingin kış
 güneşini huzursuz ışınlara bölmelerine neden olan genç protestoculardı
 kınadığı. Dunıma göre her birinde başka bir manaya bürünebilirdi "cık!"
 Ve buna binaen kadının hangi meşrepten bir güvercin yemcisi olduğu
 anlaşılabilirdi.
 Cık-cıkladığı şey yukarıdaki güneşse semavi bir ricada bulunuyor, belki
 Tanrı'dan çatısız gökyüzünden aşağı bakıp, onu içinde bıraktığı kaosu
 görmesini rica ediyor olabilirdi.
 Yok eğer kınadığı şey güvercinlerse belki dünyevi işlerle, mesela bu
 sene kaç güvercinin öleceği, dan fiyatının artıp atmayacağı ya da bu
 kıt gelirle nasıl yaşayacağı türünden meselelerle daha meşgul
 olabilirdi.
 Öte yandan o "cık!" sesini ateş püsküren kitleye yöneltmişse, belki
 İslamcı protestoculan kendince protesto eden laik bir yem sa-tıcısıydı
 kadın.
 205
 Belki de anık bunları düşünmek için çok geçti. Çünkü saat çoktan 11:35
 olmuş ve "cık! cık!"lar boğulmuştu, bağrış çağrış ve sloganların
 tantanası, yaklaşan polis kuvvetlerinin düzenli ayak sesleri, polis
 otobüslerinin arkasında sıkışan trafikte kalmış arabaların kornaları,
 göstericilere, gelip geçenlere, turistlere, polislere ya da kimi
 bulurlarsa ona su, sahlep, nohutlu pilav, kehribar teşbih satan seyyar
 satıcıların kısık sesleri arasında. Bir deri bir kemik, kambur sırtlı,
 eksik dişli güvercin yemcisinin üçüncü "cık!"ını bastıran hengame buydu
 işte. O tarrakada ister semavi ister dünyevi hiçbir kulak, hatta kendi
 kulakları bile işitemezdi bu sesi.
 ll:36'da siyah miğferinin altında gözleri kıpır kıpır, öfkelendiğinde
 yanakları kızaran, çok öfkelendiğinde çok kızaran adaleli bir polis
 elindeki copla havada bir daire çizdi ve bu daire sahneye girmesini
 sağlayacak bir kapıymış gibi içinden geçip kalabalığa doğru yürümeye
 başladı. İşte tam o anda kitlenin önünde, birbirlerine şaşılası raddede
 benzeyen, iki farklı adamdan ziyade aynı adamın kopyalarını andıran iki
 sarımtırak sakallı gösterici yeni bir slogan başlatarak arkadakileri de
 ikinci turda kendilerine katılmaya teşvik ettiler. Gene aynı anda
 nihayet elde ettiği aydınlık ve netlik ayarından memnun olan cevval bir
 Reuters fotomuhabiri makinesini odaklayıp fotoğraf çekmeye başladı.
 Bunu takip eden on beş karede yakaladıkları şunlardı: Siyah miğferli,
 siyah kalkanlı, gözleri kıpır kıpır, adaleli bir polis iki göstericiye
 arkadan yaklaşıyor / polisin copu havada bir daire çiziyor / arkadaki
 polisin hiç mi hiç farkında olmayan iki gösterici sloganlar atıyor /
 cop bir ileri bir geri giderek en yakındaki göstericinin alnına birkaç
 kere iniyor / kalabalığın önündeki iki sarımtırak sakallı gösterici,
 artık birinin yüzünden oluk oluk kan boşaldığı için artık birbirlerine
 benzemiyor... eski camiin dingin ihtişamı var bütün fotoğrafların
 fonunda, öndey-se arbede içindeki kalabalığın üzerinden uzak bir ufka
 somurtan sıska güvercin yemcisi. Reuters fotomuhabiri resimlerin
 güzelliğinden memnun ruloyu çıkarıp yerine yenisini taktı. Hepsi hepsi
 sekiz saniye sürmüştü.
 O sekiz saniye zarfında Marakeş'teki evine dönmüş olan Zehra
 206
 gözbebeğini kem gözlerden korumak için bir tencere soğuk suyun içine
 erimiş kurşun döktü. Dertli dertli cızırdadı kurşun. Aynı anda,
 Arizona'nın boş düzlüklerinde bir çakal, sekiz yıl önce tam bu sırada
 bir Buick'in yol kenarına park etmiş bir karavana çarptığı yerde bitmiş
 olan garip bir bitkiyi kokladı. Bitki palverde kadar lezzetli değildi
 ama çakal yine de yedi.
 İstanbul'daki fotoğraf makinesinin çıkırtıları ve Marakeş'teki kurşunun
 cızırtıları kesildiğinde ve çakal Arizona'daki bitkiyi mideye
 indirdiğinde Harvard Meydanı'ndaki saat 03:37'den 03:38'e geçti. İşte
 tam o anda geldi Boston'a kış.
 Akla ziyan bir süratle çıktı geldi kış Boston'a, göz açıp kapayana
 kadar. Bir dakika önce yoktu, bir dakika sonra her yerdeydi. Zira dört
 mevsim arasında önceden elçilerini gönderdiği, ikazları ayan beyan
 ortada olduğu halde insanı gafil avlamayı başaran bir tek kış vardır.
 Polisler İstanbul'daki kalabalığı dağıtmaya başladığı. Zehra'nın
 kurşunu suyun üzerinde yüzen bir göz şeklini aldığı ve yol kenarındaki
 bitkiden geriye sadece kökleri kaldığı sırada kış bütün şehri
 fethetmişti bile. Şehirdeki her şeyi ve herkesi kontrolü altına
 aldığında muazzam ağırlığının altında gıcırdayan tahtına çıktı.
 İstanbul'daki cık'ın, Marakeş'teki cızırtının, Arizona'daki çakalın
 yutkunmalarının aksine Boston'daki "gıcırtı" arada kaynayıp gitmedi.
 Arroz o kendine has gıcırtıyı hissettiği anda, yanında derin uykuda
 olan bir çift ayağı ezerek yataktan atladı, kapıyı açıp, daha iyi
 işitmenin bir yolu da buymuş gibi havayı kokladı, sonra hedefe yönelmiş
 bir ok gibi hızlı ve kararlı alt kata inip içeriden gelen iniltileri
 kaale almadan ikinci kattaki yatakodasının yanından geçti, birinci kata
 koştu, oturma odasındaki korku filminden gelen çığlıkları hiç
 umursamadan mutfağa yöneldi ve verandanın kapısını açıp oraya çıktıktan
 sonra kocaman açtığı gözleriyle dışarı bakmaya koyuldu.
 Dışarıda her yer kıştı, çılgınca raks eden kış. Mevsimler panteonundaki
 yegâne gerçek panteist olan kış en ufağı en büyüğe, parçayı
 bütüne bağlamaya muktedirdi kendine has çemberinde, tek ve
 207
 saf bir kisvenin altında birleştirerek birleşmez sanılanları. Bir anda
 Boston, Alegıe'nin karküresi içindeki bir oyuncak şehre dönüşmüştü. Ve
 o küreyi birileri durmaksızın sallıyor olmalıydı ki aralıksız yağıyordu
 kar.
 Kışın geldiğini keşfeden ikinci kişi Abed oldu. Ama o Arroz gibi
 sükûnetini muhafaza edemedi. Zira sabalı kalkar kalkmaz bütün dünyanın
 karla kaplandığını görmenin insanlar üzerinde sosyalleş-tirici bir
 etkisi vardır. Abed anında merdiveni çıkmaya başladı, Ömer'in odasından
 ve neme lazım banyodan uzak durup üçüncü kata tırmandı ve Piyu'yu
 yatağından dışarı sürükledi.
 Ömer bile odasından çıkıp iki ev arkadaşının neden usulca ama ısrarla
 kapısını çalıp durduklarını anladığında her zamanki gibi sabah
 huysuzluğuna gömülmeyip coşkuya kapıldı. Odaya döndüğünde Marisol'ü
 şapırtıyla öperek kulağına fısıldadı: "Uyan kahve çekirdeğim, dışarı
 bir bak!" Bu şen şakrak, ele avuca sığmaz Porto Rikolu kız uzun boylu,
 sakar mı sakar yeni sevgilisi için kahvenin ne manaya geldiğini,
 Ömer'in kitabında bu sevgi sözcüğünün en yüce iltifat olduğunu gayet
 iyi bilse de şüphesiz daha hoş komplimanlar almayı tercih ederdi. Zaten
 kahveydi tanışmalarına vesile olan. Marisol bir yandan sosyolojide
 okurken, boş zamanlannda da Rao'nun Kahvehanesinde garsonluk yapıyordu
 zira. Kahve benzetmesi yetmediğinde Ömer'in onu mutlu etmek için
 iltifatına eklediğini fazladan tatlar vardı: "Mi moreııa cafe con Icche
 y ınucha cre-ma."* Marisol bu iltifatın salaklığına kıkırdayıp, yollar
 kapanmadan evine koştu.
 Uzun bir kahvaltıdan sonra, ilk coşkulan azalsa da hâlâ keyifli olan üç
 ev arkadaşı, ellerinde en sevdikleri içeceklerle odalarının
 pencerelerinde durup dışarıyı, bu ilk Amerikan kışının hayatlarının
 ortasında dönenip durmasını seyrettiler.
 Ama şevkleri uzun süremeyecekti. Çok geçmeden kasvetengiz dinamizmiyle
 hepsinin enerjisini sıfırladı kış. İlk gün hiç durmadan yağdı kar;
 ikinci gün kısa sürelerle kesildi ama üçüncü gün kaybet-
 * "Sütlü bol kremalı esmer kahvem."
 208
 tiği zamanı telafi etti ve dördüncü gün işi iyice azıttı. Çamaşırhane,
 bakkal, video dükkânı, eczane, tütüncü... gerçeklikleri şüphe götüren
 uzak adalara dönüşmüştü, o her şeyi sarmalayan boşluğun içinde bir
 yerlerde olsalar bile onlara giden yollar tehlikelerle doluydu. Birinci
 gün öğleden sonra bir ara radyoda tipide dışan çıkmanın tavsiye
 edilmediğini duydular, ondan sonra da her ihtimale karşı oldukları yere
 demir attılar. Hava doğuştan New Englandlı olanlar için bile soğuksa,
 bu Akdenizlilere kim bilir nasıl soğuk gelirdi.
 Böylesi miskinliklerin kötü bir tarafı varsa o da başlangıçları değil
 sonlarıdır, daha doğrusu sonlanamamaları. Atalet Ayyaşlıkla akrabadır.
 İçine bir daldın mı nerede duracağını bilmeden, neden durman
 gerektiğine de akıl erdiremeden gömüldükçe gömülürsün ritmine. Dışarıda
 kar durmadan yağdıkça üç ev arkadaşı sağ salim ve kıpırtısız evlerinde
 oturdular, bu gönüllü mapuslıık boyunca birbirlerinden ama daha çok da
 kendilerinden bıktılar.
 İlk başta kendi kendilerine yarattıklan sonra da fazlasıyla
 abarttıkları tembelliği törpülemek için her biri kendi bildik
 keyiflerine sarıldı. Piyu evi süpürüp sildi, toz aldı, kırıntı avladı,
 Aleg-re'yle ardı arkası kesilmeyen telefon konuşmalan yaptı, Arroz'la
 oynadı, Arroz için Tanrı'ya şükretti, Tanrı'ya şükretti, patates cipsi
 atıştırdı. Yeni Kudüs İncil'inden Azizlerin Hayat Hikâyelerim okudu,
 yatakta yorganın altına girip ders çalıştı, kırıntıları süpürdü, nette
 Alegre'yle chat yaptı, çalıştı ve bol bol bunaldı. Abed daha fazla
 stoklamadığına dertlenerek evdeki her filmi tekrar seyretti, nane çayı
 yaptı, Zehra'ya bir sürü mektup yazdı, pek çok kereler Safi-ye'ye tek
 bir mektup yazmayı denedi, televizyonun önünde ders çalıştı, bir web
 sayfası tasarladı, okuduğu pek çok makalede ve rastladığı televizyon
 programlarında Araplar ve Müslümanlara karşı takınılan aynmcı tavırdan
 incindi, nane çayı yaptı, çalıştı ve bol bol bunaldı. Ömer'e gelince,
 enerji ve zamandan azami verimlilik alabilmek için her şeyi asgari
 seviyede tutmaya karar vermişti. Birilerinin bir kıyak geçip ona kahve
 getirmesini umarak David Bo-wie'nin I'm Derangedini (Altüst Oldum)
 tekrar tekrar dinledi, nihayet kalkıp kendi kahvesini yaptı ve sigarayı
 bırakmak için yeni se-
 209
 bepler düşünerek odasında zincirleme sigara içti. Zaman zaman telefonla
 konuştuğu da oldu.
 "AIDS Janice ne oldu? Yakaladılar mı?"
 "AIDS Janice de kim?" Sabah olmadığı halde, tam sigara müptelalarına
 has bir sabah öksürüğüyle gümledi.
 "Hâlâ sigara içiyorsun değil mi?" dedi annesi sitemle.
 "Evet ama eskisi kadar çok değil." Kendi yalanından kendi de tiksinmiş
 gibi yutkundu, gerçi bunun sebebi yalan söylemiş olmanın ahlaki
 yükünden ziyade, daha iyi yalan söyleyememeniıı zihinsel hüsranıydı.
 Daha sonra Birleşik Devletler sokaklarında gezip, hastalığını yaymak
 için olabildiğince çok erkekle yatan, adını da bundan alan şu kadın
 konusunda daha dikkatli olacağına söz verdi. Ancak eksik gedik bir
 şefkatle sevebildiği bir anneye hiç umurunda olmayan konularda söz
 verip durduğu için vicdanen rahatsızlık duysa da artık bu sözlerin
 sayısı o kadar kabarmıştı ki, bir yenisi neyi değiştirecekti? Telefonu
 kapatıp gün boyunca I'm Deranged'ı dinleyerek kahve içmeye devam etti.
 Bunu takip eden saatler ve günlerde de bu kalıpta bir değişiklik
 olmadı, ta ki acı bir şokla evde kahve kalmadığını fark edene kadar.
 "Dışarı mı çıkıyorsun?" Abed peşinden gelmeye çalıştı ama üç günlük
 hareketsizlikten sonra felç olmuş bacaklarını açmakta bira/1 zorlandı.
 "Dışarı, evet, elbette!" dedi keyifsiz mi keyifsiz bir ses. "Bıktım bu
 ataletten! Biraz temiz havaya ihtiyacım var."
 Piyu, Abed'den daha büyük bir başarıyla yanına yanaştı. "Temiz hava da
 nesi? Temiz havaya filan ihtiyacımız yok. Daha acil şeyler var. Bekle
 biraz, tamam mı? Bir yere gitme, bekle!"
 Ömer eline tutuşturulan listeyi cebine atıp, yanına üç CD aldı: Anita
 Lane'in Sex O'clock şarkısıyla başlamaya karar verdi, kulaklığını ve
 şapkasını takıp, play tuşuna bastı, acilen temiz havaya ihtiyacı vardı
 Like Caesar Needs A Brutus (Sczar Brütüs'c Nasıl Muhtaçsa). Dört dakika
 otuz dört saniye. Şarkı dönüp durdukça kendini her adımda daha iyi
 hissediyor, dükkânlarının önündeki ka-
 210
 rı küreyen insanları seyrediyordu. Hayrettir dışarıda hayat ı ::rdı.
 Her zamankinden daha uyuşuk ve hantal da olsa gene de hayatını
 sürdürüyordu şehir. Kar bütün faaliyeti -hareketlen, hırsları,
 tutkuları- yavaşlatmıştı, herkesin üzerine bir şüphe perdahı yağmış
 gibi. Ömer. burunları küçük, kırmızı düğmelere dönüştüğü halde soğuğu
 umursamayan bebeklerle çocukları hayretle gözlemledi; New England
 çocukları soğuğa karşı dayanıklılıklarının yabancıları nasıl da dumura
 uğrattığının hiç farkında değillerdi.
 Ömer listedeki bütün siparişleri aldıktan sonra, elinde üç torba dolusu
 saçma sapan nesneyle nereye gideceğini bilemeden Cam-bridgc'in orta
 yerinde durdu. Bir müzik dükkânına yürüdü ama kapalıydı, Marisol'ii
 aradı ama telesekreter çıktı; kafasında belli bir güzergâh olmadan, eve
 dönmek istemeden biraz daha oyalandı. Derken Gail'in dükkânının bu
 yakınlarda olması gerektiğini hatırladı. Piyıı'ya biraz çikolata
 alabilirdi oradan, hem de yürümüş olurdu. Banco de Gaia'yı koyup How
 Much Reality Can You Take? (Gerçeğe Ne Kadar Tahammülün Var?) eşliğinde
 yürümeye başladı.
 Önüsıra ağır aksak tempoyla sürüyen, paçavralar içinde iriyarı bir
 kadın vardı. Gök mavisi kadife bir şapka giymişti ve arkasından
 tekerlekli, yırtık pırtık, kirli bir bavulu çekiyordu. "İsa bana fazla
 sigaranız olduğunu söyledi...?"
 Ömer başını sallayarak paketten bir sigara çıkarırken kadın dikkatle
 onu seyrediyordu. "Hava pek güzel değil mi?"
 "Hi hi, ama benim için biraz fazla soğuk galiba." dedi Ömer kadının
 sigarasını yakarken.
 İki nefes arasında "Bu aksanı nereden getirdin?" diye sordu kadın
 Ömer'in ondan hiç mi hiç beklemediği canlı, cıvıl cıvıl, neredeyse
 gençkız sesiyle. Sesi yüzünden daha gençti ve kuşkusuz daha az
 yıpranmıştı.
 Ömer onun soruyu sorma tarzından hoşlanmıştı. Sanki biz değil de
 aksanlarımız aitti milliyetlere. "İstanbul," diye cevap verdi,
 karşılığında gerçek bir yorum beklemeden.
 Dükkânda Gail, modern cadılıkla iştigal eden iki sadık müşterisi için
 yağsız siyah çikolatadan baykuşlar paketliyordu ki hayret-
 211
 le duraklayıp dışarı baktı. Isabanafazladanbirdolarımzolduğunu-söyledi
 Kadm'ın biriyle muhabbet ettiğini görmek onu şaşırtmıştı, hele bunun
 Ömer olması iyice acayipti.
 "İstanbul... İstanbul..." dedi kadın kelimeyi uzattıkça uzatarak.
 Ömer her şey anlamlı bir sonuca bağlanmış da diyecek bir şeyi kalmamış
 gibi dalgın dalgın başını salladı. İzmariti fırlatırken bu evsiz
 kadınla birlikte içtiği sigarayı son sigara tayin etmenin sigarayı
 bırakmak için iyi bir fırsat olabileceğini düşündü, tam kafasında bu
 cesur kararla ona hoşçakal demek üzereyken kadının mırıldandığını
 duydu: "Ülkene gitmiştim."
 "Cidden mi?" diye sordu Ömer otomatik olarak.
 "Evet, gitmiştik," diyerek uzak bir gülüşle güldü. "Kos'tan Atina'ya
 geçtik, sonra senin ülkene. İstanbul'da üç gün kaldık. Latif anıları
 var bende. Bir kasabada kaybolduğumuzda bize yolu gösteren çocuğu
 hatırlıyorum. Güzel gözleri vardı oğlanın. Ona ne oldu merak ederini.
 Sence mutlu bir yetişkin midir şimdi? Yoksa acı mı çekiyordur? Ya da
 çoktan ölmüş müdür acaba?"
 Dükkânda Gail'in bu ikisinin ne konuştuğuna dair merakı doruk noktasına
 ulaşmıştı ki Ömer'in nihayet İsabanafazladanbirdolarımzolduğuııusöylcdi
 Kadın'la vedalaşıp dükkâna yöneldiğini gördü.
 Kapının çıngırakları neşeyle çıngırdarken Gail'le Debra Ellen Thompson
 onu gülümseyerek karşıladılar, gerçi ikincinin gözlerinde hafif bir
 hoşnutsuzluk parıltısı vardı. Bir şey yer mi diye sordular ama o bir
 şeyler içmeyi tercih ediyordu - kahve mesela?
 Bütün bu nugatların, pralinlerin, bonbonların içine koyacak kahveleri
 vardı ama içecek kahve yoktu hiç. Ömer artan bir merakla vitrindeki
 çikolataları taradı. Horoskoplar, Kelt Aşk Düğümleri, Gotik Ejderler,
 Beş Köşeli Rün Yıldızları, Mısır Haçları, Kızılderili Totemleri, Şaman
 simgelerinden envai çeşit çikolata, barış güvercini şeklinde beyaz
 çikolatalar vardı. Oturan Buda sütlü çikolataları, Ay Tanrıçası
 şekerlemeleri, tavuskuşu tüyü şeklinde gevrekler. Boş bir kap olma
 sanatıyla ilgilenen Taocular için yapılmış boş kap şeklinde karamelalar
 bile vardı da bu çikolata galerisinde ona ikram edebilecekleri tek
 damla kahve yoktu.
 212
 "İnsanlar bunları alıyor mu hakikaten?" diye sordu Ömer.
 Gail bir kahkaha patlattı. Geçenlerde Doğanın ve Kültürün Bilgelik
 Bekçisi olduğunu iddia eden Kızılderili bir medyum, en iyi
 müşterilerine göndermek için elli tepsi Bufalo Gözü karamelası ısmarlamıştı.
 Ölmüş akrabalarının çikolatadan heykellerini yaptırmak
 isteyen müşteriler bile vardı ama, hemen eklemişti Gail, onların o tür
 ruhani taraklarda bezi yoktu.
 O öğleden sonra Gail'i Sekiz Direkli Pagan Tekerleği lokumlarının
 üzerine pudra şekeri serperken seyreden Ömer beklenmedik bir huzur
 duydu içinde. Bu sakin, küçük dükkânın görünüşü ve kokusu onu
 duygusallaştırmıştı; şimdiki zamanı, şimdinin gerginliğini bırakıp
 tanıdık bir anıya, çocukluktaki hoş bir boşluğa kaçmıştı. Bu hissi
 hatırlıyordu yada bu his ona eski günleri hatırlatıyordu; kuzeni
 Murat'la birlikte evde kalıp annelerinin, iki haftada bir toplanan
 (hepsi evli, çocuk sahibi, başkalarının hayatlarından konuşmaya can
 atan, kendi hayatlarından bıkmış) kadınlardan ibaret misafirlerine
 pişirdikleri hamur işlerini tırtıkladıkları zamanları. Ömer, oturma
 odasındaki o yanar döner, kavisli kadın halesine çaktırmadan hayran
 hayran bakmayı, o fazlaca tiz, fazlaca çığırtkan ama ummadık ölçüde şuh
 kahkahalarını dinlemeyi ne kadar sevdiğini hatırladı. Evde kapalı
 kalmayı sevdiği günlerdi bunlar, şimdi dönüp geriye bakınca kendisine
 verilen anne ve ailenin yanında kendini en son o zaman rahat
 hissettiğini anlıyordu.
 Hâlâ bu uzak anıya gülümseyerek Gail'in yaptığı şifalı Zen bitki
 çayından dalgın dalgın bir yudum aldı... ve derhal elinden bıraktı.
 Yüzündeki huzurlu ifade buruşuk bir kâğıt gibi çarpılırken, bu tattan
 kurtulmak için aceleyle önündeki içi çikolata dolu ay çöreğinden bir
 lokma ısırdı. Bu daha iyiydi.
 "Ayçöreği!" diye sırıttı Ömer, çayın ekşi tadından kurtulmaktan memnun.
 "Rivayet o ki tarihin akışını değiştirmiş. On yedinci yüzyılda Osmanlı
 orduları Viyana'yı kuşatmış ama şehri alamamışlar. Bunun üzerine yer
 altından gitmeye karar vermişler. Onları dosdoğru şehrin merkezine
 çıkaracak tüneller kazmaya başlamışlar. Bu iş açığa çıkmasın diye
 sadece geceleri kazıyorlarmış. Ama Viyana-
 213
 lı fırıncılar da geceleri çalışırmış. Fırınlarında kürek seslerini
 duyup alarm vermişler. Yani, hangi taraftan olduğuna bağlı olarak bazı
 insanlar ayçöreğine diş bilerken, bazıları da minnettar olmalılar."
 "Tüh öyleyse, sana ayçöreği vermeseydik keşke, geçmişinde bu hadise
 oldukça tabağındaki bu çörek seni pek memnun etmese gerek," dedi Debra
 Ellen Thompson sesinde şaşmaz bir katılıkla.
 "Bu sadece... eski bir hikâye..." Ömer bu lafa alındığını saklamadı.
 "Viyana'yı fethetme emelleri besliyor gibi bir halim var mı?" İkisi
 arasında dikensi, müphem bir gerilimin kabardığını fark eden Gail
 dudağım ısırdı, femina şeklinde bir pralin kemirdi. tekrar dudağını
 ısırdı, sonra yüzü gizemli bir biçimde, adeta yanar döner bir
 canlılıkla aydınlandı ve aniden Ömer'e dönüp: "Gidip sana bir kahve
 alalım mı? Benim öğle tatilimin zamanı geldi," dedi.
 Dışarı çıktıklarında ikisi de ilk iş, diğerinin de aynı şeyi yaptığını
 fark etmeden Isabanafazladanbirdolarımzolduğunusöyledi Kadın'ın
 oralarda olup olmadığını anlamak için etrafı yokladı. Yoktu. Yarım saat
 önce sigara içerken durduğu yerde bir öbek yeni kü-renmiş kar vardı,
 dipleri eriyip gri tonlarında bir bulamaca dönüşmüştü. Konuşmadan
 yürürlerken rüzgâr yüzlerinde kuru kuru oynaştı ve Gail'in başında
 taşıdığı kanı çalıyı sağa sola savurdu. Bu sefer kehribar taşlı bir
 gümüş kaşık takmıştı başına. Onunla birlikte olmaktan bu kadar memnun
 olmasına biraz şaşan Ömer, iş kıyafetinin bir parçası olmalı, diye
 düşündü. "Ben açım," dedi Gail. "Ya sen?" "Kurtlar gibi açım!" dedi
 Ömer.
 Demek Türkler kurtlar gibi acıkıyorlarmış, diye düşündü Gail.
 Amerikalıların bir ayı, bir domuz ya da belki bir kurt kadar acıktığını
 ama genelde kurtlar gibi acıkmadığını ona söylemedi tabii. Şeytan
 ayrıntıda saklıdır, derler. Belki doğrudur, belki yanlış. Ama
 yabancılığın kanıtı kesinlikle ayrıntıda saklı. Gail onun İngilizcey-le
 boğuşmasını dinlerken hiçbir hatasını düzeltmeyecekti. Ne de olsa bir
 dilin yerlileri, yabancıların ürettiği mini minnacık yanlışları
 duymaktan hoşlanır. Nadiren müdahale ederler, ettiklerinde de
 çocuklarının yaptıkları hatalardan zevk alan anababaların şefkatli ih-
 214
 tiyatı vardır hallerinde.
 Yakınlardaki bir kafeye daldılar. İçerde Ömer seçeneklerinin çokluğunu,
 Gail de azlığını fark etti. "Gözler yüzünden," diye mırıldandı
 ıspanaklı tavuk, somon carpaccio, ton balıklı spagetti, bif-tekli pilav
 ve her türlü etli şeye dalgın dalgın bakarak. Gözleri olan hiçbir şeyi
 yemiyordu çünkü tüm bu hayvanların kendi katledilişlerini, insan
 elinden gelen ölümlerinin adaletsizliğini o gözlerle gördüklerini
 düşünmeden edemiyordu.
 Ömer sinirli sinirli öksürdü. Bütün hayatını meleyen, möleyen,
 gıdaklayan mahluklarla beslenerek geçirdiğinden ve bundan gayet memnun
 olduğundan ne diyeceğini bilememişti. Sadık etoburların çoğu gibi et
 yemeyi sevmesinin temel sebebi et yemeyi sevmesiy-di, o kadar! Basit ve
 ilkel. Az önce ifade edilen şairane duyarlılıkla kıyaslandığında ne
 kaba, nasıl da yüz kızartıcı Ölçüde barbarca! Ama işte vejetaryenler
 hayvanların öldürülmesine karşı ulu orta nutuklar atarken aslında
 başkalarının sinirini bozmak suretiyle kendi hayatlarını ne kadar riske
 attıklarının hiç farkına varmazlar. Sağlıklı beslenen insanlar ille de
 sağlıklı konuşan insanlar değillerdir.
 Ama o gün, birlikte kuyrukta beklerlerken Ömer, hayrettir, Ga-il'i
 gırtlaklamak istemedi pek. "Senin için zor olmalı," diye mırıldandı
 uzayan bir sessizliğin ardından.
 "Bilmem," dedi Gail, bir tutam saçı kulağının arkasına atarak. "Belki
 de zaman zaman biraz melankolikleşiyorum, bir ara birilerinin bana
 söylediği gibi."
 Geçmişten konuştular, daha çok da tavuklu tel makarnasını mutlu mutlu
 mideye indiren Ömer konuştu. Gail tavuksuz tel makarnasını didikleyip,
 psikolojik, felsefi, retorik ve şahsi sorular boca ederken üzerine,
 ağır ağlr yürüyüp hızlı hızlı anlattı Ömer. Başka zaman olsa sinirine
 dokunabilecek sorulardı bunlar ama şaşırtıcı bir biçimde rahatsız
 olmamıştı. Normalde onu çileden çıkarabilecek yorumlardı ama nedense
 batmamıştı. Ömer o anda farkına varmasa da Gail'Ie konuşmanın böylesi
 bir zevke dönüşmesinin nedeni kısmen, bunun esasen ve sadece "Gail'Ie
 konuşmak" olmasıydı, hepsi bu. Ucu açık bir flöıtleşme değil, bir
 cilveleşme beklenti-
 215
 si değil. Yarım saatten fazla sohbet ettikleri bütün kadınlarla flört
 etmeye başlayan ya da sadece flört etmek istedikleri kadınlarla yarım
 saatten fazla sohbet eden çoğu erkek gibi, Ömer de kendini ilk defa hem
 kadın olan ama hem de kadın gibi olmayan bir kadınla muhabbet ederken
 yakaladığında üzerinden bir yükün eksildiğini, hafiflediğini
 hissetmişti. Gerçi dükkânda bir tepsi halka çikolatayı almak için
 eğildiğinde memelerine bakmamış değildi, onu öpmenin nasıl olacağını
 hiç düşünmemiş değildi, onunla yatmayı istemiyor değildi -belki,
 muhtemelen, gerçekçi olarak, neden olmasın- ama bunların hiçbirinin o
 anki muhabbetleriyle alakası yoktu. Temel itki flört değildi burada.
 Aslında... bir itki var mı onu da bilmiyordu. Muhabbetlerinin ardında
 sadece muhabbet vardı.
 Ona hikâyelerini anlattı - geçmişte ve şimdi olanlar, sık sık bir sürü
 kişiye (daha ziyade kadınlara) anlattığı şeylerdi bunların çoğu. Ama
 ara sıra yeni bilgiler, hâlâ kuşkulandığını bilmediği kuşkular, hâlâ bu
 kadar korktuğunu bilmediği korkular da çıktı ağzından. O zincirleme
 konuşurken ince bir duman halkalanıyordu arkalarından. Kendini
 unutarak, kaybederek, sahip olmadığı kelimelerle, hayatı boyunca en çok
 canını sıkan şeyden bahsetti: mış gibi yapmaktan.
 "Çok tuhaf," dedi Ömer. "Bu ülkeye gelmeden önce, neden yurtdışına
 çıktığımı kendime sormaktan kaçındım. Cevap tabii 'doktora yapmak'tı.
 İyi de 'neden'? Ancak buraya geldikten sonra kendime çok uzun zaman
 önce sormam gereken soruyu sormaya başladım. Soru arkadan gelen
 gecikmeli bir yankı gibi titreşiyor."
 Gail bakışlarını Ömer'in yüzünden, birinin bir bankta unuttuğu zeytin
 yeşili eldivenlere çevirdi. Sağ eldiven sol eldivenin üzerinde,
 parmakları dileniyormuş ya da birinin eline uzanıyormuş gibi hafif
 kıvrık duruyordu. Bunun hayırlı bir işaret olduğuna karar verip Ömer'e
 içtenlikle gülümsedi.
 "Bazen Piyu'yla Abed'i kıskanıyorum. Onlar için hayatta ne yapmak
 istedikleri, ABD'ye neden geldikleri, mezun olunca ne yapacakları,
 nereye nelere bağlı oldukları sorusunun cevabı gayet açık. Ama benim
 için böyle değil. Ben sadece bunları biliyormuş gibi yapıyorum."
 216
 Gail'in tebessümü neden bahsedildiğini anladığını gösteriyordu ama
 onaylamak yerine, yeni sorular döküldü dudaklarından. Onun hayatı ve
 geçmişi hakkında sorduğu her soruya artan bir şevkle cevap verdi Ömer:
 Gail'in kendisi hakkında daha fazla şey öğrenmek için sorular soracak
 kadar yakın ama aklığı cevaplardan rahatsız olmayacak kadar uzak
 olmasının tadına vararak bu yürüyüşün her dakikasından keyif almıştı.
 "Ruhunun durulmaya ve sükûnete ihtiyaç duyduğunu düşünmeden
 edemiyorum," dedi Gail, gözlerini Ömer'in elindeki naylon torbalara
 indirerek; torbada biftekli-sanmsaklı cipsler ve üzerinde 1000 CESET
 EVİ yazan bir VHS gözüne ilişti. Bunların düşüncelerini etkileyip
 etkilemediğini anlamak zordu ama köşeyi dönerlerken: "Belki benimle
 birlikte Tai Çi'ye gelsen iyi olur. Denemek istersen ara," dedi.
 Durulma ve sükûnet ihtiyacı! Ömer sadece kendisinin bildiği bir şakaya
 gülüyormuş gibi kıkırdadı ama itiraz etmedi. O konuşmadan sonra,
 TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNJ'mn önüne vardıklarında üzerlerine çöken
 huzursuz sessizlik tuhaftı biraz. Bir anda yabancılaşmışlar,
 yürüyüşleri geçici bir kaçamağa, hayatlarının sürekliliğinde anlık bir
 atlamaya dönüşmüştü. Belki de konuşmalarını olası ve böylesi zengin
 kılan tam da bu geçicilikti, "irendeki yabancı" etkisi - ayrılış anında
 hiçbir beklenti, hiçbir bağlılık olmayacağını bilmenin rahatlığı.
 Birbirlerine mahcup mahcup güldüler, botlarıyla karları ezdiler,
 ilgiden ziyade nezaketle bir-iki kelime daha ettiler, uyuşmuş
 parmaklarla el sıkıştılar, tekrar gülümsediler, botlarıyla biraz daha
 kar ezdiler.
 "Hey!" Dükkânın üzerinde sallanan tabelaya bakakal an Ömer' in yüzü
 çocukça bir gülüşle aydınlandı: "Noktalarınız var!"
 Yan yana durup TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'nın noktalarına baktılar,
 içeride Debra Ellen Thompson da gözünü onlara dikmiş, böyle merakla
 neye baktıklarını merak etmişti.
 "Adımı Türkçe yazınca noktaları koyuyorum. İngilizcede noktaları
 kaybediyorum. Kulağa salakça geliyor farkındayım ama bazen noktalarımı
 kaybetmek beni üzüyor. Oradaki noktalar benimki-
 217
 ler herhalde, onlara iyi bak."
 Gail tereddütsüz başını salladı, dükkânın İngilizce ismi olan SQUIRMY
 SPIRIT CHOCOLATES yazısındaki nokta zannettiği şeylerin aslında kahve
 çekirdeği resimleri olduğunu, en şaşaalı zamanlarında bile amatör işi
 göründüklerini, şimdi de rüzgârı, güneşi ve kan yiye yiye pas rengi
 lekelere dönüştüklerini Ömer'e söylemeye gerek duymadı.
 Ömer tabeladan başını çevirirken vitrinin arkasında Debra Ellen
 Thompson'ın gölgesini yakaladı. "Beni pek sevmiyor galiba," dedi boğuk
 bir sesle.
 "Haklı olabilirsin," dedi Gai! gözlerinin içine bakarak. "Ama onun seni
 sevmemesinin sebebi benim seni seviyor olmam."
 Bu lafı otobüsün kalkıp kalkmadığını ya da şehir meydanına nasıl
 gidileceğini soran birinin ses tonuyla söylediği için Ömer'in bu
 sözlerdeki muhtemel vaatleri çözebilmesi birkaç saniye sürdü -çok az.
 belki iki ya da üç saniye ama bu bile yetmişti, algı eylemin gerisinde
 kalmıştı. Daha farkında değildi ama algıyla eylem arasındaki bu
 senkronizasyon eksikliği bundan sonraki ilişkilerinin özü olacaktı.
 Böyle geri dönüşlü, alabildiğine Kierkegaardcı kalacaktı ilişkileri,
 daima ileri doğru yaşanacak ama ancak geri bakınca anlaşılacaktı.
 *
 "Paşan el polio a Alegre."* buyurdu la Tia Piedad masanın öbür ucundan.
 Hastaneden eve daha bu öğleden sonra çıkmış, ev yemeklerini özlemişti.
 Yine de todas las tias masanın etrafına toplandığı andan itibaren kendi
 yediklerinden ziyade Alegre'nin yemedikleriyle ilgilenmeye başlamıştı.
 Tavuk bir yarım elips çizerek Alegre'nin tabağına ulaşana kadar elden
 ele geçti.
 * "Alegre'ye tavuk verin."
 218
 Annesiyle babası hayattayken durum farklıydı. O zaman daha Fazla değil
 daha az yemeye teşvik edilirdi. Annesi onun şişmanlamasını, görgülü,
 hali vakti yerinde bir koca bulma şansını kaybetmesini istemezdi.
 Alegre hep annesinin ondan biraz ulandığından şüphe etmişti.
 Başlangıçta değil kuşkusuz. Çocukken değil, daha sonra. Ergenlikte
 yakalandığı tombulluktan kurtulamadığı onaya çıktığında, o küçüklük
 sevimliliği artık kalmadığında. Alegre kilo kaygılarının tam olarak ne
 zaman başladığını tespit edemesc de rejim yapınav a üç aşağı hes yukarı
 "ergenlikte" başladığını hatırlıyordu. O zamanlar da gün boyu hiçbir
 şey yemez ama sonra bir başladı mı durmak bilmezdi. Düzenli olarak
 aşırı dozda paracetamol alıyordu ve kilo verdikçe annesiyle babasına
 karşı sözlü saldırılarını artırmıştı. O uysal kız gitmiş yerine ağzı
 içeri bir şey almayı reddeden, dışarı da öfke püskürten celalli bir
 gençkız gelmişti.
 Sonra kaza olmuştu. Son iki yıldır çok sevdiği halde yüzlerine karşı
 nice kırıcı laf ettiği annesiyle babası, kendisiyle gurur duymasını
 ölesiye istediği ama yalnızca utandırdığı annesi birden yokol-muştu.
 "Hija coge mas frijoles de olla!"*
 Annesiyle babasının ölümünden sonra, başkalarına içinden çıkılmaz,
 kendineyse gayet açık ve mâkul gelen bir sistem dahilinde, kafayı
 sağlığa takmıştı. Kaloriler, karbonhidratlar, rejim lifleri,
 çözülebilen lifler, çözülmeyen lifler... hepsini biliyordu. Bir paket
 küçük havuç sadece 70 kaloriydi. Başka hiçbir şey yemeden bunlardan
 günde on. on beş, yirmi paket yiyebilirdi. Avuçları, ayaklan, bakışı
 turuncu kesilmişti. Narin ve kırılgan bir heykele dönüşmüştü. İnce.
 narin ve turuncu.
 Kızlıkla kadınlık arasındaki o hissiz eşiğin, arafta kalmışlığın
 rengiydi turuncu.
 "Hija torna flan de coco!"**
 Sonra âdetleri aksamaya başlamıştı. Üç ay âdet görmez, sonra
 * "Biraz daha yahni ye kızım." ** "Krem karamel ye kızım."
 219
 ,u utıııauıgııu, ucueııının onu Kontrol ettiğini ve kadınlığının kendi
 keyfince gelip gidebildiğini ona göstermek istercesine kanamaları
 tekrar başlardı.
 Domuz pirzolası/ei rosto/kıymalı börekçiklcr/hamur işleri/çikolatalı
 tatlı... ye ve tıkın/şiş ve kus/şiş ve oruç tut/kus ve tıkın/kus ve...
 domuz pirzolası/et rosto/kıymalı börekçikler.
 Yarım saat sonra la Tia Piedad'm banyo kapısından ona seslendiğini
 duydu: "Alegre çay ister misin evladım?"
 "Si por favor!"*
 Öğle yemeğinin klozette binken artıklarına, bir zamanlar flan de coco
 olan kusmuğa baktı. Sifonu çekti.
 Tai Çi Çuan sonraki günlerde Ömer'in kafasını meşgul eden en son şey
 olsa gerek. O hafta içinde kendisine dair iki ilintili ama ille de
 birbirini tamamlamayan hakikati hatırlamıştı. Bir, doktora
 öğrencisiydi. İki, nicedir çalışmıyordu. "KAN, BEYİN ve AİDİYET: Oıtadoğuda
 Milliyetçilik ve Entelektüeller" başlığı sabırla dizüstü
 bilgisayarında beklemekteydi tezini yazmaya başlayacağı günü. Aralık
 ayının sonunda Ömer bu kadar zamanda ne kadar az iş yaptığını teslim
 etmek durumunda kaldı. Danışmanıyla randevusu yaklaşıyordu. Spivack ona
 fazladan üç hafta vermiş ve ilk bölümdeki fiyaskoyu düzeltmek içinden
 elinden geleni yapmasını istemişti.
 Ömer çalışmadan geçirdiği ayları telafi edebilmek için süratle karşı
 kutba savruldu ve sinirleriyle, vücut fonsiyonlarını harap etmek
 pahasına muazzam bir hız ve enerjiyle çalışmaya başladı. Az yedi, az
 uyudu, aşırı kahve içti, ona bir seri katilin akıbetini soran annesine
 bağırdı, kendini Marisol'den uzaklaştırdı, aşırı kahve içmeyi sürdürdü.
 "Nasıl bu kadar kolay aynlabiliyorsun?" diye mırıldandı Marisol
 ağlamamayı başararak. Ömer kolay olmadığını söyledi. "Sorun
 * "Evci, lütfen."
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 220
 her neyse çözmeyi deneyebilirdik." dedi Marisol hâlâ ağlamadan başını
 çevirerek. Ömer kolay olmadığını söyledi. "Beni hiç sevmedin," dedi
 Marisol hıçkırıklara boğularak, ömer hiçbir şey söylemedi.
 "Umarım hayatın cennet olur," diye ekledi Marisol.
 "Umarım hayatın cennet olur" bir sevgilinin aynaya yazılmış lanetidir.
 Bütün aynalarda olduğu gibi burada da sağ solda, sol sağdadır, yani
 cennet aslında cehennemdir.
 O üç haftanın sonunda Ömer nihayet Spivack'a tümüyle gözden geçirilmiş
 bölümü teslim etti: o da okuduktan sonra metni bir sürü yorum ve
 tashihle ama görünüşe bakılırsa tatmin olmuş vaziyette Ömer'e geri
 verdi.
 221
 Şakra'da Sancı
 "Peki siz Türkiye'de dini kutlamalarda ne yemekler yersiniz?"
 Şabat mumlarının titrek ışığı ardında kibar kibar gülümsedi Ömer bir
 parça tavuğu çiğnerken. Türk mutfağından bahsetmek gelmiyordu içinden,
 hele bu bağlamda. Yine de PeaıTün annesi ona karşı hep cok iyi
 davrandığından kabalık etmek islemezdi. Birkaç yemek adı verip birkaç
 acu-ıi genel hatlarıyla anlatarak bütün sorularını cevapladı ve arü!;
 uzmanlaştığı dalkavuk turısı rehberi rolünden iyice usanarak İsıanbul
 hakkında dikkatle .u-çilnuş birkaç bilgi verdi. Tıpkı o turist
 rehberleri gibi dinleyicilerini sadece belli bir güzergâhtan geçiriyor,
 şehrin yan sokaklarına, hakiki, ieyii, kokuşmuş hayalın zonkladığı
 yerlere götürmeye teşebbüs etmiyordu.
 Artık Amerika'da çıktığı kızların annelerinin ikiye ayrıldığına iyiden
 iyiye kanaat getirmişti:
 a. Şaşın beni! Anneler
 b. Benı-lıicbir-şcy-şaşırtaınaz! Anneler.
 Şaşırı-bcı::' Anneler kızlarının bir Türkle çıkmasından içten içe
 memnun olmavan ama belli b;, ¦ -^ kadar, iş ciddiye binmedikçe bunu
 önenısemiyormıış gibi davranan annelerdi. Ömer'e kötü davrandıkları
 filan da yoktu. Aksine, mesafeli olsalar da daima fazlasıyla
 kibardılar, onu neredeyse aristokratik bir terbiye ve tenezzülle
 karşılar, gönüllerini fethetmesi, onları şaşırtması için bn" şans
 bahşetmiş gibi davranırlardı. Öte yandan Beni-hiçbir-şey-şaşırta-nıaz!
 Anneler her tür kültürel çeşitliliği aynı şekilde ve aynı ilgi ie
 bağrına basmaya kararlı liberal Mader Kozmopolitlerdi. Müslüman da
 olsan Zerdüşt de. Büyük Kali'ye de tapsan, bir düzine tanrıya da. hatta
 kendini tanrı bile ilan etsen onlar için fark eden bir şey olmaz222
 di, seni yakınlarında yörelerinde görmekten aynı derecede memnun
 olurlardı, tabii sana baktıklarında seni değil, böyle kayıtsız şartsız
 bir açık fikirliliğin sisli aynalarından yansıyan bir yabancının cansız
 siluetini ve kendi yüce gönüllülüklerini görürlerdi yalnızca. Ömer bu
 iki anne tipinin gözünde de kendi kişiliği hakkında varılan yargıları
 en az etkileyenin kişiliği olduğunu tahmin ediyordu.
 Pearl'ün annesi ikinci gruptan olduğu için onunla anlaşmak kolaydı. Ama
 Ömer'le Pearl arasında işler hiç de öyle güllük gülistanlık gitmiyordu.
 Pearl, Vinessa gibi çılgın bir hazcı değildi. Pıınkla-ıın tavaf ettiği
 köhne bir müzik dükkanındaki tezgâhın arkasında Joe Strummer'ı
 yankılayarak zamanını harcayacak insanlardan değildi. Vinessa ne kadar
 gamsız ve keyif odakiıysa. Pearl de o kadar azimli ve başarıya
 kilitlenmiş idi. Arzuladığı parlak geleceğe giden yolda her parça
 işlevsel yerine oturmalıydı, erkek arkadaşları dahil.
 "Annem doktoranı yaptıktan sonra ne planladığını sordu," diye
 mırıldandı Pear!, yemekten sonra birlikte bulaşık yıkarlarken.
 "Tatminkâr bir cevap veremedim."
 O tatminkâr cevabı arayanın annesi değil Pearl olduğunu gayet iyi
 biliyordu Ömer. İlişkileri fazla uzun sünnese bile. bugün kendini
 onunla rahat hissedebilmek için geleceklerinin nasıl olacağını duymaya
 ihtiyacı vardı. Oysa Ömer'in yapmayı istediği son şey gelecekten
 bahsetmekti. Bu ilişkiye güvenmediğinden değil sadece, remelde
 öngörülemez olduğunu düşündüğü hayan; ;:m'enmediğiııT den. Geleceği
 şekillendirmek için çok uğraşabilir v. .liiv.ve: bunu başarabilirdi
 insan, hatta iyi bir hayal sürebilirdi ama iıayrnı: ¦'•/,•(¦.. den
 planlanabileceği yanılsamasına asla kapılmamalıydı, i salüsı-nasyona
 eyvallah, haliisinasyon gördüren maddelere de ama gelecek planlarına
 geçit yoktn hayalında.
 Yine de bunun Pearl'ün hatası olmadığını biliyordu. Esasen kendi
 hatasıydı. Pearl'le de. Vinessa'yla da, Marisol'Ie de bir şev
 değişmiyordu, hep o eski şablon: sevmeden sevilme isteğiydi son
 tahlilde ömer'inki.
 Pearl'le ilişkisiyle birlikte aralık ayı da sona ererken Ömer yeni
 yılın gelişini bu uzatmalı sorununu çözmek için bir fırsat olarak
 223
 değerlendirmeye karar verdi. Noel, ne de olsa insanın hayatında
 yinelenen şeylere son vermesi için yinelenen bir başlangıç fırsatıdır.
 Ömer bundan böyle kızlarla çıkmaya bir son vermeye and içti ve ne kadar
 kararlı olduğunu kanıtlamak için Noel Arifesini tek başına geçirmeye
 karar verdi. Yani, Piyu'ya la Tia Piedad'm evinde akşam yemeği yerken
 endişelenmemesini çünkü kendisinin evde kalıp Ar-roz'la ilgileneceğini
 söylediğinde gayet samimiydi.
 Noel akşamı I7:00'de içmeye başladı, önce birkaç kutu bira, Piyu evden
 çıktıktan sonra rakı. Abed Müslüman kardeşleriyle buluşmak için gidince
 de bir cigaralık sardı. Bu özel akşam ne dinleyeceğine gelince, birkaç
 denemeden sonra onu da seçti. Cypress Hiil'den / Want to Get High
 (Kafayı Bulmak İstiyorum). O kafayla, bütün eski kız arkadaşlarına
 teker teker bir veda notu yazmak geldi aniden aklına. Ama internet
 mesaj kutusunu açar açmaz beklenmedik bir e-mail duraklamasına sebep
 oldu. Gail'den geliyordu. Ömer'in adını büyük harflerle yazmış ve
 üzerine nokta olarak iki hiyeroglif göz kondurmuştu.
 Sevgili ÖMER,
 Nasılsın merak ediyorum. Bu aralar sağlığın için endişe etmekten
 kendimi alamıyorum çünkü bu hafta iki kere, önce çarşamba gecesi, sonra
 da bugün öğleden sonra translarım esnasında seninle bağlantı kurduğumu
 hissettim. îlk önce seninle tepe şakramla bağlantı kurdum ve başının
 ağrıyor olabileceğini düşündüm. Bugün de göbekbağı şakrasmda bir ateş
 kıvılcımı ve sızı hissettim, midenle bir sorunun olabileceğini
 düşündüm.
 Miden kötüyse kahveden uzak dur. Bu gece içki de içme. Evde varsa
 rahatlatıcı ot çayı dene, ılık sudan başka bir şey içme. Göbekbağı
 şakrasındaki basınç vahim. Alkol içmeden duramıyorsun fazla aşırıya
 kaçma.
 Ruhuna, bedenine, noktalarına iyi bak. Mutlu Noeller.
 Gail...
 224
 Ömer "ilgin-için-teşekkür-ederim-ama-iyiyim" mesajı, altına da "beniyiyim-
 ama-sen-çatlaksın" notu yazmayı düşündü. Ama vazgeçti. Eski kız
 arkadaşlarına da yazmadı. Onun yerine vveb'de geçen senenin Türk
 gazetelerini okudu, uzun süre önce unutulmuş olayları, zamanda ve
 mekânda ırak düşen haberleri dikkatle okudu ve kendini çok perişan, çok
 yalnız hissetti. Ayılmak için kendine koca bir sürahi Sumatra kahvesi
 yaptı ama yanında rakı içmeye de devam etti. Gecenin geri kalanında
 Cypress Hill'in şarkılarını Arroz üzerinde denemeye, sigara ve ot
 içmeye, surat asmaya, elinin altındaki iki içeceği şuursuzca birbirine
 karıştırmaya devam etti, ta ki her yudum rakıyla ayılmaya, her yudum
 kahveyle sarhoş olmaya muvaffak oluncaya dek.
 23:59'da dışarıdan gelen havai fişek seslerini duydular, Bostonlular
 Noel'i kutluyorlardı. Ömer Arroz'u öptü. Arroz Ömer'i yaladı. Oda
 ikisini birden sarmaladı. Telefon çaldı. Babası, kardeşi ve annesi,
 seslerinde onu bu gece evde bulmanın şaşkınlığı, Noel tatilini
 kutladılar.
 "Arkadaşlarınla eğlenmeye gideceksen keskin nişancıya dikkat et!"
 "Keskin nişancı Washington'da anne, ben Boston'dayım..."
 "Hayır, artık orada değil. İzini kaybettiler," dedi annesi yumuşak ama
 ihtiyatlı bir sesle. "Seni çok seviyorum, hepimiz seni seviyoruz ama
 seni sevmek zor çünkü sen çok zorsun, seni sevgimizle sıkmadan nasıl
 seveceğimizi bilemiyoruz..."
 Ömer tek kelime edemeden öylece kalakaldı. Daha iyi bir evlat olamadığı
 için biraz utandı. Biraz değil çok utanması gerektiğini biliyordu. Daha
 fazla utanamadığı, daha iyi bir evlat olmadığına işte ancak bu kadar
 utanabildiği için derin bir utanç duydu.
 Telefonu kapatır kapatmaz midesinde kabarcıklar dans etmeye başladı.
 Böyle sarhoş olmak komik, diye düşündü. İnsan daima yeni şeyler
 öğreniyor. Bir-iki saniye sonra kabarcıkların yerini bulantı,
 bulantının yerini sancı aldı.
 Sabaha karşı 03:15'te Piyu, ondan biraz sonra da Abed eve döndüklerinde
 Ömer'i iki büklüm midesiyle boğuşur vaziyette buldu-
 225
 lar. Halinin her zamanki gibi içkiyi kaçırmaktan kaynaklandığını
 zannederek koyu bir kahve getirdiler. Ömer kahveyi içti ve hemen
 ardından kahve çekirdeğine benzeyen kan pıhtıları kusarak dizlerinin
 üzerine çöktü.
 03:45'te güleç yüzlü Noel Baba ve ışıkları yanıp sönen ren geyikleriyle
 süslenmiş bir hastaneye kaldırıldı, mide kanaması
 teşhisiyle.
 226
 Durulma ve Sükûnet ihtiyacı
 Ağzından midesine bir hortum indirdiler, koluna bir bant bağladılar,
 ateşini, tansiyonunu, nabzını ölçüp, nefes alış verişini dinlediler,
 yüzüne bir maske takıp oksijen verdiler, ayak başparmağına bir nabız
 oksimetresi taktılar, vücudunu makinelere bağladılar, damarına bir tüp
 yerleştirdiler, isimleri ve yan etkileri tam bir muamma olan ilaçlar
 yutturdular, bunun kendi hatası olduğunu hatırlatmak için kınayan
 gözlerle baktılar ve sonunda daha beter vaziyete düşmediği için ne
 kadar şanslı olduğunu söylediler. Gerçi Ömer "şanslı" hariç her türlü
 sıfatı yakıştırabilirdi kendine, bilhassa da ABD'de sağlık sigortası
 olmadan hastalanmaya kalkmanın ne manaya geldiğini kavradıkça.
 Doktorlardan sadece biri ona bir tutamcık hoşgörüyle yaklaşmıştı ama
 Ömer bunun şefkatten ziyade, midesi en beter durumdaki en genç hasta
 vakasına duyulan teknik bir ilgi olduğundan şüpheleniyordu.
 İki gün sonra Ömer Gail'i aradı.
 "Nasılsın?" Hastane-bezgini sesinin neşeli olmasa da her zamankinden
 daha neşesiz çıkmaması için ince ayar yapmaya çalıştıysa da ayarı eline
 yüzüne bulaştırdı.
 "Kusura bakma ziyaretine gelemedim. Sana orada iyi bakıyorlar mı?"
 Her şeyden haberdar olması Ömer'i hiç şaşırtmadı. Zaten artık Gail'in
 her nasılsa kendisi hakkında bilmeye değer her şeyi bilen olağanüstü
 bir yaratık olduğuna kanaat getirmişti. "Evet, şimdi daha iyiyim,
 teşekkür ederim. Baksana... senin şu geçen gün teklif ettiğin şeyi
 düşünüyordum... durulma, sükûnet, huzur her neyse ihtiyacım bulmamı
 sağlayacak olan tekniği..."
 227
 "Tai Çi'yi mi kastediyorsun?"
 "Evet, Tai Çi!" dedi Ömer canlı bir sesle. "Acaba hâlâ davetli miyim?"
 "Hayır... maalesef... yani çok memnun olurdum ama geçen ay bıraktım. Bu
 arada Reiki'ye başladım. İkinci seviyeye geçtim bile. Bana katılırsan
 çok sevinirim... tabii Reiki'yle ilgileniyorsan."
 Evet... tabii... Reiki... her neyse... elbette!
 Tüplerden ve makinelerden azat edildiği gün Abed'le Piyu onu eve
 götürmek için geldiler. Kendileri açıktan açığa söylemeseler de Ömer
 gözlerinde hmzır bir parıltı sezmişti, sanki memnuniyetlerinin %99'u
 onun düzeldiğini, çok daha iyi olduğunu görmekten kaynaklanırken, %1'i
 de alttan alta böyle bir talihsizlik yaşamasının iyi olduğu, en azından
 kendisine çeki düzen vermesi için bir vesile olacağı umudunu taşıyordu.
 Dışarıya çıkınca bahçede elinde koca bir buket kırmızı gül tutan
 Alegre'yle karşılaştılar. Tıknaz, ekşi suratlı bir adamla konuşuyordu.
 "Vay, koltuklarım kabardı," diye bağırdı Ömer. "Ama zaten bana papatya
 getirmiştin."
 "Bunlar senin için değil," dedi Alegre özür dilercesine gülümseyerek.
 "La Tia Piedad için. Yine hastaneye yatırıldı."
 "Ama merak edecek bir şey yok," diye homurdandı "el tio" diye takdim
 edilen adam, yoğun, kokulu bir duman bulutunu ağzından bırakırken.
 "Benimle geliyor musun," dedi Alegre, Piyu'ya işaret ederek.
 Diğerleri kibarca el tio'y\& vedalaşırken, Ömer saygıyla onun elinde
 tuttuğu el puroyla vedalaştı, kesinlikle uzak durması tembihlenen eski
 bir dosta buruk bir veda. Hastaneden çıkarken sigara, alkol, kahve ve
 doktorlar bu konuda bir şey söylememiş olsalar da ot'ü yasaklar koyup,
 hepsini hayali kutular içinde havaya asılı bıraktı ve bu Epikürcü
 hazine sandıklarından önce hangisini kırmak zorunda kalacağını merak
 etti. Ama o güne kadar sağlıklı bir hayat sürdürmeyi deneyebilirdi.
 228
 Ömer, Gail'in hararetle tavsiye ettiği Durulmavehuzurülkesinde tatil
 yapmaya karar verdiğinde bu ülkenin uzak ve ıssız olacağını sanmıştı.
 Ama broşürler, dergiler, reklamlar ve makaleleri okumakla geçen birkaç
 günün ardından hayretle durumun hiç de böyle olmadığını keşfetti. Bu
 alternatif diyar için söylenebilecek tek şey fazlasıyla "revaçta" ve
 "kalabalık" olduğuydu. Belli ki Amerika durulma ve huzur arayan
 insanlarla doluydu.
 Gail haklıydı. Reiki diye bir şey vardı hakikaten ve onu yapanlar daha
 dingin görünüyorlardı. Ama Şiatsu, Şamballa, Feng Şui, Tibet tedavisi,
 Yin-Yang 8 enerji ve 5 element terapisi, Şen terapisi, beden-merkezli
 Geştalt terapisi, aura temizliği, şakra balansı, Nuji Çi Gong, enerjik
 yeniden bağlanma terapisi, titreşim tedavisi, ruh geçişi terapisi,
 aromaterapi, hipnoterapi. ışık terapisi, geçmiş hayatlara dönüş
 terapisi, sezgisel tinsel psikoterapi, somato doğru nefes alıp verme
 teknikleri. Qigong, Ayurveda nabız dengesi, Rasa-yana terapisi,
 danskinetik atölyeler, Vedik müzik terapisi ve yağmur damlalarıyla
 bedensel sıvıları dengeleme taktikleri de vardı. Zihinleriyle birlikte
 vücutlarını da gezdirmekle ilgilenenler için Sibirya, Hindistan,
 Moğolistan'a turlar, daha az parası olanlar içinse ABD çapında sayısız
 yaz kampı vardı. İnsanı dünya tarihinde belli bir yere ve döneme
 götüren zaman gezileri bile vardı. Müşterilerini Hindistan'ın Vedik
 geçmişine götüren bir acente vardı mesela, geri döndüklerinde
 kendilerim tekmil kadim sırlara ermiş gibi hissedeceklerini, aksi
 takdirde paralarını geri vermeyi vaat ediyordu. Para lafı açılmışken,
 Ömer tinsellik kulvarlarında biraz fazla paranın dönmekte olduğunu çok
 geçmeden fark edecekti.
 Bir de liderler vardı. Bütün bu tekniklerin kendini-iyileştirme-ye,
 kendini-doğurmaya, kenclini-dönüştürmeye, kendini-güçlendir-meye
 yaradıkları iddia edildiği halde insanın kendini başka birine, ruhani
 öğretmene teslim etmesiyle son bulmaları ironikti. Bunlar arasında, üç
 soruya cevap aramak için Doğu'ya gitmesinden dolayı broşüründe göklere
 çıkarılan kırk yaşlarında bir Bostonlu da vardı; sorular şunlardı: "Ben
 kimim?". "Evrendeki yerim ne?" ve "Bana ne olacak?" Bu soruların
 cevaplarını bulmak için gitmiş, aradığından
 229
 da fazlasını bularak geri dönmüştü. Ömer bu adamın tam olarak nereye
 gittiğini ve orada ne kadar kaldığını merak etti ama ne yer ne de
 yolculuğun uzunluğu broşürlerde belirtilmişti. "Doğu" demekle
 yetinmişlerdi. "Doğu" denilen coğrafya "Vergi Dairesi" gibi bir şeydi,
 oraya cevabı olmadığından emin olduğunuz sorularla gidip, sorularınızı
 anlamsızlaştıran cevaplarla geri dönüyordunuz.
 Rüzgârın Efendisi Marla diye bir kadın vardı, bir de Ağrıkesici Betty,
 Gecelerin Prensesi, Siyah Gül ve Gizemkuyusu Abby. Ömer bu ruhani
 öğretmenlerin kendilerine seçtikleri isimlerin heavy metal şarkı
 adlarına benzediğini fark etmiş ama bunu neye yoracağını bilememişti.
 Bir başka kadın, kendi deyimiyle ruh cerrahı, iyileştirdiği meşhurların
 bir listesini vermişti. Bahsettiği cerrahi müdahale, hipnoz altında
 hastanın kalbini açıp, bir saadet şarkısı söylemekten ve kalbi tekrar
 kapamaktan ibaretti. Ondan sonra hasta ne zaman kendini gerilim altında
 hissetse bu şarkıyı söyleyerek gündelik hayatına devam ediyordu. Ömer
 açılan kalbine söylenecek şarkıyı kendisi seçtiği müddetçe bu tekniği
 deneyebileceğini düşündü. Pattı Smith'in Citizen Ship şarkısının
 gömülmesini istiyordu hücrelerine gözeneklerine. Ama bu şarkının ruh
 cerrahının repertuarında olduğunu sanmıyordu.
 Gail'in onu içine çektiği bu yeni topraklarda dolaşırken. ABD' de
 sistematik olarak ve kendi özgür iradeleriyle, mandalalar oluşturmak,
 taşlardan kutsal halkalar dikmek, meleklerle iletişime geçmek, kayıp
 akrabalarını aramak, hipnoz altında eski hayatlarını ziyaret etmek,
 meditasyon sepetleri örmek, parklarda transa geçmek, kutsal kanallardan
 gelen mesajları almak, bürolarını hayaletlerden temizlemek, dolunayda
 dans etmek, evcil hayvanlarıyla konuşmak için ders almak, yunuslarla
 çıplak yüzmek, ineklerin doğumunu birlikte seyretmek için yolculuklar
 tertip etmek üzere bir araya gelen insanlar olduğunu keşfedecekti Ömer.
 Bunların hepsini asıl benliklerini uyandırmak ve bedenlerinin
 meridyenlerini açmak için yapıyorlardı. Kahvaltıda Amazon bitkileri
 yiyip, adaçayı sabunla-rıyla yıkanan insanlardı bunlar.
 İlk Reiki seansları için buluştuklarında "Sen durulmak ve hu-
 230
 zur bulmak diye buna mı diyorsun!" dedi Ömer kaşlarını çatarak Gail'e.
 Bir saat sonra hâlâ aynı soruyu tekrar ediyor ama her seferinde
 susturulup çikolata dükkânının arkasındaki kuytu odayı sarmalayan
 tiitsülü yoğun sessizliğe geri çekiliyordu. Reiki'ye uyum sağlama
 sürecinin bu kadar uzun sürmemesi gerekiyordu ama Ömer'in yüksek sesli
 müdahaleleri yüzünden Gail onun içinde uyuyan yeteneği uyandırmakta
 güçlük çekiyordu.
 "Ellerini birleştir, sırtını dikleştir," buyurdu, bu seter biraz daha
 sert bir sesle. "Hayatın yüklerini bırak akıtıp gitsinler."
 Ömer sırtım dikleştirdi, bir anlığına çözdüğü parmaklarını birbirine
 kenetledi ve abartılı bir pofurtu daha bıraktı ki akıııp gitsin. Oda
 hoş kokuyordu, sandal ağacı ve duvarlara oynak gölgeler saçan karamel
 renkli mumların çeşit çeşit aramaları.
 "Gail, bunun bir halta yarayacağından emin misin?" diye sordu
 inançsızca, gerçi bir hafta önce olsa bu sorunun üzerine bir de
 fazladan kinizm sosu koyardı. Midesi kanlı bir isyanla baş kaldırıp
 ödünü koparmasa şimdi burada değil bambaşka bir yerde olacağını ikisi
 de biliyordu.
 "Konuşmamaya çalış!"
 Ömer dişlerinin arasından tıslarcasına bir nefes verdi, kış güneşi
 altında eriyen karın söylediklerine kulak kabarttı, her zamanki gibi
 eriyordu kar, her zamanki gibi parlıyordu güneş, her şey neyse oydu.
 kendisi hariç, sadece kendisi kendi olamıyordu. Tek bir sigaraya, tek
 bir fincan kahveye, tümüyle kaybettiği o önemsiz gündelik mutluluklara
 öyle büyük bir özlem duyuyordu ki. Geçmişte bu keyifleri keyifsizce
 tükettiğine pişmandı. O kadar fazla sigara, ondan da fazla içki içtiği
 için dertliydi. Aşın tüketimle geçen bütün o yılları silmek, skoru
 sıfırlamak ne müthiş olurdu. Sigara ya da içki içmemiş olsa şimdi
 bunları bol bol tüketebilirdi. Sonra o çarpık ne-dametiyle bu odada
 bulunduğuna pişman oldu. Belli ki bu Reiki denen şey bir işe
 yaramayacaktı.
 "Pişman olmamaya çalış!"
 En azından kulaklıklarını takıp Better Things'ı (Ehven Şeyler)
 uıı-ııu Kere aınıese, Delia Kendini daha iyi hissederdi.
 "Burada bulunmaya direnmemeye çalış!"
 Bu talimatı beğenmemişti. Bütün bunların ne faydası vardı, burada
 olmaya direnmeden Dasein'ın ne anlamı olurdu.
 "Şşş... korkmamaya çalış," dedi Gail. "Tüm bunlar hep korkudan..."
 Korku? Ömer duraladı, korktuğu filan yoktu. Sıkılmış ya da kendince
 ıstırap çekiyor olabilirdi, ama korktuğu yoktu. Bu Reiki tam bir
 hataydı. "Belki başka bir gün denemeliyiz Gail. Daha sonra..." diye
 kekeledi.
 "Şşşş..." dedi Gail.
 O akşam geç vakit eve giren Ömer'i gören Piyu, "Kelime Karına," diye
 bağırdı.
 "Eş anlamlısı Zaman-kaybı" diye cevap verdi Abed ocağın başından; bir
 elinde kitap, diğerinde kepçe bir taraftan lahana çorbası karıştırıyor,
 bir taraftan Photoshop 5.0'a benzeyen bir şeye bakıyordu. "Dünya
 ironilerle dolu," dedi yüksek sesle, aynı anda hem çorbayı karıştırıp
 hem sayfayı çevirmeyi kotararak. "Şark dünyasından gelen biraderimiz
 Batı dünyasında tinselliği keşfediyor! Ne günlere kaldık. Tam tersi
 olması lazımdı, zındık, her şeyi yanlış yapıyorsun!"
 Ömer bu saldırılara tam bir evliya sabrıyla katlandıktan sonra içeri CD
 çalara koştu ve bir anda mutfağı Nico'nun These Days'i {Bugünler)
 söyleyen esrarlı sesiyle doldurdu.
 "Evet, Omar, anlat bakalım bu günlerde neler yapıyorsun," diye
 homurdandı Abed. "Gail bu aralar sana bir şeylere düğüm attırdı mı?"
 "Ne gibi?"
 "Ne gibi mi? Gibisini sen söyleyeceksin! Şu trans işleri hayra alamet
 değil."
 "Reiki!" diye düzeltti Ömer saygıda kusur etmeyerek.
 232
 "Reiki!" diye kelimeyi dilinin üzerinde yaydı Abed, Alegre'nin fazladan
 kaşar koyduğu quesadilla'lardan yemiş gibi. "Bak, dostum, hatırlamaya
 çalış, tamam mı? Senden bir ipi filan düğümlemeni istedi mi? Şimdiye
 kadar istemediyse bundan sonra dikkatli ol, eğer senden bir şey
 bağlamanı, düğümlemeni filan isterse sakın yapma!"
 O akşam, ev arkadaşlarının alay ve latife bombardımanı altında,
 mutfakta sessiz ve kıpırtısız oturup, devasa KAHVE SEKSTEN BİLE İYİ
 kupasından safra yeşili nane çayını yudumladı Ömer.
 Gelgitte Ringa Balığı Gibi
 Gail, öğle yemeğine koşturan olağan Çin yemeği müptelası işadamlarıyla
 işkadınları arasında ilerledi Huntington Bulvarında. Hepsinin
 başlarının tepesinde nasıl olup da aynı şemsiyeyi taşıdıklarını merak
 etti -kocaman, füme rengi, ahşap saplı şemsiyeler-sanki şu köşeyi
 dönünce birisi bunları broşür gibi dağıtıyordu. Şemsiyesi ve acelesi
 olmadığından, yağmurun gümüş kaşığının üzerindeki tıpırtısının, aylak
 aylak yürümenin, bu kısa kaçamağın, yalnız kalmanın, çikolata
 dükkânından uzaklaşmanın ve Debra Ellen Thompson'ın sevgi yüklü ama bir
 o kadar bunaltıcı bakışından kurtulmanın keyfini sürerek ağır ağır
 yürüyordu. Aralarında yüklü bir geçmiş vardı, kısmen tek taraflı bir
 arkadaşlığın çağıltısıyla çok sular akmıştı köprünün altından, sonra
 sular karşılıklı bir aşkla bir müddet çağlamış ve en nihayetinde
 aralarında ne aşk ne de dostluk, sadece huzursuz bir ortak-yaşam olan
 bu bulanık birikinti kalmıştı. Ortak mazileri birbirleriyle asla cenk
 etmemiş iki ordunun savaş meydanıydı. Cenk olmamış ama sonuçta bir
 galip ilan edilmişti. Debra Ellen Thompson'ın gözünde galip olan
 Gail'di. Gail'e göreyse bu savaşılmamış savaşta kimse kazanmamış, iki
 tarafta da fazla zaiyat olmasa bile fazlaca kırgınlık birikmişti.
 Geçmişlerinin yeniden başlamalarını imkânsız kılacak kadar yüklü
 olduğunu, bazısı tamamlanan, çoğu yarım kalan onlarca sohbet esnasında
 anlatmaya çalışmıştı ona. Birden fazla hayat yaşamıştı ortak mazileri
 ve şimdi saplanıp kaldıkları çıkmaz, bu mirası tüm katmanları ve karmaşasıyla
 açıklayıp anlatacak bir dile sahip değildi. Uzun zaman önce
 atılmış bir çığlığın azalarak yokolan yankısı gibi geçen her gün
 tükeniyordu aralarındaki ilişki.
 234
 Sadece bir süreliğine aynı göz seviyesinde karşılaşmış, sonra ayrı
 yönlere doğru harekete geçmiş iki asansör gibiydiler. İlk başta,
 üniversite günlerinde, kimin kime uzaktan ve çok aşağılardan baktığı
 gayet aşikârdı. Ama o koza parçalanıp, her ikisi de hareket etmeye
 başladığında, şaşırtıcı biçimde aşağıdakinin yukarı çıkmaya,
 yukarıdakinin de aşağı inmeye programlanmış olduğu ortaya çıkmıştı.
 Ancak çok sonra, Zarpandit Gail olduğunda, bu paralel ama zıt yönlü
 hareketin içinde yan yana durmuşlar, birbirlerinin gözlerinin içine
 bakmışlar, orada daha önce görmeyi başaramadıkları şeylere hayret
 etmişlerdi. Bunu aşk takip etmişti - keskin, kısa. amansız, yaralayıcı,
 pek çabuk bitmesinden ziyade sadece biri için bitmiş olmasından
 kaynaklanan bir yara.
 Sonra nasılsa, bir yerlerde ilişkileri bir yeniden yapılanma tünelinden
 geçmiş ve nihayet biraz hırpalanmış, biraz sersemlemiş vaziyette
 tünelin öbür ucundan çıktığında ikisinin rolleri, tabii kendileri de
 değişmişti. Şimdi eskiden Gail in durduğu yerde Debra Ellen Thompson
 durmuş, ona ta aşağılardan bakıyordu. Üstün olan, üstünlük kurduğu kişi
 karşısında muktedir ve ayrıcalıklı görünebilir ama ona bağımlıdır da.
 Kendisine ihtiyacı olan Gail'i kaybetmek Debra Ellen Thompson'ı Gail'e
 gitgide daha muhtaç hale getirmişti. Çocukken annesi ve babasıyla Cape
 Cod'a yaptıkları bir yolculukta Gail gelgit esnasında nehrin ağzındaki
 ringaları seyrelmişti. İçinde yüzecekleri su kalmayınca yüzlerce balık
 panikle nefes alan büyük tek bir ağıza dönüşmüş, kendi ölümlerini
 alkışlar gibi çırpınmaya başlamışlardı. Gail son zamanlarda o kasvetli
 sahneyi pek sık hatırlıyordu. O eski zayıf Zarpandit'in ilk başlardaki
 uysallığı uzun müddet Debra Ellen Thompson'ın içinde serbestçe yüzdüğü
 su olmuştu. Sonra gelgit başlamış, deniz santim santim çekilmiş, Debra
 Ellen Thompson'ı acı çeker, çırpınır, umutsuzca geçmiş performansını
 alkışlar vaziyette bırakmıştı.
 İtaatkâr saksağan Zarpandit'ten geriye görünürde hiçbir iz kalmamış,
 Gail kendisinin bile tahammül etmekte zorlandığı daimi bir meydan
 kavgası içindeki fevri genç kadına dönüşmüştü. Bir bakıma ayaklı bir
 mucizeydi, ezilmişlerin rüyası. İnsanların şimdiki ki-
 23?
 şııiKlerının penceresinden bakıp, ya küçümseyerek, ya acıyarak ama
 mutlaka araya bir mesafe koyarak geçmişteki hallerini aktardıkları şu
 "başarı hikâyelerinden" birinde boy gösterip ışıyabileceğini düşünerek
 kendiyle dalga geçerdi Gail. Meme kanserini yenmiş kadınlar,
 hırpalanmış halde boşandıktan sonra kendi işini kuran ev hanımları,
 okulda harikalar yaratan zihinsel özürlü çocuklar... kendi hikâyesi de
 ortalama Amerikalının büyük takdirle karşıladığı hikâyelerden
 olabilirdi. "Ürkek'ten Cevval'e" başlığı atılabilirdi onun hikâyesine.
 Böyle bir başlığı gören hiç kimse onun şimdi korkusuz olmasının artık
 ürkek olmamasından değil, ha ürkek ha cevval olmuş, ikisinin de onun
 için zerrece önem taşımıyor olmasından kaynaklandığını anlayamazdı.
 Aynı şekilde iki kutup arasında gidip gelmeye devam ediyordu, aşırı bir
 bedbinlikle, taşkın bir enerji arasında. Sarkaç birinciden tarafa
 savrulduğunda gözü intiharın cazibesinden başka bir şey görmezdi. Bu
 gezegen üzerindeki ilk anısı daima canlı, zihninin bir köşesinde demir
 atmıştı. Bugün de herkesin nasıl olup da başlarının tepesinde aynı
 şemsiyeyi taşıdığım düşünerek yolda yürürken ölümü bir denemenin zamanı
 geldiğine hükmetti bir kez daha.
 Yarım saat sonra hızlı adımlarla tren yolunun yanında, sonra rayların
 üzerinde yürüyordu. Yürümekten yorulunca durup yere uzandı. Raylar
 soğuk ve nemliydi ama olsun. Tren çığlığının gittikçe yakınlaşmasını
 dinlerken, yağmurun gözeneklerine işlediğini hissederek, gözleri sıkı
 sıkı kapalı sabırla bekledi... Ama trenler çığlık atmaz aslında. "Hey,
 beni duymuyor musun? Sağır mısın?" Gail suratının ortasına parlayan
 ithamkâr bir güneş ışığına karşı istemeye istemeye araladı
 gözkapaklarını. Elini gözlerine siper etti ve koyu bir Boston aksanıyla
 kendisine bağıran devasa gölgeye baktı. "Ayağımın altında ne işin var,
 küçük solucan? Kalk!"
 Sözlerinin etkisini artırmak için şemsiyesiyle göbeğine vurdu. "Kalk!
 Kalk! Aptal kız!"
 Onunki ötekilerinkinden değişik bir şemsiyeydi. Kuşkusuz iyiye işaret,
 diye düşündü Gail, kendisine uzanar. eli tutarak ayağa
 236
 kalktı ve yüzündeki öflccnin yerini şefkat alan sokak serserisine
 mahcubiyetle teşekkür etti.
 "İyi misin?" diyerek kaşlarını çattı adam, "iyi olsan iyi edersin. Bir
 daha da bu tren yoluna yatayım deme, başka tren yollarına da! Duydun
 mu?"
 Gail, kendisini Joe diye takdim eden ve ters bakışlarının ardında
 gördüğü en kurnaz gözlere sahip olan bu evsiz adama gülümsedi mahcup
 mahcup.
 Çikolatacı dükkânına geri dönerken, mor tonlarında giysiler giymiş
 Mellow Mood'u söyleyen bir grup keyif ehli, kalenderane reggae
 şarkıcısı çıktı yoluna. Müzisyenlerin önlerindeki eflatun bereye bir
 dolar atmak için eğilmişken, berenin içine kurumuş bir yaprak düştü.
 Nereden geldiğini görmek için etrafına bakındı merakla ama yakınlarda
 ağaç yoktu. Kuşkusuz bir işaret, diye düşündü kendi kendine. Hayra
 alamet... Birden seviniverdi ölmeyi başaramamış olmasına.
 237
 Keşfedilmemiş Bir Yeteneğin Uyanışı
 Ne zamandır mentollü sakız çiğneyerek boş boş önündeki kâğıda baktığını
 söyleyemezdi çizgisel zamanın ölçümleriyle. Ama müzik zamanıyla Primal
 Scream'in Out of the Void {Boşluktan Çıkış) şarkısı çarpı on altıydı.
 Sakız zamanıyla yaklaşık 4 paket, her birinde on ikişer taneden,
 toplamda 48. Her sakıza yaklaşık on saniye tanıyor, daha tadı az biraz
 kaçmışken ağzına yenisini atıyordu. Bu kadar çok sakız çiğnemenin bir
 süre sonra insanın dilini uyuşturduğunu keşfetmişti ama hayrettir
 paketlerin üzerinde bu yollu bir uyarı yoktu. Dilinin aksine önündeki
 kâğıt her türlü dönüşümü reddediyordu. Başta boştu, hâlâ da boştu.
 "Sigarayı bırakmak için en önemli sebebinizi yazın ve o cümleye sık sık
 bakın," diyordu ona hastaneden verdikleri denizci mavisi broşürde.
 Şimdilik işin birinci bölümü konusunda fazla ilerleme kaydedememişti
 ama "sık-sık-bakın" bölümünde hiçbir zorluk çekmiyordu.
 "Kararlı olmalısınız," diye devam ediyordu denizci mavisi püf
 noktaları, "sigarayı bırakmak için bir gün tespit edip arkadaşlarınıza,
 ailenize ve iş arkadaşlarınıza söylemek daima işe yarar."
 Mesele değil. Bunu zaten yapmıştı. Ne zaman sigarayı bıraksa daima
 kararlı olurdu, kararını ev arkadaşlarına bildirmeyi bir kez olsun
 ihmal etmemişti ama ona inançları varmış gibi görünmezlerdi pek. Zaten
 bırakmak Ömer için asla mühim bir mesele olmamıştı. Öylesine pat diye
 bırakıverirdi... bir süre sonra yeniden içmeye başlar, derken yeniden
 bırakırdı. Ama bu sefer süreç bambaşka ve daha eziyetliydi. O Noel
 Arifesi işkencesini yaşamak kendini şu anda içinde bulduğu açmazda
 büyük rol oynamıştı. Çünkü bu sefer
 238
 tam manasıyla bırakması gerektiğini biliyordu.
 Ölümün soluğu, diye düşündü. Ölümün yakınlığı, sezgisi, korkusu bile
 değil, soluğu. Zaten bildiğin bir şeyin, er geç öleceğin gerçeğinin
 kafana dank etmesi değildi. Hastane yatağında. Yabani Mantar Risottolu
 İstakoz'dan zehirlenmiş otel servis şefi Ken'in yan yataktaki
 sayıklamalarını dinlerken, zihninde duyduğu mırıltı düşünsel olmaktan
 ziyade bedenseldi. Sanki soyut bir mefhum değil ölümün ta kendisi,
 sıvı, yakıcı, deşici, yayılmacı Ölüm kimyası damarlarından akmış,
 bedeninde dolaşmış, sonra da yaşamasına izin vermişti, henüz genç
 olduğundan ya da midesi o kadar vahim bir durumda olmadığından değil,
 sadece onunla oynamaktan sıkıldığı ve vücudunu kırık bir oyuncak gibi
 bir kenara attığı için.
 Sonra tabii sigarayı bırakmanın bu kadar ıstıraplı bir hale gelmesinin
 bir nedeni de sigaranın yanı sıra hayatı onun için yaşanmaya değer
 kılan hemen her şeyi bırakmasının beklenmesiydi. Bütün hazları kırpılıp
 katlanıp tek bir pakete tıkıştırılmış, hepsine kokuşmuş çöp muamelesi
 yapılmıştı. Sigara yok. Kahve yok. Alkol yok. Her biri için ayrı bir
 püf noktaları broşürü tutuşturulmuştu eline. Sigara için denizci
 mavisi, kahve için taba rengi ve alkol için, Allah bilir neden, leylak
 rengi. Her broşürün sonunda 24 saat, İngilizce ve İspanyolca motivasyon
 mesajları veren bir telefon numarası vardı.
 Ömer denizci mavisi broşürdeki telefon numarasını iki kere aramıştı.
 İngilizce versiyonu da bir süre sonra İspanyolcası kadar yabancı
 gelmeye başlıyordu. İkisinde de hayatı boyunca sigara içmemiş ve neden
 bahsettiğinin hiç farkında olmayan mekanik bir kadın sesiyle motive
 olması bekleniyordu insanın. Mekanik kadının amacı insanı tütünden
 soğutmaktı ama birkaç kere dinledin mi kadın cinsine karşı bir
 düşmanlık beslemeye başlamak daha muhtemeldi.
 Bütün kötü alışkanlıklarını aynı anda bırakması beklendiği müddetçe
 kötü bir alışkanlığı nasıl bırakacaktı? Şimdiye kadar Ömer sigarayı
 bırakma dizisinin her yeni bölümünde kazandığı geçici başarıları,
 telafi kabilinden diğer bağımlılıklarının verdiği avuntuya borçluydu.
 Vardiyayla çalışmak gibiydi, bazı bağımlılık-
 239
 ların tatil günlerinde yerlerine diğerleri bakardı. Sigara el altında
 olmadı mı kahve fazladan çalışırdı. Alkol bazen işe yarar, bazen işe
 yaramazdı seks her türlü arzunun en iyi alternatifiydi ama onun
 sonrasında da sigara içmeden duramazdı. En iyisi cigaralık sarmaktı, on
 dokuzundan itibaren şahsi tarihinin hiçbir safhasında esrarı bırakmayı
 düşünmemişti. Şimdi yaslanacak hiçbir koltuk değneği olmaksızın bütün
 bağımlılıklarını reddettiği için adımını nasıl atacağını bilemiyordu.
 Benzer durumda kalan başka insanların kendilerini başka meşgalelerle
 avuttuklarını talimin ediyordu. Ama Ömer'in bongo dersi almak, çalıları
 bonzai ağaçlarına dönüştürmek, polimer kilden testiler yapmak ya da
 kordela düzenleme sanatını öğrenmek gibi bir niyeti yoktu.
 Böylelikle bağımlılıklardan kurtulma serencamının beşinci gününde. Yeni
 Yılın beşinci gününde, Ömer ruhsal destek arayışına girdi. Bu bir inanç
 meselesiydi madem inanmayı öğrenmeliydi! İşıkları kapadı, Arroz'u
 dışarı çıkardı, Gail'in ona verdiği tütsüyü yaktı ve bu süreç boyunca
 dinlemesini söylediği Tabiat Ana Müzik sitesini açtı. Web sayfasının
 altında iki nilüfer çiçeği vardı, biri kirli beyaz, diğeri pembemtırak.
 Beyazı tıklayınca bir dizi ses efekti duyuyordun, hepsi doğal. Diğer
 nilüfere gelince, ya derin bir medi-tasyon sessizliği yaratmak üzere
 tasarlanmıştı ya da hâlâ yapım halindeydi. Beyazı tıkladı.
 İlk önce su şıkırtıları, kuş şakımaları, ardından bir düzine cam
 kavanoz bir yokuştan aşağı yuvarlanıyormuş gibi bir tangırtı duydu.
 Bunu bir bebeğin cırlak ağlayışının yırttığı sinir bozucu bir sessizlik
 takip etti. Ömer bağdaş kurup ellerini bileklerine çaprazla-mış,
 gözlerini kapamış, öylece bekliyordu. Gail gerisini fazla kafaya
 takmamasını söylemişti çünkü "Reiki'nin muhteşem enerjisinin kendine
 has bir zekâsı, içgüdüleri vardır ve nereye gideceğini, ne yapacağını
 bilir." Üç yıl eski sağaltım tekniklerini araştırdıktan sonra ruhsal
 yolculuğunun onu götürdüğü Kutsal Kurama Yama Dağında oruç tutan Mikao
 Usui'nin başına gelen tam da buydu.
 Gail'in el yazısını okumaya başladı. "Sağ elimi kalbimin üzerine
 koyuyorum..." Sağ elini kalbinin üzerine koydu, '"vücudumu
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 240
 gevşetiyorum. Nefes alırken bedenimden içeri giriyorum...
 düşüncelerimin ve İlişlerimin dünyasına..." Bir güvercin dem çekti.
 "Kendime, seni seviyorum diyorum..." dedi Ömer arılar vızıldarken.
 "Kendime diyorum ki: sen iyi birisin, en iyi bildiğin şeyi
 yapıyorsun..." Sustu. "Sevgiye dayalı bir ilişki kurmak istediğim
 birini düşünüyorum." Fonda kurtlar uludu. Geçmiş senelerin
 yıllıklarından kadın yüzleri belirdi, en yeniler eskilerden daha.
 yakın. Ömer bu bölümü hepten atlamaya karar verdi.
 "O insanı bir ayna gibi düşünüyorum..." Düşünecek kimse olmadığından
 ayna da yoktu. "Bu insanın bana vermediği şey benim kendime vermediğim
 şeyin bir yansıması." Tersten gidip, bu gizemli sevgiliden alamadığı
 şeyleri düşünmektense kendisine vermeyi başaramadığı şeyleri bulmaya
 çalıştı. Aklına ilk "kahve" geldi, sonra "sabır", "dinginlik" ve "iç
 huzuru". "Yaptığım her şeyde kendime saygı duyuyorum..." Durdu. Zihni
 bu şekilde devam etmeyi reddediyordu. Bir kır kurbağası vrakladı.
 Yataktan çıkıp Tabiat Ana Müzik sitesini kapadı. Müzikse müzik. CD
 çalara İt takes Blood & Guts to be this Cool but I'm Still Just a
 Cliche'yi (Böyle Cool Olmak Sıkı İş Ama Sadece Bir Klişeyim Ben) koydu
 ve bu ahenk işine beş doz Skunk Anansie vermeye niyetlendi. Bunun
 sonunda hiçbir şey olmazsa bütün projeden vazgeçecekti. Orman
 orkestrasının zararlı etkilerini kulaklarından silmek için sadece beş
 seferliğine CD çaların sesini sonuna kadar açmakta bir sakınca görmedi.
 "Bundan böyle beni onurlandıran ilişkilerimi sürdürüp, onurlandırmayanları
 bitireceğim." Gözlerini kapadı ve kendisini şimdilik
 pek de onurlandırmadığını bildiği bir geçmişin rüzgârına bıraktı
 dertlerini. "Bir ilişkide ne zaman kalmam gerektiğini... onu ne zaman
 bırakacağımı bileceğim." Evet, korktuğunu kabul ediyordu. Birini
 gerçekten sevmekten, sonra onu kaybetmekten, yerleşip ister aile, ister
 ülke, ister evlilik olsun bir yerlere ait olmaktan, hayatın
 dönüşsüzlüğünden, geriye sardırılamazlığmdan ve ebedi düşmanı zamanın
 çizgisel akışından korkuyordu.
 "Ya basta" diye patladı Alegre, yukanda Piyu'nun odasında.
 241
 "Artık dayanamayacağım. Git söyle kapatsın!"
 "Neden sen kendin gidip söylemiyorsun, şikâyetçi olan sensin." Bu doğru
 değildi. Kendisi de şikâyetçiydi. Ama Piyu'yu bu kadar geren sadece
 aşağıdan gelen ses değildi. İkindiden beri odaya kapanmış İspanyolca
 Scrabble oynamışlardı. Sonra birden Alegre oyunu bir kenara itip bir
 öpücük, sonra bir tane daha, sonra dil, sonra ısırmak için bir kulak
 memesi istemişti. Sonra Piyu'nun üzerine çıkıp buluzunu çıkarmıştı...
 orada duracağı da yoktu. "Un besito" diyordu her seferinde, derken
 tahta göğüslerini açığa çıkarmıştı... sonra da kırık kalbini.
 "İyi öyleyse, madem sen inmiyorsun, ben inerim!" Alegre düğmelerini
 ilikleyerek aşağı inerken bir yandan da alt dudağını ısırıyordu, şefkat
 ve sevgiyle öpülen ama asla tutku ve şehvetle öpülmeyen dudağını.
 Alegre, Piyu'nun kendisiyle yatmak istememesinin vücudundan
 kaynaklandığına emindi. Çok dolgundu, şişman değildi belki ama
 kesinlikle balık etiydi işte. Piyu'ya itici geliyor olmalıydı vücudu.
 Alegre ağlamamak için uğraştığı halde muhtemelen birazdan ağlamaya
 başlayacaktı, tabii eğer aşağıda karşılaştığı manzara düşüncelerini
 paramparça etmeseydi.
 Kapı ardına kadar açıktı. İçeride yatağın üzerinde Ömer, kolları
 Aitoz'uii boynunda, uzun bacakları lotus duruşunda, omuzları tit-reye
 titreye ağlıyordu. Alegre usulca kapıyı kapadı ve tekrar dönüp yanına
 kıvrıldığında Piyu'ya hiçbir şey söylemedi. Tuhaftır Piyu da bir şey
 sormamıştı. Tek kelime etmeden, Skunk Anansie'yi tekrar tekrar
 dinlemeye devam ettiler.
 "Trans" dedikleri buysa, ertesi sabah oradan geri dönmek pek berbat bir
 şeydi Ömer için. Kendini bir tür ağırlık, nemli, kokulu, çetin bir
 yerçekimi altında ezilmiş gibi uyuşuk hissederek uyandı. Gözleri halen
 kapalı, zihni halen durgun, nasıl olup da öyle içinde başka bir şeye
 yer kalmamış gibi derin derin hıçkırarak sebepsiz yere ağladığını
 kestirmeye çalışıyordu. Nasıl başladığını hatırlaya-
 242
 mıyordu. Pis, karanlık bir sokakta üzerine çullanan bir serseri gibi
 saldıran ani hüznü hatırlıyordu sadece. Saldırganın kendisinden ne
 istediğine dair en ufak bir fikri yoktu. Ama kendisinden neyi çaldığı
 gayet açıktı: enerjisini! Mecalsiz kalmış, bu nemli, kokulu, çetin
 yerçekimi altında ezilmişti. Nefes almak için ağzını açtığında keskin
 bir koku, hatta tat... köpek tadı geldi ağzına.
 "Arroz, çekil üstümden."
 Köpekle Türkçe konuşmuştu. Garip ama gerçek. Yabancılar hayvanlarla
 kendi dillerinde konuşurlar, o hayvan dillerini hiç duymamış olsa bile.
 Bitkiler ve bebekler için de aynı şey geçerlidir. Etrafta kimse
 olmadığında hayvanlar, bitkiler ve bebeklerle kendi dillerinde konuşur
 yabancılar.
 Arroz Türkçe mesajı almış olacak ki yataktan atladı. Ama göğsünün
 üzerindeki kokulu ağırlık kalktıktan sonra bile kendini daha iyi
 hissetmedi Ömer. Ayaklarını sürüyerek banyoya girdi, duşu açtı ama
 suyla mücadele edemeyecek kadar yorgun olduğundan bıraktı vücudunun
 üzerinden akıp gitsin birkaç dakika... belki biraz daha fazla...
 "Omaar! Orada ne yapıyorsun, çık hadi, geciktim."
 Kapı açıldı ve saçından damlayan suları kurulayamayacak kadar takatsiz
 haldeki Ömer havlulara sarınmış vaziyette dışarı çıktı. Mumya
 yürüyüşüyle odasına doğru ilerlerken Abed'in dudakları bir şey
 söyleyecekmiş, belki biraz homurdanacakmış gibi kıvrıldı ama Ömer'in
 yüzünde her ne gördüyse vazgeçip, huzursuz bir sessizliğe gömüldü.
 243
 Neolitik Tanrıça
 "Hayır Gail, maalesef telefona gelemeyecek... Hasta! Çok hasta! Yüzü
 limon gibi sarardı. Evet, çay yaptık. Hayır, yemiyor. Hayır, pek iyi
 uyumuyor da...V Abed'in sesi monotonlukla yuvarlanmaktayken birden
 canlılık kazandı: "Tanrı aşkına ne yaptın dostum Omar'a?"
 Gail sinirli sinirli gülerek, Ömer'in hastalığının niçin kendisiyle bir
 alakası olduğunu düşündüğünü sordu. Ama Sopranos zamanı geldiği için
 Abed ağız dalaşını kısa kesti.
 "Midesinden mi sence?" diye sordu Piyu, jenerik müziği bitmeden hızlı
 hızlı kanepenin altını silerken.
 "Bilmiyorum, ya gizli gizli kahve mahve içip midesini benzetiyor ya
 da..." Abed gözleri ekrana kenetlenerek sustu. "Başka bir şey. Bir an
 önce bulsak iyi olacak. Bilge, sel gelmeden hendek kazar! "
 Bölüm bittikten sonra Piyu, Ömer'in odasına daldı, onu hâlâ yatağında
 tavana bakarak yatmaktayken buldu, ağzına bir kürek vitamin tıkaladı,
 istediği Primal Scream şarkısı çaldı, Don't Fight It, Feel It (Savaşma,
 Hisset). Yarım saat sonra Abed bir kâse biftekli soğan çorbasıyla içeri
 girdi. Ömer ikisine de tekrar tekrar teşekkür etti ama iş yemeye
 geldiğinde kendisine artık yemek gibi değil, ölümü insan elinden olmuş
 bir ineğin masum gözleri gibi gelen çorba kâsesine bakakaldı. "Bir
 sonraki Reiki seansını kaçıracağım," diye mızıldandı.
 "Re-i-ki!" Abed parladı. "Neden bunun yerine doktoran için endişe
 etmiyorsun? Yazman gereken bir tez var hatırladın mı? Spi-vack'la bir
 sonraki randevun ne olacak? Belki de ona konu başlığını değiştirip Rei-
 ki üzerine tez yazmaya karar verdiğini söylersin."
 244
 Ama Spivack randevusundan önce Gail randevusu, daha doğrusu Gail'in
 kendisi geldi. Salı günü siyah pantolon, siyah ceket, siyah her şeyle,
 sahneden yeni inmiş bir punk şarkıcısı gibi, bir elinde kitaplar ve
 defterler, diğerinde koca bir kutu beyaz barış güvercini çikolatası
 çıkageldi, çikolatayı dostluk işareti olarak Abed'e getirmişti.
 "Eee, bana içecek bir şey vermeyecek misiniz? Şu sizin meşhur Üçüncü
 Dünya Misafirperverliğine ne oldu?" dedi sırıtarak.
 Mutfak masasının başında nane çayı içip güvercinleri yiyerek Ömer'in
 durumu üzerine kafa yordular. Ama Abed'in konuya tam odaklanabilmesi
 için gözlerini Gail'in kitaplarından birinin kapağından uzaklaştırması
 gerekiyordu.
 "Bu ne böyle?"
 "Ne? Ha şul" dedi Gail içtenlikle. "Tanrıça İştar."
 Abed dalgın dalgın başını sallayarak bir Gail'e bir resme baktı.
 "Kusura bakma ama," diye fısıldadı hayli temkinli, "senin şu tanrıçanın
 sakalı çıkmış!"
 "Hı hı!" dedi Gail gülerek. "Çünkü o Sakallı İştar."
 Piyu'yla Arroz da masanın üzerine eğildiler, biri Abed'in şaşkınlığını
 diğeri beyaz güvercin çikolatalarını paylaşmak için.
 "Çünkü hennafrodit. Eskiler onu öyle resmetmiş, hem memesi hem fallusu
 var. Biseksüel rahibeler ve kendi kendilerini hadım eden rahipler
 hizmet edermiş tanrıçaya. Hadım etme işlemi için rahiplerin önce..."
 "Tamam! Tamam! Anladık," dedi Piyu kızararak. Beyaz çikolata kutusunu
 Arroz'dan uzaklaştırdı.
 Ama Gail'i susturmak imkânsız gibiydi. Manik ruh hallerinden birine
 girmiş olmalıydı ki ha bire konuşuyor, ucube terimlerini masaya
 saçıyordu. "Maderşahi", "Fallosantrik", "Logos Baba'ya karşı Tabiat
 Ana"... nane çayı bardakları ve yarısı yenmiş çikolatalar üzerine
 yağıyordu birbirinden sindirimi-zor kavramlar.
 "Bedenlerini aşıp yaratılışın sırrına erebilmek için içlerindeki kadını
 arıyorlardı. Dinler temelde kadınların etrafında örülüdür." Onları ikna
 etmek istercesine hararetle başını salladı Gail. Buna
 245
 karşılık Piyu'yla Abed onu teselli etmek istercesine başlannı salladı.
 "İşte bu yüzden Sibirya'da erkek şamanlar kaftanlarının üzerine
 simgesel memeler takar. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok. Resmi rahip
 giysilerinin kadın elbisesine benzediğini fark etmediniz mi? Rahipler
 inananlar için anne işlevi görür. Rahipler de kadındır." Piyu sinirli
 sinirli öksürdü, Abed içini çekti. "Farklı kültürlerden öyle çok örnek
 var ki. Mesela sizce Tao rahipleri neden oturarak işerlerdi? Kadına
 dönüşmek istedikleri için!" Ama bu savını tamamlamak için aniden patlak
 veren kahkahaların dinmesini beklemesi gerekti. Piyu'yla Abed gülerken
 Gail çayının üzerinde yüzen bir nane çöpünü seyrediyordu sükûnetle.
 Nane döne döne, saat yönünün tersine yüzüyordu. Bunu iyi bir işaret
 olarak almaya karar verdi.
 "İnsanda tarih bilinci olması lazım," dedi Gail gözleri hazla
 parlayarak. "Boston yerine Neolitik bir şehirde yaşamanın nasıl bir şey
 olacağını hayal edin. Tanrıça kültünün tören merkezi olan bir şehirde.
 Arkeologlar bu şehri bulmuşlar. Katman katman kazmışlar. Biliyor
 musunuz, bu şehrin hiçbir yerinde en ufak bir savaş işaretine ya da
 cinayet izine rastlamamışlar. Hiç silah yokmuş! Kimse başka bir insanı
 öldürmüyormuş. Kimse hayvan da öldürmüyor-muş. Hayvan kesildiğine dair
 hiç iz yokmuş..." Abed sinirli sinirli öksürdü, Piyu içini çekti.
 "Muhtemelen hepsi vejetaryenmiş. Uzun zamandır militarizm ve
 milliyetçilikle dumanlanmış olan zihinlerimizin bunu idrak edebilmesi
 zor ama bu insanlar barış içinde yaşıyorlarmış. İlkel' kelimesi
 yanıltıcı bir kelime. Onlar uygardı! Biz ilkeliz!"
 Piyu'yla Abed "tabii-ne-demezsin" edasıyla taşlaşmış ses çıkarmadan
 oturuyorlardı.
 "Kadınlarla çocuklar evlerindeki uyku platformlarının altına
 gömülmüşler. Muskaları ve ikonlarıyla birlikte. Şehrin her yerinde
 kadınları resmeden ve ana tanrıçayı yücelten duvar resimleri varmış.
 Neolitik tanrıçayı..."
 İşte o tuhaf sesi tam o sırada duydular, öyle boğuk ve alçaktı ki bir
 an vücutsuzmuş, duvara asılı tavaların saplarından, karabiber
 246
 değirmeninden, fırın kaplarından... insan hariç herhangi bir şeyden
 geliyor sandılar.
 "o. . ir. . ür. . iy. . de!"
 Mutfak masasının etrafındaki dört çift gözden üçü aynı anda koridora
 döndü. Dördüncü çift göz çikolata kutusuna mıhlanmış vaziyette kaldı.
 "O şe... hır... Türki... ye... de!"
 Ömer koridordan hortladı. Traşsız, belli ki uzun zamandır yıkanmamış
 vaziyette mutfak kapısına dayanıp şişmiş, torbalanmış gözlerinde tuhaf
 bir ışıltıyla Gail'e bakıyordu, az önce bir itirafta bulunmuş ya da
 birazdan bulunacakmış gibi patavatsız bir gülüşün eşiğinde
 titremekteydi dudakları.
 "Sözünü ettiğin yer Türkiye'de," dedi kelimeleri ağzında yuvarlayarak,
 sonra davasını desteklemek için başını salladı. "Biliyorum!"
 Türklerin ezici çoğunluğu gibi Ana Tannça'nm Neolitik şehri
 Çatalhöyük'e hiç gitmemiş, müzesini hiç görmemiş ve hakkında hiçbir şey
 okumamıştı. Ama olsun, Çatalhöyük hakkında emin olduğu bir şey vardı:
 Türkiye'deydi!
 Böylece onu tekrar yatağına yatırdılar, Arroz'u başına bekçi dikip, The
 Ramones'dan Somebody Put Something in My Drink'i (Biri içkime Bir Şey
 Atmış) koydular ve nane çaylarıyla beyaz çikolataları bitirmek ama
 mümkünse o elektrikli konuşmayı sürdürmemek üzre mutfağa geri döndüler.
 Yarım saat sonra Gail, Sakallı İş-tar'ını da alarak gitti. Verandanın
 kapısı onun arkasından kapanır kapanmaz Abed'le Piyu, Ömer' in ne halde
 olduğunu görmek... aynı zamanda ne halt ettiğini sormak için yukarı
 koştular.
 "Bir milyon yıl önce-Türkiye'de Amazonlar varmış. Bu arada ben Türküm,
 malum. Acaba couche avec moi?" diye kıkırdadı Piyu, bir taraftan da öne
 arkaya sallanıyor, her sallanmada dalga geçen değil de geçilenmiş gibi
 kıpkırmızı kesiliyordu.
 "Sen kepazenin tekisin Omar," dedi Abed sırıtarak. "Kadınlarla yatmak
 için yapmayacağın şey yok. Gözünün değdiği bütün kadınlarla!"
 247
 v/ıııaım scMcnuı rersan rersah uzaklardan geüyormuşçasına dinleyen Ömer
 kahkahaların dinmesini bekledi. Ama erkek latifelerinin coşkun sarayına
 giren Abed'le Piyu'nun bütün odaları tek tek dolaşmadan oradan çıkmaya
 niyetleri yoktu. Dalga geçip iğnelediler, iğneleyip dalga geçtiler, bu
 arada Ömer içini çektikçe çekiyor, her iç çekişle saydamlaşıyor, ayak
 parmaklan Gerçeğin sert halısına neredeyse hiç dokunmadan hava akımları
 üzerinde süzülen bir gölgeye dönüşüyordu.
 Başını ürkekçe beliren ilk sessizlik çatlağına sokarak "Anlamıyorsunuz
 çocuklar," dedi fısıltıyla. "Gail'e çıkma teklif edeceğim..."
 "Biliyordum!" diye bağırdı Abed, Ömer'in korumaya çalıştığı narin
 sessizlik boşluğu üzerine bir kazan hoyrat ses boca ederek. "Lanet
 olsun biliyordum!"
 Abed sandalyesinden kalkıp öyle kararlı adımlarla üzerine geldi ki Ömer
 bir an suratına bir tokat indireceğini zannetti. Ama Abed burnunu
 burnuna dayayıp zınk diye durdu ve gözlerinin içine bakarak başını
 endişeyle iki yana salladı. "Sana bir şey bağlattı değil mi? Ayakkabı
 bağı... saç tutamı... bir ip... ne olduğunu hatırlayabiliyor musun?
 Sana büyü yapmış, dostum. İşin bitik! Ayvayı yedin! Ouaghaııogh!"
 Abed'le Piyu, hoş bir orman gezintisinde toplayıp eve getirdikleri ama
 şimdi zehirli olduğundan şüphe ettikleri benekli bir mantarı inceler
 gibi artan bir merakla Ömer'i süzüyorlardı.
 "Ama Gail lezbiyen," diye müdahalede bulundu Piyu, uzun zamandır
 çözülememiş bir matematik formülünü çözmeye uğraşan ve nihayet bunun
 kesinlikle çözülemeyeceği sonucuna ulaşan birinin üzüntülü ama
 kendinden emin ses tonuyla. "Erkeklerden hoşlanmıyor!"
 Aslında bu konuda elinde kanıt yoktu. Böyle bir saptamayı daha önce hiç
 konuşmamışlar, ne Gail'den ne de bir başkasından bu yollu bir ima
 duymuşlardı. Ama böyle bir sonuca ulaşmak için ille de bilgiye ihtiyaç
 yoktu. Aksine Gail'in eşcinselliğini "biliyor" olmaları onun hakkında
 bir şey bilmiyor olmalarından kaynaklam-
 248
 yordu, bu belirsizlikten. Doğa boşluklardan nefret eder, derler.
 Erkekler de boşluklardan nefret eder, kadınları sınıflandırırken yani
 karşı cinsle olan ilişkilerinde karşılaştıkları herhangi bir
 belirsizlikte hemen onları bir yerlere yerleştirmeye çalışır,
 kategoriler içre tutarlar.
 "Bizim kadınlar gibi işememizi istediğini biliyor muydun?" diyerek
 Ömer'in bulanmış bakış açısını netleştirmekte Piyu'nun yardımına koştu
 Abed.
 "Anla... iniyorsunuz..." diye kekeledi Ömer, "anlamıyorsunuz"
 mantrasına sadık kalarak. "Ben... dönüşsüz bir noktaya geldim. Bundan
 sonra ister cadı, ister lezbiyen, ister uzaylı olsun... hiç umurumda
 değil." Sol gözünü asabiyetle arka arkaya yedi sekiz kere kırptı, öyle
 ki ya gizliden gizliye ev arkadaşlarına endişelenmemelerini, GERÇEĞİN
 zannettikleri gibi olmadığını ama bunu şu anda yüksek sesle
 söyleyemeyeceğini çünkü odada, konuşmalarını dışarıdaki arabada park
 etmiş kötü adamlara ileten mikrofonlar olduğunu sezdirmeye
 çalışıyordu... ya da bir gecede gözünde bir tik peydahlanıl ştı. Bunu
 takip eden hayret dakikalarında Ömer onlara tekrar göz kırparak
 şövalyevari bir edayla ekledi: "Kadın gibi işememi isterse bence hiç
 sakıncası yok. Hayatım boyunca seve seve öyle işerim!"
 "Omar, dostum, sen bu aralar pek iyi değilsin," dedi Abed sesindeki
 tedirginliği bastırmaya çalışarak. "Bak, sen gördüğün bütü-üüün
 kadınları istersin. Bu evde yaşamaya başladığından beri gelip giden diş
 fırçalarının haddi hesabı yok. Geçen ay Marisol'dü, bugün Gail,
 Pearl'Ie ne zaman ayrıldığını anlayamadık bile. Ya, haftaya başka
 biriyle ilgilenmeye başlayacaksın."
 "Doğru," dedi Piyu başını sallayarak, Ömer'in hislerini incitmemek için
 kelimelerini dikkatli seçiyordu. "Sen hep kadınlarla il-gilenmişsindir.
 Bir sürü kız arkadaşın..."
 Ömer gözlerini indirip insanı işkillendirecek kadar uzun süre yerdeki
 camgöbeği bir çoraba baktı, sonra çorabın diğer tekini bulursa
 sorununun çözümünü de bulacakmış gibi ümitle odaya göz gezdirdi.
 "Anlamıyorsunuz... bu bambaşka. Şimdiye kadar sevme-
 249
 diğimi bildiğim kadınlarla çıkıyordum. Ama Gail'le durum bunun tam
 aksi. Onunla çıkmaya çalışmadım çünkü onu sevdiğimi bilmiyordum."
 Abed'le Piyu koro halinde pofladılar.
 "Bu sefer farklı," dedi Ömer yeni bir şevkle. "Anlamıyorsunuz... âşık
 oluyorum."
 "Hiçbir şey olduğun yok!" diye homurdandı Abed. "Senin belleğin bir
 akvaryum balığımnki kadar! Birileri sana bu kızla bugün
 karşılaşmadığını hatırlatmalı. Hep buralardaydı, burnunun dibinde.
 Onunla ilk tanıştığımızda ne dediğini hatırla. Kibirli, küstah, kaçık
 olduğunu söylemiştin... K'li kelimeler... hatırlamıyor musun? Ondan
 hoşlanmamıştın hiç. Bu sadece bir anlık hafıza kaybı o kadar. Belki
 sana hastanede verdikleri şu sarı hapların yan etkisidir, hı?"
 "Anlamıyorsunuz," diye uludu, ilk başta kısık, sona doğru şahlanan bir
 ses. "Ben ÂŞIĞIM..."
 Bunu Piyu ve Abed'in ortaklaşa uyanması takip etti, başta yüksek sesle
 kahkaha, orta yerde tavsayan bir kıkırdama, sona doğru bütün şiddetini
 kaybedip safi hayrete dönüşen bir sessizlik. Ev arkadaşlarını susturan
 kelimenin kendisi değil söyleniş tarzıydı. Ömer "aşk" kelimesini epi
 topu bir kelime gibi söylememişti, Tanrı aşkına, Cambridge Sözlüğünde
 bunlardan 170.000 tane vardı. Adaletsizliğiyle nam salmış bir yargıç
 karşısında, kanunları kendisine yabancı olan bir mahkemede tek başına
 yapmak zorunda kaldığı, kaybetmeye mahkûm bir savunma yaparcasına,
 kendi masumiyetinden emin de olsa bunu kanıtlamasının hiç yolu
 olmadığını teslim edercesine konuşmuştu. İşte öyle bir perişanlıkla
 çıkmıştı kelime ağzından, bahsederken yargılandığı suçtan.
 Aşk değil, hatta AŞK bile değil AŞK!
 250
 Kuantum Mekaniği ve Aşk Perisi
 Alegre gözlerini kısarak önünde açık duran sayfaya baktı, alay olmasını
 amaçladığı ama sadece memnuniyetsizlik hissi veren bir hıh sesi
 çıkardı.
 HAMİLE OLDUĞUNUZU ÖĞRENDİĞİNİZDE AĞLADINIZ MI? Güncel bir araştırmaya
 göre kadınların %61 gibi bir çoğunluğu o özel günde mutluluk gözyaşları
 dökmüş.
 Tam karşısında oturan Manuel başını kaldırıp ona şüpheyle baktı.
 Bekleme odasındaki çift de çıkardığı sesi duymuş olmalıydı ama
 duymamazlığa geldiler. Kızlarında Dikkat Eksikliği Bozukluğu olduğunu
 öğrenmişler ve bunun ne olduğuna dair hiçbir fikirleri olmadığından
 bilgi edinmek için buraya gelmişlerdi ama Alegre doktoru gördükten
 sonra kafalarının iyice karışacağını tahmin ediyordu. Manuel'e bir herşey-
 yolunda gülüşü fırlattı o da ona ma-dem-öyle-diyorsun bakışıyla
 cevap verdi.
 Koşup kimin omzunda ağladınız? Kadınların %48'i yakın bir arkadaşları,
 %34'ü kocaları, %28'i annelerinin yanında mutluluk gözyaşları
 dökmüşler.
 Sekiz yıl önce kendisi de hamile olduğunu anladığında gözyaşı dökmüştü.
 Şimdiye kadar hiç kimseye, hatta kilisede günah çıkarırken papaza bile
 bahsetmemişti bundan. Ailesi okulun karşısında manav dükkânı işleten
 Ukraynalı delikanlıyla sadece iki kere beraber olmuştu. Kürtajı sadece
 la Tia Tuta biliyordu, todas las tias içinde en açık fikirli ve ketum
 olanı. Klinikten dönerlerken Aleg-
 251
 re'ye sarılıp sormuştu: "Dersini aldın mı?" Alegre hıçkırmıştı, bu
 hadise için ilk ve son ağlayışı. "Aferin," demişti la Tia Tuta elini
 iyice sıkarak, "madem dersini aldın, şimdi dersini unut. Sil gitsin.
 Böyle bir şey hiç olmadı. Lo compreııdes corazon?*"
 Böyle bir şey hiç olmamıştı. Onun başına gelmemişti. Bunca yıl sonra
 hâlâ içinin derinliklerinde gömülüydü. Birkaç kere benzer durumdaki
 kadınların yaptığı gibi Katolik Aile Radyosu Şovu'nda canlı yayına
 katılmaya niyet etmişti. İtiraf edip nedamet getirmek. Ama bunu yapsa
 bile olayın bir yönünü asla anlatamayacağını biliyordu. Sıkı sıkı
 dokunmuş ahlak kumaşında, gayet dünyevi bir ilmiğin kaçık olduğunu
 bilmiyordu kimse. Çünkü hamile olduğunu öğrendiğinde ilk aklına gelen,
 bebek değil, kilo alma, şişme, şişko bir bedene dönüşme korkusuydu.
 Hamile olduğunuzu öğrendiğinde kocanız ne yaptı? Aynı araştırmaya göre
 kadınların %61 'inin %34'ünün kocalarının %52'si onlara sarılmış,
 %36'sı şampanya patlatmış, %18'i annelerini aramış.
 O günden sonra soğumuştu oğlanlardan ve Piyu'yla karşılaşana kadar her
 türlü ilişkiden uzak durmuştu. Şimdi Piyu onunla yatmayı her
 reddettiğinde Alegre onun bir şekilde bu olayı bildiğini hissetmekten
 kendini alamıyordu, bilmekten ziyade sezmek, sanki zihninin bilmediğini
 bedeni biliyordu da hem yeterince dişi olmayan, âdetleri aksayan, hem
 de iyi bir anne olamayacak, kaybettiği bebekten çok kendi bedeninin
 görünümüyle ilgilenen bu kadınla sevişmeyi reddediyordu.
 Tanıdık bir yüz görene kadar sayfalan hızlı hızlı çevirdi. Okumadan
 duramayan kızdı bu. Ailesi 4000. kitabını kutlamak için büyük bir parti
 vermişti. Kitap şeklinde devasa bir pastanın yanında bütün misafirlerle
 birlikte yüzünde güller açarak durduğu renkli bir fotoğraf vardı.
 Alegre haberi okumadan Piyu'nun numarasını çevirdi. İcap ettiğinden
 daha az pişirilmiş, bu yüzden de olması gerekti-
 * "Anladın mı canım?"
 252
 ğinden daha katur kutur olmuş kabak tatlısıyla verdiği mesajı okuyup
 okumadığını merak ediyordu.
 "Merhaba canım, kabak tatlını yedin mi?"
 "Hayır! Yemedim." dedi sinirli bir ses. "Ama birisi yemiş."
 Piyu ahizenin üzerinden öfkeyle ona bakarken Ömer arkada pişkin pişkin
 güldü. Günlerce aç durduktan sonra iştahı özgürlüğünü ilan etmişti. O
 andan beri Ömer hiç durmadan yiyordu.
 "Evet, tabii, açım. Yok, merak etme. Abed'le bir şeyler ayarlarız
 şimdi. Bilmiyorum, daha karar vermedik. Belki spagetti. Yok, güveç de
 bitmiş!" diye haykırdı Piyu. "Onu da yemiş. Nereden bileyim? Peki...
 sorarım... seni sonra ararım."
 Piyu, Ömer'e döndü. "Alegre kabak tatlısında olağandışı bir şey fark
 edip etmediğini soruyor."
 Ömer sabahın erken saatlerinden beri mideye indirdiği yiyeceklerin
 kabarık kayıtlarım karıştırdı ve nihayet yığının altında bir yerde
 gerekli bilgiye ulaştı: "Ha, kabak tatlısı harikaydı, teşekkür ederim,
 ilaç gibi geldi."
 Piyu'yla Abed çaprazdan gözetlemeye başladılar Ömer'in hallerini.
 Günlerce süren donuk şapşallıktan sonra aniden fazlasıyla canlanmış,
 oburlaşmıştı. Önceki halinin mi yoksa sonraki halinin mi daha sinir
 bozucu olduğunu söylemek zordu ama bu ani değişikliğin bir gün önceki
 konuşmalarından kaynaklandığını sezebiliyorlardı. Ne de olsa uzun
 zamandır bastırılan aşkı itiraf etmek bir zincirleme tepkime başlatmaya
 muktedirdir.
 1. Aşkı ilan etmenin aşk öznesi üzerindeki etkisi.
 2. Aşkı ilan etmenin aşkın tanıkları üzerindeki etkisi.
 3. Aşkı ilan etmenin aşk nesnesi üzerindeki etkisi.
 Bu genel çerçeve dahilinde her bir etki eldeki duruma göre çeşitli
 şekiller alabilirdi.
 1. Aşkı ilan etmenin özne Ömer Özsipahioğlu üzerindeki etkisi: Olumlu.
 Omuzlarından bir yük kalkmış gibi hafiflemişti.
 2. Aşkı ilan etmenin tanıklar Abed ve Piyu üzerindeki etkisi: Olumsuz.
 Eskiden olmayan bir yük omuzlarına konmuş gibi boğucu, ezici bir duygu.
 253
 3. Aşkı ilan etmenin nesne Gail üzerindeki etkisi: Sıfır. Ne olup
 bittiğini bilmediğinden nesne üzerinde hiçbir etki gözlenemedi.
 Bu manzaraya dönüp baktıklarında belki de gördükleri dengesizlik
 yüzünden, belki de yükün yarısını paylaşma isteğiyle ev arkadaşları
 Ömer'e Gail'e aşkını ilan etmesi için baskı yapmaya başladılar. Sürece
 karışmaları kaçınılmazdı bir bakıma. Kuantum Mekaniğin Aşk Perisi
 Yorumu. "Bilinçli gözlem," demişti Bohr, "hadiselerin meydana
 gelmesinin sebebidir." Birinin gizli aşkını öğrenen tanıklar, o
 noktadan itibaren kendilerini müdahaleye odaklı daimi ve bilinçli bir
 gözlem hali içinde bulabilirler, tıpkı atomik süreçleri izleme
 teşebbüsünün bunların rotasıyla etkileşimi içermesi gibi.
 Dolayısıyla 1 numaralı Gözlemci (Piyu) ve 2 numaralı Gözlemci (Abed)
 tüm akşamı Ömer'i gözlemleyerek geçirdiler. Gecenin geç saatlerinde
 Piyu olan biteni anlatmak için Alegre'yi aradı. Ama 3 numaralı
 Gözlemci'yi sürece dahil etmek biraz zaman aldı çünkü Alegre herhangi
 birinin, hatta Ömer'in dahi, Gail gibi birine âşık olabileceğine
 inanmayı reddediyordu. Yine de yardımcı olmaya çalıştı: "Çiçek! Ona
 kocaman bir buket çiçek alsın. Beyaz zambaklar ve tek bir kırmızı gül."
 Alegre'yle Abed çiçeklerin romantik bir aşk ilanı olacağına emindi,
 biraz dürtüklemeyle Piyu da ikna oldu. Ancak iki ev arkadaşı
 kendilerinden emin aşağı inip Ömer'e projelerini bildirdiklerinde,
 şapırtılar arasında teklifi geri çevirdi.
 "Bence böyle şeylerden hoşlanmaz," dedi Ömer son ganimeti humusu
 sıyırırken. "Muhtemelen tuzu kuru burjuva sevgilileri memnun etmek için
 güllerin katledilmesine karşıdır. O sizin bildiğiniz kadınlardan
 değil!"
 Abed'le Piyu'nun onu oracıkta gırtlaklamamalarmın tek sebebi sorumluluk
 sahibi bilimadamları olarak gözlem altındaki nesneyi yok etmemeleri
 gerektiğinin bilincinde olmalarıydı. O akşam üçü birlikte yürüyüşe
 çıkıp South Sokağında bildiğiniz kadınlardan olmayan birinin hoşuna
 gidebilecek her şeyi barındırıyormuş gibi görünen bir dükkâna girdiler.
 Müzikli Tibet topları, vücu': enerjisini düzenleyen yastıklar, yerli
 Amerikalı takıları, kurutulrruş bitkiler,
 254
 koloit taşlan, tılsımlar, rüzgâr canlan, yağ özleri, muska kapları,
 bitkisel mumlar, cadı malzemeleri ve bildiğimiz ota benzeyen yeşil bir
 şey. Bu sonuncusunun organik çimen olduğunu öğrendiler.
 "İnsanlar bir torba ota dokuz dolar mı veriyor?"
 Kuzey Avrupab'ya benzeyen satıcı kız küçümseyen bir nazarla baktı
 Abed'e.
 "Neyse, zaten Gail'in ota ihtiyacı yok," dedi Abed genizden, aniden
 bastıran bir alerjik rinit nöbetine tutulmuştu. "Daha ziyade bir tür
 sakinleştiriciye ihtiyacı var, onu daha az saldırgan, daha... normal
 yapacak bir şeye. Normalleşme sağlayan şifalı bir bitki var mı?"
 "Madem öyle size ginseng vereyim," dedi satıcı kız, buğday rengi
 buklelerini savurarak. "Anemiye, halsizliğe, asabiyete, nevrasteniye
 iyi gelir... Her derde devadır. Bir adı da bu zaten: Her-der-de-deva!"
 Bunun üzerine koca bir şişe Ginseng Vejetaryen Kapsülü, Ginseng Poşet
 Çayları ve Ginseng & Astralagus Özü Ampulleri aldılar. Yirmi dakika
 sonra da bütün bunlarla donanmış vaziyette TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA
 DÜKKÂNİ'na damlayıp Debra Ellen Thomp-son'ın dünyasını kararttılar.
 Halbuki Gail onları gördüğüne memnun gibiydi.
 Bir anlığına üç ev arkadaşı saçından sarkan kaşığa bakakaldı-lar. "Ne
 garip!" diye düşündü Piyu, "ne saçma!" diye düşündü Abed, Ömer ise "ne
 tatlı!" diye geçirdi içinden.
 Gail onlara tombul Ana Tanrıça bademli çikolatalarından ikram ettiğinde
 de bu şablonda büyük bir değişiklik olmadı. Kibarca devasa bir memeyi
 ısırırken Piyu "ne garip!" diye düşündü, tanrıçanın başını dişleyen
 Abed "ne saçma!" diye düşündü, Ömer'in ise her zamankinden. "Biraz
 ginseng almaya çıkmıştık da geri dönerken uğrayıp ne yapıyorsunuz bir
 bakalım dedik," dedi zar zor, uzun, hantal bedenini çoğul eklerinin
 barikatı arkasına saklayarak.
 "Ginseng... mucizevi Şifa!" GaiL'in yüzü hafif buruşmuştu. "Her derde
 deva görünen hiçbir derde deva değildir derler. Umarım bu kapsüllerden
 fazla bir beklentin yoktur. Özel bir amaçla mı aldın?"
 255
 Ginseng için bir amaç mı...? Ömer yaşamak için bile bir amacı yokmuş
 gibi sarsılarak baktı ona. Eğer Gail bu kadar ulaşılmaz olacaksa hep,
 nasıl ulaşacaktı ki ona? Besbelli yaptığı hiçbir şeyi beğenmezken onun
 kendisini sevmesini nasıl sağlayacaktı? O andan itibaren konuşmadı ve
 ziyaretin geri kalanında ağzını meşgul etmek için dünya üzerinden
 olabildiğince çok Ana Tanrıçayı silip süpür-mek istiyormuş gibi isterik
 bir iştahla yedikçe yedi. Ortada bir şeyler döndüğünü hisseden Debra
 Ellen Thompson'ın, Gail'in ve tepsi-lerdeki dizi dizi Gülen Buda
 çikolatasının bakışları altında onu yeniden sohbete çekmek için
 taklalar atan Piyu'yla Abed'in bütün girişimlerine kulaklarını tıkadı.
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 256
 ilanı Aşk Teşebbüsü - II
 Kızılderili Kültüründe Boncuk İşi / Meiji Dönemi Baskılarında Gelenek
 ve Yenilik / Dijital Teknolojileri Kullanarak Antik Mezarların Yeniden
 Yapılması / Amerika'daki Tehlikeli Mesleklerin Fotoğraflarla Kaydı /
 Çin Kaligrafi Sanatı / Gerçeküstü Işık Enstelasyonla-n / Pasifik
 Adalarından Tapa Dokumaları Sergisi / İmza günü: Antik Mısır'ın
 Gizemleri / Norveç Dansı... Piyu, Boston'daki kültürel faaliyetlere
 yetişmenin imkânsız olduğu sonucuna çoktan varmıştı. "Belki iyi bir
 lokanta bulsak daha iyi olacak," dedi Boston Şehir Rehberi'ne bakıp
 içini çekerek. "Bir yerde güzel bir akşam yemeği yiyebilirler."
 "Devam et Piyu, umudunu kaybetme!" Abed'in sesi Boston Globe Sanat
 Takvimi'nin arkasından yükselmişti. "Yemek çok tehlikeli, cascavlak
 ortada kalır. Kültürel faaliyet daha az riskli. Gail'in hoşlanacağı bir
 şey bulmamız lazım."
 "Bölünmüş Benlik" diye gayet ilginç bir fotoğraf sergisi vardı ama
 biraz fazla enerji gerektiriyordu çünkü şehrin üç farklı yerindeki üç
 farklı galeriye bölünmüştü. Müzik de bir başka olasılıktı tabii, Ömer
 bu sahada uzmanlığını gösterebilirdi. Ne var ki ev arkadaşları onun
 müzik zevkinin Qail'e fazla haşin gelmesinden ve her şeyi
 mahvetmesinden korkuyorlardı.
 Kadın Çıplaklığının Tezahürleri Üzerine Video Enstelasyonu / Afrika
 Maskeleri Sergisi / "Şarkın Yüzlerindeki Maskeleri Düşürmek
 Şarkiyatçılığın Yeni Yüzü mü?" başlıklı bir konferans / Video
 Enstelasyonlannda Kadın Çıplaklığının Tezahürlerini sorunsallaş-tıran
 bir panel... Telefon çaldığında Piyu bir anlık mola vermenin sevinciyle
 uzandı.
 257
 "Hâlâ banyoda mı?"
 Piyu ahizenin üzerinden Abed'e baktı. "Alegre arıyor. Hâlâ banyoda mı
 diye soruyor...!"
 "Söyle banyo artık onun yeni yuvası."
 Çikolatayı fazla kaçırmıştı Ömer. Gülen Budaların laneti. Çikolata
 dükkânından dönüşte kendini banyoda bulmuştu.
 "Alegre'ye söyle, devreye girip yardım etmemiz lazım," dedi Abed birden
 ciddileşerek. Mesajı aracısız, daha iyi iletebilmek için telefonu
 Piyu'nun elinden kaptı. "Bence bu ishal meselesi fiziksel olmaktan
 ziyade simgesel. Aşkını itiraf edemediği için. Ruh kendini açık
 edemeyince beden boşaltıma başlıyor."
 Alegre'nin başka önerileri vardı, çoğunluğu doğa faaliyetleriydi.
 Mesela balina seyri, belki aşk itiraf etmek için pek iyi bir yöntem
 değildi ama kim bilir. Civarda bir sürü turlar ve geziler
 düzenleniyordu. New England Akvaryumu'ndaki deniz aslanlarını
 seyretmek, Kıyaslamalı Zooloji Müzesi'nde doldurulmuş kuşlar hakkında
 bilgi edinmek, Harvard Doğa Tarihi Müzesi'nde bebek dinozorları
 görmek... Gail bunlardan hoşlanırdı kuşkusuz. Arboretumda romantik bir
 yürüyüş kulağa daha da iyi geliyordu... Ömer'in mecali olsa hepsi
 mümkündü. İshal moralini bozmakla kalmamış onu tuvalet merkezli bir
 çepere hapsetmişti. Dışarıda uzun zaman geçirmesi imkânsızdı.
 "Şimdi kapatmam lazım, doktor geliyor," diye fısıldadı Alegre. "İyi
 şanslar!"
 18. Yüzyıl Venedik'inde Grafik Sanatlar / Kore Yarımadası Krizi Üzerine
 Konferans / Amerikan Başkanlık Seçimlerinde Kullanılan Mendil ve
 Bandanalar Sergisi /Sömürge Hindistanından İmgeler / Bizans Kadınları
 ve Dünyaları...
 "Dur! Dur!" diye bağırdı Abed. "Bak bu kulağa iyi geliyor! Hem kadın
 hem Bizans... Bizans ve Kadın..." diye tekrar etti tam bir şevkle
 kelimelerin üzerine basa basa. "Bu ortak bir nokta olabilir, ne dersin?
 Bir şekilde ikisiyle de ilintili."
 Sergi 4. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar bir dönemi kapsıyor, fıl-dişleri,
 tuvalet malzemeleri, paralar, mühürler, muskalar... toplam
 258
 200 nesne sergileniyordu. Herhalde bir noktada ilanı aşk etmek için
 yeter de artardı.
 Piyu artık araştırmaktan o kadar bezmişti ki ne teklif etseler üzerine
 atlayacak vaziyetteydi. Aşağı inip banyo kapısının önünde, gözlem
 nesnesine bir sonraki hamlesini koro halinde ilan ettiler. "Bizans
 Kadınları mı?" diye homurdandı kapı. Ama neyse ki başka bir itirazda
 bulunmadı.
 Ömer ertesi günü yatağında dinlenerek geçirdi. Görünürde tezi üzerinde
 çalışıyor ama aslında Gail'e çıkma teklif edecek cesareti kendinde
 bulabilmek için gündemdeki bu yeni konuyu inceliyordu. İlk başta
 "Bizans Kadınlan" üzerine kısa bir keşif gezisi yapma niyetindeydi ama
 artan bir ilgiyle kendini konuya kaptırınca keşif gezisi yolculuğa
 dönüştü. Saatler süren araştırmanın ardından, insan üst sınıftan bir
 erkekse Bizans'ta yaşamanın gayet keyifli olabileceği ama özellikle
 aşağı sınıftan bir kadınsa bu konuyu bir kere daha düşünmesi gerektiği
 sonucuna vardı. Ama işte sıradışı bir örnek vardı; ayı terbiyecisinin
 büyüleyici kızı Theodora, Bizans'ın kenar mahallelerinde yetişmiş, önce
 müthiş bir oyuncu, ardından impara-toriçe ve dünya tarihinin en güçlü
 kadınlarından biri olmuştu. Onunla evlenebilmek uğruna Justinian -
 kanunlar önünde kategorik olarak fahişe sayılan- oyuncuların
 senatörlerle evlenmesini yasaklayan bütün düzenlemeleri iptal etmişti.
 Theodora'nın onun üzerindeki etkisi işte bu kadar güçlüydü.
 İmparatoriçe olduktan sonra kadın haklarında büyük ilerlemeler
 sağlamış, fahişelere yardımcı olan, kerhaneleri yasaklayan, talihsiz
 kadınları koruyan kanunlar çıkarmıştı... Asla geçmişini unutmamış, kız
 kardeşlerinin acılarına gözlerini kapamamıştı. Ömer, Theodora'nın
 hayatını okudukça onu büsbütün benzetti Gail'e. Akşama doğru, Boston'da
 çikolatacı olmak yerine Bizans tahtına geçme fırsatı verilse Gail'in de
 tıpatıp Theodora'nın yaptıklarını yapacağına ikna olmuştu.
 Bu dolduruşla TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'nı aradı ve biraz hoş
 beşten sonra kulağına çalman bu sergi konusunda Gail'in ne düşündüğünü
 temkinle sordu.
 "Bizans Kadınları ve Dünyaları sergisi mi?" dedi Gail neşeyle
 259
 ya da en azından Ömer'e öyle gelmişti. "Evet, harika bir sergi!" "Yarın
 gitmeyi düşünüyorum. Belki sen de gelmek istersin." "Ha..." sesi
 durulmuştu. "Ben zaten gittim. Ama sen de mutlaka git."
 Ömer telefonu kapattıktan sonra internetten ahp büyüttüğü Theodora'nın
 kocaman, kahverengi, mozaik gözlerine baktı kös kös. Artık o kadar da
 büyüleyici görünmüyordu bu gözler.
 260
 ilanı Aşk Teşebbüsü - III
 Şimdilik Yeni Yıl Arifesinden beri ocak ayının her günü Ömer Öz-,
 sipahioğlu için zorlu geçmişti ama bu cumartesi geri kalan günlerin
 hepsini gölgede bırakacağa benziyordu. Bu etkiyi daha da artırmak
 istercesine gün çok erken başlamış, çok geç bitmişti. Sabahın erken
 saatlerinde, bütün gece kesintisiz süren tuvalete taşınma dizisinin ne
 ilki ne de sonuncusunda aynanın tanıdık olduğunu söylediği bir
 görüntüye bakakaldı. Kendisine yorgun bir tebessüm koyverdi.
 Karşılığında aynısından aldı. Gülüş görüntüsüyle kendisi arasında, her
 sekişinde daha da yorgunlaşarak gidip gelirken kendini sezdirmeyen,
 belli belirsiz ama dönüşsüz bir kayıtsızlık çöktü üzerine. Belirsiz bir
 an için zamanda bir çatlak bulduğunu ve o çatlağı kullanarak içinde
 debelendiği durumdan kaçtığını hissetti. Bu his midesinde kabardı,
 çabucak göğüs kafesi ve ciğerlerinden geçip gırtlağına yürüdü ve
 bastırılmış bir iç çekiş olarak dışarı bırakılana kadar durmadı. Her
 şey anlamsız görünüyordu. Her şeyin "daha fazlasını" alabilmek için bu
 bitmez mücadele, Gail'i kendine âşık etmek için duyduğu bu arzu, hatta
 Gail'in kendisi bile... üzerine gelen bu coşkunluk içinde birer birer
 solarak- halelerini kaybettiler. Onu anık sevmiyor değildi. Tam aksine
 daha da fazla sevdiğini hissediyordu. Daha fazla ama daha farklı bir
 biçimde. Bu sevgi hem tümüyle maşuğa yönelik hem de onun dışındaydı.
 Gail kendisine duygusal, fiziksel, hatta cinsel bir karşılık vermese
 bile bu hisle onu sevmeye devam edebileceği sonucuna vardı Ömer.
 Kendini öyle hafiflemiş hissediyordu.
 Bu ferahlığın nereden geldiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Sadece
 müthiş bir duygu olduğunu biliyordu! Ginseng gibi! Tam bu an-
 261
 da ev arkadaşlarından biri banyoya dalıp ondan bu müstesna hissine bir
 ad koymasını istese, hiç tereddüt etmeden: "Ginseng!" derdi.
 Ginseng duygusu! kesinlikle Ginseng'di! Ama bir duygu olup olmadığı
 dahi şüpheliydi. İnsanın hiçbir şey hissetmemesini sağlıyordu. Hiçbir
 şey. İnsanın bir gölgesinin olması ama ona "sahip" olmaması gibiydi,
 öyle bir hoşluk, adeta sıcakkanlı. Yüzünü yıkadı, çenesini köpürtmeye
 başladı ama yanda durdu. Ginseng duygusu! ona bunu neden yaptığını
 sordu. Sakallar sürekli uzadığı halde, sen de uzayacağını, ertesi sabah
 yeniden traş olman gerekeceğini bildiğin halde, aynı mecburiyet ve
 azimle her gün traş olmanın anlamı neydi? Madem sakalın böyle istiyor
 bırak uzasın. Hayatın akışına müdahale etmek için duyulan bu ısrarcı
 ihtiyaç da niye? Ömer ev arkadaşlarına, artık kendisi için mücadele
 etmeyi, aşkı konusunda bu kadar aceleci davranmayı bırakmalarını, her
 şeyi oluruna bırakmalarını söylemek için aşağı indi.
 Palas pandıras mutfağa gitti. Abed, Arroz'u yürüyüşe çıkarttığı, Piyu
 da oturma odasında yerleri sildiği için mutlaktan gelen o daimi tıkırtı
 ancak bir manaya geliyor olabilirdi: Alegre iş başındaydı.
 "Günaydın! Bugün büyük gün, hazır mısın? Ama daha traş bile
 olmamışsın!" Alegre aynı anda hem kaşlarını çatmış hem gülmüştü. "Söyle
 bakalım bu Kabaklı Strudeli nasıl pişireyim? Cevizli mi yoksa kuru
 üzümlü mü? Sence Gail hangisini daha çok sever?"
 "Kabaklı Strudel..." Kulağa şifre gibi geliyordu. "Ceviz mi... yoksa
 üzüm mü... yoksa ikisi birden mi... yoksa hiçbiri mi..." Ne fark
 ederdi? Bu sadece dış görünümdü, satıhtaki gölgeler; oysa o öteye
 geçmek, öze inmek istiyordu. "Neden hepiniz aşkımı itiraf etmemi
 istiyorsunuz? Sevgililerimizi onlara duyduğumuz hisler konusunda ille
 de bilgilendirmeli miyiz? Bunu ilan etmek, karşılığında bir şey
 istediğim manasına gelmiyor mu? Her aşk ilanı bir bencillik bildirgesi
 değil midir?"
 "Ah garibim benim, merak etme, harika bir akşam yemeği olacak. Güven
 bana, çok beğenecek," diye onu teselli etti Alegre, felsefesini tümüyle
 göz ardı ederek.
 Ama bu telaş neden? Görüntüler, arkalarındaki gerçeği görme-
 262
 mizi engellemekten başka ne işe yarar? Den kendimden o kadar da emin
 olmadığım halde neden hepiniz benim için uğraşıyorsunuz? Ben kimim, ne
 istiyorum, illa ki istemek zorunda mıyım... birini, bir şeyi... illa ki
 olmak zorunda mıyım... birisi, bir şey? Belki aşk sevgiliyi kazanmayı
 değil, kendini onda kaybetmeyi gerektirir. Kendini kaybettiğinde ve ego
 kuleni yıktığında karşılığında sevilmişsin sevilmemişsin ne fark eder.
 Karşılığında bir şey almayı beklemeden vermeye başladığın anda bütün
 evren Ginseng olacak! Ginseng! Ginseng!
 "Ginseng değil! Bu TO-FU," dedi Alegre Ömer'in önündeki tabağı işaret
 ederek. "Ama-sen-endişe-etme," diye ekledi, balta girmemiş ormanlarda
 bulduğu Mowgli'yle konuşan Beyaz Sömürge-ci'yi andıran eğitici ses
 tonuyla. "Yemek-öyle-nefis-olacak-ki-her-gün-burada-yemek-isteyecek."
 Ömer teslim bayrağını çekip, kıvranarak son zamanlardaki tek sığınağı
 banyoya yöneldi. Yanına walkman'ini de almıştı, The Smiths'in What
 Difference Does It Make? (Ne Fark Eder?) şarkısını dinlemek için. Üç
 dakika on bir saniye.
 Aslında Alegre bu sabah biraz sıkıntılıydı çünkü bu özel gün için yemek
 pişirmek beklenmedik ölçüde sinir bozucu olmuştu. Harika bir menü
 hazırlayabilmek için nebatobur mutfağı üzerine bir ön araştırma yapmış
 ve dehşetle görmüştü ki sadece etten değil, yağ, yumurta, süt,
 peynirden... ve bir yemeğe lezzet katan, pişirmeyi keyifli kılan her
 şeyden uzak durması gerekiyordu. Hayatında ilk olarak kendini mutfakta
 rahatsız hissetmişti Alegre. Bu yüzden de dinçleştirici bir yürüyüşün
 ardından neler yaptığını görmek için mutfağa dalan Abed'le Arroz'un,
 büyük eziyetlerle derlenen menü-ye bu kadar ters tepki .vermeleri çok
 ayıptı.
 MENÜ
 Çorba: mantarlı kamıbaharh pırasalı patatesli mısır çorbası
 Ana yemekler: lahanalı bezelye püresi, patlıcan güveci, kabak strudel
 263
 Yan Yemekler: patates doldurulmuş mantarlı krep, tahıllı sebzeli tofu
 Tatlılar: havuçlu kek, kabaklı turta, havuç ve kabaklı kurabiye
 "Bu ne? Manav bayramı filan mı kutluyoruz?" diye diklendi Abed. Alegre
 Abed'den nefret etti.
 Ama belki ne yeneceği sorununu çözmeden önce, nasıl yeneceği sorununu
 çözmeleri gerekiyordu çünkü çok geçmeden Ömer'in banyodan çıkamayacağı
 anlaşıldı. İkindinin büyük bölümünü orada demir atmış geçirdi, sadece
 aynadaki kararsız yüzünü seyretmek onu yeni bir dizi ontolojik ginseng!
 soruya sevkettiğinden değil, halen fiziksel açıdan pek zinde
 olmadığından.
 Hastalıklar sıralamasında ishal en alt kademededir. Hem bu kadar
 sıradan hem de böylesine dışlanmış tek hastalık. Ömer'i bu utançtan
 kurtarmak için üç gözlemci, yemekten önceki birkaç saat içinde
 mucizeler yaratacak bir tedavi düşünmeye çalıştılar. Böyle bir tedavi
 bilmedikleri ama o kadar da mucizevi olmayan başka tedavilerden
 haberdar oldukları için (çünkü iş ishale geldi mi herkesin ya birinden
 duyduğu ya da çocukluğundan hatırladığı abuk sabuk bir tedavi vardır
 mutlaka) hepsini aynı anda denemeye karar verdiler. Dolayısıyla bunu
 takip eden üç saat zarfında Ömer ne çorbaya benzeyen ne de patates tadı
 olan hindistancevizi sütlü patates püresi (Alegre'nin tedavisi),
 böğürtlen suyu (la Tia Piedad'ın önerisi), elma (alışverişe çıkmadan
 bir "merhaba" demek için uğrayan Oksana Sergiyenko'nun önerisi), bir
 kâse sıcak yulaf ezmesi (Pi-yu'nun anneannesinin tedavisi), bir kâse
 pirinç lapası (Zehra'nın telefonda söylediği tedavi), muz (herkesin
 önerisi), yoğurt ve şeftali (Zehra'nın telefonda söylediği tedavi),
 böğürtlen suyuna karıştırılmış şarap (la Tia Piedad'ın sonradan
 hatırladığı tedavi), tekrar elma (Oksana Sergiyenko alışverişten bir
 torba Granny elmasıyla dönmüştü), aile boyu kola (herkesin tedavisi) ve
 antibiyotik niyetine bol bol sarımsak (Abed ve Piyu'nun tavsiyesi)
 tüketti. Her şeyi yalayıp yuttuğunda karnı fıçı gibi şişmiş, ayaklarını
 sürüyerek yukarı
 264
 çıktı; ama bu sefer banyoya değil, biraz kestirmek ve bütün Reiki
 güçlerini toparlayıp Gail'e gelmemesini rica eden telepatik bir mesaj
 yollamaya.
 Heyhat, mesaj yolda kaybolmuş olmalıydı.
 Akşam 19:15'te Gail ve Debra Ellen Thompson herkesle birlikte masada
 oturmuş, bunca alakadan biraz şaşkın ama belli ki memnun menüyü
 övüyorlardı. Alegre, Gail'i Ömer'in karşısına oturtmuştu ama Ömer
 bakışlarını çorbasında yüzen pırasadan ayırmadığı için bunun farkında
 olup olmadığını anlamak zordu. Ara sıra midesinden yüksek bir gurultu
 sesi çıksa da üç gözlemcinin de iç fe-rahlığıyla müşahade ettikleri
 üzre artık banyoya koşma ihtiyacı kalmamıştı. Tedaviler işe yaramıştı,
 en azından bir tanesi.
 Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer. Masadaki!erin hiçbiri son
 yemekteki gerilimi unutmuş görünmüyordu. Benzer bir sürtüşme yaşamamak
 için temkinli temkinli olası konuşma kanallannı araştırıyor, kimseye
 batmayacak konular arıyorlardı. Kimseyi gücendirmemek konusunda
 duyarlı, incitmeden eğlenme hevesinde böyle çokkültürlü gruplar içinde
 iyi bir yemek konusu "şehir efsaneleri" olduğundan bir saat boyunca
 bunlardan bahsettiler.
 Farklı ülkelerden olsalar da hepsi yer yer küçük değişikliklerle aynı
 hikâyeleri duymuşlardı. Evinin yakınlarındaki bir süpermar-ketten
 aldığı turşu kavanozunun içinde kesik parmak bulan adam hem Faslı hem
 İspanyol hem Amerikalıydı. Yeni doğmuş bebeklerini yeni dadıya bırakan
 ve geç vakit eve döndüklerinde onu kocaman bir tabağın içinde
 patateslerle birlikte nar gibi kızarmış bulan genç çift de. Sonra
 arabaları San Francisco depreminin olduğu gece çalınan, haftalar sonra
 içinde hırsızın tanınmaz hale gelmiş cesediyle bir binanın enka'zı
 altında bulunan şu diğer çift vardı. Tabii nerede bir orman yangını
 olsa orada durmadan ölen şu dalgıç hikâyesi vardı. Kocaman kovalı
 helikopterlerden tekrar tekrar alevlere atıyordu onu dünya çapında
 şehir efsaneleri.
 Şehir efsaneleri dünyanın özgür yurttaşlarıdır. Seyahat etmek için
 pasaporta, bir yerde kalmak için vizeye ihtiyaç duymazlar. Temasa
 geçtikleri kültürün rengini alan dilsel bukalemunlardır onlar.
 265
 Hangi kıyıya ulaşsalar hemen yerlisi olurlar. Şehir efsaneleri kimseye
 ait olmayan ama herkesin malı olan özgür ruhlardır.
 "İstanbul'da da benzer şehir efsaneleriniz var mı?" diye sordu Alegre
 Ömer'e dönerek ve sorar sormaz özür dilercesine gülümsedi çünkü sorunun
 böyle yüz kızartıcı ölçüde naif olmasını ve niyetini bu kadar belli
 etmesini istememişti.
 Bizde .şehir efsanesi var mı? Ne fark eder? San Francisco depreminde
 çaldığı arabanın içinde ezilen hırsızın hikâyesi istanbul depreminden
 sonra da anlatıldı, sanki insanların ne hak ne hukuk gözeten
 felaketlere tahammül edebilmek için ilahi adalet tesellisine ihtiyacı
 var.
 Ama bunların hiçbirini söylemedi Ömer. Başını hiç kaldırmadan, "hi hi,"
 dedi, bir-iki saniye bekledikten sonra kendisiyle fikir birliğine
 varmış gibi ekledi: "Hi hi."
 İlk "hı hı"yla ikinci arasında Gail gözlerini Ömer'in yüzüne dikti ve
 orada sevdiği bir şeyi daha gördü: sistem arızası! Ömer varoluşunun
 içinde sistem arızasının sadece olasılığını, hatta eğilimini değil,
 kaçınılmazlığını barındırıyor, hatta neredeyse simgeliyordu. Herkesin
 ne istediğini, nereye gittiğini, neyi amaçladığını tastamam bildiği
 başarı odaklı bir dünyada, bu kafası daima karışık ayaklı öz-yıkım
 diğerlerinden farklıydı. Onu derinlere çeken ıstırabın çamurlu
 sularıyla kendisinin de tanışık olduğunu nasıl anlatabilirdi ona? Gail
 bir şey demek istiyormuş da nasıl ifade edeceğini bilemiyormuş gibi
 gülümsedi Ömer'e. "Yapma canım," diye fısıldamak isterdi ona. "Hep
 korkudan, sana her bakışımda gözlerinde gördüğüm bu hüzün, biz
 tanışmadan ve sen beni sevmeye başlamadan çok önce orada olan hüzün hep
 korkudan."
 Ama korkma artık çünkü sen istediğin müddetçe yanında olacağım.
 Bunların hiçbirini yüksek sesle söyleyemezdi. Bütün sözlerini bir çatal
 patlıcanlı güveçle yutup diğerlerinin konuşmalarını dinledi.
 Felsefe/fizik/kamu yönetimi/genetik mühendisliği... sınavında "NEDEN?"
 sorusunu soran ve "NEDEN OLMASİN?" cevabını veren öğrenci dışında
 herkese sıfır yağdıran şu şehir efsanesi profesö-
 266
 rü konuşuyorlardı. Sonra ülke ülke gezip yumurtalarını tatilcilerin
 derilerinin altına bırakan efsanevi örümcek vardı. Bir ülkede kaybolup
 diğerinde beliren ve her gittikleri yerde panik ve kargaşa yaratan
 tonlarca Şeytan hikâyesi vardı. Yerküreyi dolaşan bütün bu söylenti ve
 efsaneleri dinleyen Gail de bir-iki şey söylemesi gerektiğini hissetti.
 "Benim en sevdiğim eski bir şehir efsanesi," dedi patavatsızca, "...
 ücra bir köy kilisesinde kanlı gözyaşları döken Meryem Ana efsanesi...
 Ağlayan Meryemler, Göz kırpan Meryemler, Fısıldayan Meryemler...
 bunlardan tonla var!"
 fi it
 O konuşmaya başladığı anda grup yarı felce uğramıştı. Bıraksınlar
 konuşsun, ondan sonra mı bozulsunlar, yoksa basiretle davranıp peşinen
 bozulsunlar da bütün söyleyeceklerini dinleme yükünden kendilerini mi
 kurtarsınlar bilememişlerdi. Biri hariç hepsinin gözlerinde farklı
 tonlarda bir içerleme ışıltısı vardı. Ömer'in gözleri tabağındaki
 lahana bezelye püresine mıhlanmış olsa da dudakları şefkatli bir
 gülüşle aralandı. Katoliklerin çoğunluğu oluşturduğu, besbelli dindar
 insanların önünde bu gafı yapması ne naif, ne tatlı, ne hoştu.
 "Bu mucize işinde iyi para var, bence," diye cırladı Gail, harekete
 geçirmeye başladığı tedirginlik girdaplarının farkına bile varmadan.
 "Yani ağlayan Meryem çikolatası satsaydık para içinde yüzerdik, değil
 mi Debra Ellen Thompson?"
 Debra Ellen Thompson bezgin bezgin gülümsedi; Gail aynen devam etti.
 "Bu ağlayan Meryem turizmi bütün zamanların en kârlı şehir efsanesi
 olmalı."
 "Hah! Yine başladık!" Abed masanın başına oturdukları andan itibaren
 kısmen yemeye mecbur bırakıldığı bu bitkisel menü, kısmen de herkesin
 gerilim yaratmamak için gösterdiği fazladan dikkatin başlı başına bir
 gerilim olması sebebiyle sinir sisteminde biriken bütün basıncı
 püskürterek sandalyesinde dikilmişti. "Fırına sormuşlar 'bu kadar ateş
 içine nereden girer?' diye. Ne cevap vermiş biliyor musun Gail?
 'Ağzımdan,' demiş."
 267
 "Aaa bunu daha önce de söylemiştin!" dedi Piyu refleksle, Abed'in
 dudaklarından nihayet tanıdık bir atasözü duymanın coşkusunu
 denetleyememişti, tanıdık olması anlaşılır olması anlamına gelmese de.
 Ama sonra kırgınlığını gizlemeyi başaramayarak Gail'e döndü: "Haklı
 olabilirsin Gail, belki bazı insanlar başkalarının inançlarıyla para
 kazanmaya çalışıyor olabilirler. Ama bu bahsettiğin mucizelerin sahte
 olduğu anlamına gelmez."
 Bu sessiz gerilim, anlık kopukluk... uzun ve yankılanan bir karın
 gurultusuyla bölündü.
 "Bakire Meryem Virgen de Guadalupe'nin bize tezahürünün kanıtı olarak
 imgesini bırakması başlı başına bir mucizedir, bunun yanı sıra bazı
 önemli mesajlar da bırakmıştır," diye mırıldandı Piyu, yanakları
 kızardıkça gözlüğünün ardındaki gözleri de buğulanıyordu. "Bu mesajın
 bir şehir efsanesiyle karıştırılabileceğini zannetmiyoruz."
 Gail çenesine yerleşen bir sırıtış, gözlerinde tekinsiz bir parıltıyla
 o kadar kolay geri adım atmayacağını kanıtlamaya hazır ağzını açtı. Tam
 o anda Ömer başını kaldırıp iki saattir ilk olarak yüzüne bakmayı
 başarabildi. Açık ağzının gölgelerinde önceden gelen bir akis gibi
 söyleyeceklerinin hışırtısını duydu. İnsanların yürekle-rindeki en
 küçük umudu bile sömüren bir sistemden uzaklaşmak gerekliliğinden
 bahsettiğini duydu. Bu hayatı deniz üzerinde bir insan-tekne gibi,
 ayağının altında asla katı bir şey bulundurmadan, her an herhangi bir
 yere yelken açmaya hazır yaşamayı övdüğünü. Her gece, ertesi sabah asla
 geri dönmek istemeyeceğin yabancı bir ülkede uyanma korkusuyla
 uyuduğundan bahsettiğini duydu. Ölümden ve ölümsüzlüğün tek yolunun
 ismini, yerini değiştirmek, kendini terk etmek, ölmeden ölmek
 olduğundan söz ettiğini. "Dur canım," diye fısıldamak isterdi ona. "Hep
 korkudan, seni ne zaman dinlesem dilinden dökülen bu öfke, biz
 tanışmadan, ben seni sevmeye başlamadan çok önce orada olan öfken
 aslında hep korkudan."
 Ama korkma artık çünkü sen istediğin müddetçe yanında olacağım.
 Bunların hiçbirini yüksek sesle söyleyemedi. Bütin sözlerini
 268
 bir çatal püreyle yutmaya çalıştı. Yine de kendi içindeki sesleri
 duymamak için başkalarının konuşmalarını kafi derece dinlemişti. Aniden
 kendisinin de birkaç kelime etmesi gerektiğini hissetti.
 "Sanırım hepimiz bir mucize bekleriz, ama farklı şekillerde. Bunu tek
 yapan Katolikler değil. Hepimiz benzer beklentiler taşırız. İsimleri
 başka başka olsa da altında yatan aynı temel özlemdir: tekdüze
 hayatlanmızı aydınlatacak bir mucize. Bir mucize... bir kurtarıcı... ya
 da bir sevgili... hepsi bir. Ben bu beklentiyi paylaşabileceğimi hiç
 düşünmemiştim ama..."
 Bu gecenin yegâne sebebi ve bunlar da saatlerdir söylediği ilk
 kelimeler olduğundan Ömer bir anda tüm masanın ilgi odağı olmuştu. İşte
 bu pürdikkat dinleyicilere yöneltti konuşmasını:
 "Kendimdeki değişimi seyrediyorum. Aşık olmanın bir mucizeye inanmaya
 benzediğini düşünmeye başladım. Aşk da beklentiler ve inançlarla
 ilgili. İnsan kendisi için hâlâ kurtuluş ümidi olduğuna ve günün
 birinde özel birinin bunu mümkün kılacağına inanıyor. Bir mucize özlemi
 değil mi bu? Bu dünyadan fazla bir şey beklememen gerektiğini bilsen de
 içindeki bir şey diretiyor... umut etmeyi sürdürüyor... sevdiğin
 kişinin seni seveceğini umut etmeyi."
 Derin sessizlik. Öyle derindi ki Anoz'u gerginleştirmişti. Tap tap.
 Anoz kuyruğunu iki kere yere vurdu. Kimse umursamadı.
 "Tıpkı benim senin için nicedir hissettiğim gibi... Gail!"
 Tap tap. Anonim bir iç çekiş. Belki de Abed'in tabağında el değmemiş
 vaziyette duran tofudan çıkmıştı.
 "Belki birlikte olmalı, hatta birlikte yaşamalı, hatta ve hatta
 evlenmeye cesaret etmeliyiz, bu mucizenin ne olduğunu beraber görmek
 için..." diye devam etti Ömer ya da masada Ömer'e benzeyen biri. Bu
 noktada kaybedecek bir şeyi olmadığından ekledi: "tıpkı bütün âşıklann
 yaptığı gibi..."
 Ağzı patates harçlı mantar krepiyle dolu olduğu ve son birkaç dakikadır
 çiğnemeyi unuttuğu için Gail ilk başta ancak anlaşılmaz bir ses
 çıkarabildi. "Âşıklann yaptığı gibi mi dedin...?!"
 Herkes bundan sonra gelecek olan lafın korkusuyla, Gail'in
 merhametsizce soğuk bir tepki vererek Ömer'in billur kalbini bin
 269
 parçaya böleceği endişesiyle durakladı. Ne var ki patates harçlı mantar
 krepini nihayet yuttuğunda Gail'in fırın ağzından sadece şu sözler
 çıktı: "Ben de seni seviyorum."
 Derin, derin sessizlik. Sonra bir iç çekiş. Ama bu sefer kesinlikle
 tofudan değil.
 Meşrebi bir kuşlar
 ı
 270
 p
 Sıfır Numara
 Göz açıp kapayana kadar âşık bir çift olmuşlardı. Ve göz açıp kapayana
 kadar âşık bir çifte dönüşen herkes gibi, aşağıdan ne kadar sinir
 bozucu göründüklerinin farkına bile varmadan son sürat semanın yedinci
 katına kanat çırpmakla meşguldüler. Kendi kozalarında durmadan
 dokunuyor, öpüşüyor, mırıldanıyor, daha yeni geliştirdikleri ama sanki
 hep bildikleri bir tuhaf dille cilveleşiyorlardı. Onlarınki vecdle
 şişmiş bir balondu. Dünyadan şüpheyle izlenen, sürekli göz altında
 tutulan ancak kendisi etrafını görmekten aciz bir şişkin balon:
 velhasıl aşkın kör olduğu zannı.
 Dokunaklı bir büyüleri vardır âşıkların ve tümüyle kendileriyle
 doludurlar, daha doğrusu kendisiyle çünkü âşık çiftler, iki bağımsız
 benlik olarak buluştukları halde, son tahlilde "iki" değil (bir artı
 bir) "sıfır" olurlar (bir eksi bir). İşte tam da böyle tekliğe filizlenivermişti
 Gail'le Ömer, kimseler anlayamadan. Artık "Ömer artı Gail"
 değillerdi, mükemmel bir sıfır, bir Gailömer ya da Ömergail
 mutantıydılar.
 Aşka diyecek yok, hoş bile sayılır ama ÂŞIKLAR iç baylaydılar. Bu bir
 yana evlilik tam bir ifrattı. Belki de herkesten çok Alegre'nin
 sinirleri bozulmuştu. Ne de olsa tren tariflerinde olduğu gibi
 evliliklerde de insan yola önce çıkanın hedefe önce ulaşmasını bekler
 haliyle. Alegre'yle Piyu çıkmaya başlayalı iki buçuk yıl olmuştu;
 evlendiklerinde ne yapacaklarını, nerede oturacaklarını, hatta ne
 yemekler pişireceklerini dahi konuşmuşlardı defaaten. Doğru zamanı
 bekliyorlardı.
 "Her gün bir erkeğin kadınına 'hayır' diyemeyeceği bir an vardır.
 Akıllı kadın punduna getirip o ânı bulur," nasihatinde bulun-
 273
 muştu büyük büyük teyzesi.
 Nedense Alegre bu özel ânı kaçırdığını hissediyordu. Bazen Pi-yu'nun
 kendisiyle gerçekten evlenmek istediğinden şüphe ediyordu ama la Tia
 Piedad endişelenecek bir şey olmadığına ikna etmişti onu. "Con los
 hombres, şu erkeklerle, hep aynı bilmece. Başlangıçta evlenirlerse
 hayatlarının biteceğini kuruntu ederler, bir kere evlenince bu sefer de
 boşanırlarsa yaşayamayacaklarını zannederler."
 Bir tarafta iki küsur yıldır her şeyi inceden inceye düşünen, doğru
 ânın gelmesini bekleyen, bir aile kurabilmek için ince eleyip sık
 dokunması gereken her ayarı istisnasız ince eleyip sık dokuyan Alegre
 vardı. Derken yaşam evrenindeki en gevşek, en olmadık iki karakter
 onlardan evvel evlenme fikriyle ortaya çıkıveriyordu. Nasıl bu kadar
 süratle, bu kadar umursamazca evlenebilirlerdi? Hem ahlaken de doğru
 değildi. Gail de Ömer de (hele birincisi) her fırsatta toplumu topa
 tutmakla, çoğunluğun her hareketini ulu orta kınamakla nam salmıştı.
 Bütün bunların ardından şimdi nasıl böyle edepsizce normal
 davranacaklardı? Alegre öfkesini Piyu'dan çıka-radursun, Piyu'nun asap
 bozukluğu Arroz'la Abed'in sinirlerini tel tel gerdi. Çok geçmeden
 bütün ev ahalisi buluttan nem kapmaya hazır vaziyette yay gibi
 gerilmişti, Debra Ellen Thompson'ın kederi de cabası. Sadece o tuhaf
 mahluk, şu Gailömer organizması mutlu mesut kendi yörüngesinde dönmeye
 devam etti.
 Bu yüzden de Ömer'e durumun ciddiyetini hatırlatma işi ev arkadaşlarına
 düşecekti. Ertesi akşam Abed, Ömer'i çakırkeyif yatağına uzanmış,
 Portishead'in Only You (Bir Tek Sen) şarkısı eşliğinde Gail'i düşünür
 vaziyette buldu, bir saadet ve biraz da tütün dumanı altında.
 "Ah! Demek yeniden sigaraya başladın," dedi Abed kaşlannı çatarak, ama
 kaşını çattıracak daha meşum kaygıları olduğu için, bu duruma
 dilediğince çatamadı kaşlarını, oğlunu savaşa gitmeden bir gün önce
 odasında sigara içerken yakalayıp bundan dolayı ona kızmasının
 anlamsızlığını bilen, bildiği halde gene de kızmaktan kendini alamayan
 bir babanın ikilemiyle.
 "Başladım mı?" Ömer'in gözleri baygın rüyalardan sıyrıldı ni-
 274
 UMTvı. iy111iuu" *^İV .jı£tA»ı* j uıvıııuıv £,^
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 274
 UMTvı. iy111iuu" *^İV .jı£tA»ı* j uıvıııuıv £,^
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- UtlŞlamadığımı
 bilmiyorum. Hiç gelecek planı yapmıyorum, dostum," dedi yeni
 Ginseng! felsefesini hamasi bir edayla seslendirerek.
 "Valla ben şahsen gelecek planı yapmamana hiç şaşmadım. Ga-il'e evlenme
 teklif ettin. Bir geleceğin kaldı mı ki?" dedi Abed çatlak bir sesle.
 Ama sonra Safiye beklese, onun yüzüğünü takacağı parmağına takıldı
 gözleri, alışılmadık bir sessizliğe gömüldü. Çe-nesindeki gamzeyi
 kaşırken gözleri buğulandı. Ömer bu hareketin "ciddi konuşma zamanı"
 anlamına geldiğini bilecek kadar iyi tanıyordu artık onu.
 "Omar dostum, beni bilirsin, belki biraz fazla konuşuyorum ama
 arkadaşım olduğun için. Hem senin mahremiyetine daima saygı duydum.
 Yani sarhoş olduğunu ya da domuz eti yediğini kaç kere görmüşümdür.
 Sonra şu gelip giden kız arkadaşlann. Müslümanlığa yakışacak şeyler
 değil ama seni hiç sorgulamadım. Bu senin hayatın, karışmak bana
 düşmez. Ama bu sefer durum başka, çizmeyi aştın. Bu... evlilikl" Abed
 bu kelimenin anlamını gerçekten bilip bilmediğini anlamak istercesine
 Ömer'in yüzüne baktı. "Lütfen yanlış anlama. Gail'e bir itirazım yok.
 Onunla ilgili bir şey değil. Şey... tabii... aslında ilgili... o
 çok..." Abed ayağa fırlayıp, uygun kelimeyi arayarak yatağın etrafında
 sinirli sinirli bir yarım daire çizdi ve nihayet aradığını bulup durdu:
 "Zor!"
 "Gail çok zor biri... Bak sana karşı dürüst davranacağım. Ga-il'le
 tanıştığımızdan beri 'valla bu kız günün birinde evlenirse Allah
 kocasına sabır versin.' diye düşünür dururdum. Şimdi o koca sen-sin\ Şu
 hale bak!" Abed sahnede az evvel bir izleyiciyi soktuğu dolabı açıp
 içinin boş olduğunu göstermeden önce kollarını sallayan bir sihirbaz
 gibi abartıyla Ömer'i işaret etti.
 "Evlilik ciddi iştir." Abed tekrar yatağın kenarına oturdu, sesi
 samimi, mahrem bir fısıltıya dönüşmüştü. "Ne demek istediğimi
 anlıyorsun."
 Ömer yürekten başını salladı. Evet anlıyordu.
 Only You bir kere daha çalmaya başladığında kapı tekrar çalındı.
 "Giriiiin!" diye neşeyle bağırdı Ömer, olacakları bilmenin rahat-
 275
 ..0.j__-»-^. »*.»/•»•«/ uyuui »w jyi^n nuui guuı, anvasmuan ua i'iyu.
 "Beni bilirsin, belki fazla konuşmuyorum ama seni düşünüyorum hep.
 Benim arkadaşımsın." Piyu boğazını temizledi, gözlüklerini geri itti,
 burnunun ucunu kırıştırdı ve havuç tonlarında kızardı. Ömer bu rengin
 "ciddi konuşma zamanı" anlamına geldiğini bilebilecek kadar iyi
 tanıyordu onu artık.
 "Aşk harika bir şey kuşkusuz, ama (es) sence bir aile (es) bir ömürlük
 bir ilişki (es) kurmaya yeter mi tek başına? İnsan böylesi bir istikran
 (es) ancak (es) kendi türünden biriyle yakalayabilir. Kendi türünden
 biri..." diye yineledi Piyu, bu akşam kelime bulmakta zorlanarak.
 "Bilmez miyim," dedi Ömer derinden gelen bir sesle. "Hiç denemedim mi
 zannediyorsun? Kendi türümden birini az mı aradım! Ama hiçbir yerde,
 'KAN, BEYİN VE AİDİYET: Ortadoğuda Milliyetçilik ve Entelektüeller'
 üzerine doktora tezi yazan, dünyanın en matrak İspanyolu ve en matrak
 Faslısıyla Boston'da yaşayan, ekimin son günü doğmuş, 26 yaşındaki bir
 Türk erkeğiyle karşılaşmadım. O adamı bulduğum gün, size söz, hemen
 Gail'i bırakıp kendim gibi biriyle evleneceğim."
 "Ben şaka yapmıyorum, ciddi bir şey bu," dedi Piyu bir ton daha
 havuçlaşarak. "Ne demek istediğimi anlıyorsun."
 Ömer yürekten başını salladı. Evet, anlıyordu.
 İkisinin de ne demek istediğini gayet iyi anlıyordu. Tanımı gereği aşk,
 sezgisel, akıl dışı bir şey, bir nevi katlanılır delilik olduğundan,
 ille de benzer geçmişten gelen birine âşık olmak gerekmiyordu. Ama
 mesele evlenmeye gelince değişiyordu ölçütler. Evlilik bağının yazılı
 olmayan kuralları, her kuşun kendi sürüsünden biriyle eşleşmesini şart
 koşuyordu.
 Nedense farklı türlerden iki kişi arasında evlilik insanlarda bir
 trajedi korkusu, ilkel, arkaik ve neredeyse dinsel bir korku
 doğuruyordu, sanki çift gül gibi geçinip gitse de her gece onlar derin
 uykuya daldıklarında tanrıları sabaha kadar cenk edecekti.
 276
 Demden Firar
 ¦ Düğün müziğinizi ve renginizi seçin.
 ¦ Nişanınızı yerel gazetelerde ilan edin.
 ¦ Düğününüzde hoşunuza gidecek atmosferi planlayın.
 ¦ Birkaç ay önceden dans kursuna yazılın.
 ¦ Yüzükleri ısmarlayın.
 ¦ Annelerin elbise seçimine yardımcı olun.
 ¦ Bir konuk defteri alın ve bütün konukların içine yazmasını sağlayın.
 ¦ Aldığınız bütün hediyelerin ayrıntılı bir listesini yapın.
 ¦ Teşekkür notlarını asla bilgisayar ya da daktiloyla yazmayın. Hepsi
 elde yazılmalıdır. Güzel bir not kartı seçerek stilinizi gösterin.
 ¦ Gelen hediyeyi ismen belirtip, nasıl kullanmayı düşündüğünüzü
 belirtin: "Güzel havlu takımı için teşekkür ederiz, banyomuzda çok iyi
 durdu."
 ¦ Düğün günü için, içinde dikiş kutusu, naylon çorap, çengelli iğne ve
 kâğıt mendil bulunan bir acil durum çantası hazırlayın.
 "Ne yapıyorsun?" diye sordu Piyu, Ömer'in odasından dönüşte Abed'i
 önünde Amerikan Düğün Günü Elkitabı mutfakta oturur görünce.
 "Sosyolojik gözlemlerde bulunuyorum," dedi Abed, başını geri atıp burun
 deliklerini açarak bir hapşırığı tam zamanında ketle-mişti. Bu
 başarısından memnun ekledi: "Evlendiği gün yanına naylon çoraplı acil
 durum çantası alan kadın ne menem şeydir? Böyle bir kadınla kim
 evlenmek ister ki?"
 İkisi birlikte evlilik elkitabını önce merakla, sonra da artan bir
 hayretle inceleyerek mutfakta bir saat geçirdiler. Bir saat sonra
 Amerikan gelinlerinin biraz denetim düşkünü olduğu sonucuna varmış-
 277
 lardı. En küçük ayrıntıya kadar her şeyi denetim altında tutma
 istekleri ABD dışındaki kadınların gayet iyi bildiği bir şeye yer
 bırakmıyordu hayatlarında: tesadüflere.
 Ama Gail düğün günü öğleden sonra üç civarlarında tepeden tırnağa mor
 tonları içinde mutfağa girdiğinde Amerikan gelinleriy-le ilgili
 genellemeleri çürüttü. Odadaki birinde şu renk kataloglarından olsa
 elbisesinin renginin numarasının 57-A, isminin Yabani Üzümler olduğunu
 görecekti; şalının numarası 60-D'ydi, ismi Mağrur Gelenek. Saçında
 leylak rengi tüyler vardı ve bu günün şerefine küçük kaşık yerine daha
 büyük bir gümüş kaşık takmıştı.
 "Vay!!" dedi Piyu, sesi hayretle dalgalanarak, "erguvan ağacına
 benziyorsun!"
 Gail iltifat edilmiş gibi mahcup mahcup güldü. "Damat nerede?" diye
 sordu.
 Damat yukarıda Sex Pistols'un Something Else'im {Bir Başka Şey)
 dinliyordu. Sağ ve esendi ama aklını kaçırmak üzereydi. Sabahtan beri
 dolabındaki bütün giysileri giyip çıkarmış, aynadaki palyaçodan gına
 gelmişti. Heyecanlıydı. Ama bunu belli etmemek için her zamankinden
 farklı giyinmemeye karar vermişti. Ama hesaplı resmiyetsizliğin zorluğu
 temelde bir oksimoron oluşuydu. İnsan sıradan olmaya ne kadar
 uğraşırsa, o kadar uzaklaşıyordu sıra-danhktan.
 İşte telefon çaldığında damat bu haldeydi.
 "Bana burada saatin kaç olduğunu sormayacak mısın?" Def-ne'nin sesi,
 müşteriyle dolup taşan bir dükkânın kapısındaki çıngıraklar gibi
 neşeyle çınlıyordu.
 "Orada saat kaç?" dedi Ömer ama onun sesi diğer dükkânla rekabeti
 çoktan bırakmış meteliğe kurşun atan komşu dükkânın kapısı gibi
 olgundu.
 "Burada, şimdi saat tam 15:33."
 "Ya? Ne var yok?"
 "Salak!" dedi Defne. "Çok salaksın."
 Ömer buna ne cevap vereceğini bilemedi. Onun yerinde ağzında bir şeyler
 geveledi: "Aramana sevindim. Hayatımda çok büyük
 278 •
 değişiklikler oldu. Seninle konuşmak isterim."
 "Konuşuruz merak etme," dedi, gizemli gizemli kıkırdayarak Defne.
 "Benim şimdi kapatmam lazım. Sen bir yere kıpırdama. Konuşacak bol bol
 zamanımız olacak!"
 Telefon kapanmadan önce öyle tuhaf, öyle Defne'ye yakışmayan bir
 kalıkaha duydu ki başka birinin onun sesini taklit ederek kendisini
 kandırdığından şüphelendi Ömer. Manic Street Preachers' in Suicide is
 Painless {intihar Acısızdır) şarkısını koydu ve kendini yatağın üzerine
 yığılı kazaklarla pantolonların arasına attı. Üç dakika yirmi altı
 saniye.
 "Bu müzik de ne şimdi? Yukarıda ne yapıyor? Benim bildiğim saatlerce
 hazırlanan gelinlerdir," dedi Piyu kaşlarını çatarak. Tam kaş çatmayı
 bırakırken televizyonun altında birkaç kırıntı tespit etti.
 "O süpürgeyi bırak, gel bir çikolata ye," diye onu teselli etti Gail.
 "Bizimki öyle bildik düğünlerden değil."
 Onlarınki bildik düğünlerden olmadığı için otorite, tören ve bürokrasi
 istememişlerdi. Akrabalar da. Abed'le Piyu memnuniyetsizliklerini
 saklamamışlardı, özellikle "akraba" davet edilmemesi konusunda. Yine de
 Boston'da ve muhtemelen bütün dünyada eşi benzeri olmayan, zira
 kalbinde kimseye karşı en ufak bir önyargı barındırmayan sıradışı bir
 hahamın kıydığı nikâh neşelerini yerine getirdi. Haham Mark başka başka
 dinden insanlar, gayler, lezbiyen-ler, ateistler, agnostikler,
 çokinançlılar dahil, kapısına gelen her türlü insanın nikâhını
 yargılamadan kıyardı, yeter ki birbirlerini sevsinler.
 Eve dönünce yeni gelinin ilk yaptığı şey bir kutu bira açmak oldu.
 "Newtoncu bir evlilik kuramı geliştirdik," dedi Ömer nağmeli bir sesle,
 kolunu tepeden tırnağa mor tonlarına bürünmüş karısının omzuna atarak.
 "Bütün evlilikler farklı farklı başlayıp aynı şekilde bittiğine göre
 bunun bir sebebi işin içine kansan insanlar olmalı. Bu bağlamda bilgi
 kesinlikle güç demek. Ne kadar çok insan tanıyorsan, o kadar ses
 karışıyor, evliliğin üzerinde o kadar çok etkileri oluyor. Başka bir
 deyişle evliliğinizin başarısızlığa uğramasını is-
 279
 temiyorsanız, evli olduğunuzu saklayın."
 Yine de, yeni evliler ne derse desin, düğün düğündür ve kutlama
 sebebidir. Doğru pek fazla konuk yoktu (tam olarak on iki kişi) ama
 mevcut olanlar kutlama arzusundaydı. Yemekleri Alegre, düğün pastasını
 Debra Ellen Thompson temin etti. Bu sefer Gail'i pastadan uzak tutacak
 kadar basiretli davranmıştı. Ama onunki tek tatlı değildi. Nedense
 herkes bu düğünün normal bir düğüne benzemesini engelleyen eksikliğin
 tatlıyla telafi edilebileceğini düşünmüş gibiydi. Oksana Sergiyenko
 çilekli Romanoff getirmişti, Jamal baklava, Siyaset Bilimi Bölümü'nden
 birkaç arkadaş da ahududulu turta. Spivack da elinde bir kutu kremalı
 tatlı ile uğramış, hatta bunu kepaze öğrencisine verirken gülümsemişti!
 Kızın biri pembe bir pasta getirmişti. Bu renk Abed'e uzak bir hatırayı
 hatırlattı; kıza tekrar dikkatle bakınca onun Cadılar Bayramı
 partisindeki şeker-göt olduğunu fark etti ve Alegre'nin Çorba Evi'nden
 arkadaşı olduğunu öğrendi. Bolca tatlı, yeterince insan, yiyecek, alkol
 ve iyi bir kutlama sebebi oldu mu gerisi kendiliğinden gelir.
 Partinin gittikçe artan şamatasında Debra Ellen Thompson'la Gail bir
 ara yan yana düştüler, gözleri birinin yarım bıraktığı acıbadem
 kurabiyesine dikili. Konuşmaya başladıklarında sözlerinin altında
 sarsak bir sessizlik titriyordu.
 "Ona âşık mısın?"
 "Hayır," dedi Gail, "ama aşka bundan fazla yaklaşmamıştım."
 "Onu tanımıyorsun bile," diye mırıldandı Debra Ellen Thompson güç
 duyulur bir sesle. "O bir yabancı Gail! Seni anlayabilir mi dersin?
 Seni benden iyi anlayabilir mi sence...?" Bu soru ağzında kötü bir tat
 bırakmış gibi buruştu yüzü.
 Gail suçluluk ve şefkat karışımı bir duyguyla Debra Ellen Thompson'a
 bakarken yüzünün yandığını hissetti. Arkadaşının inek yalamış ters saç
 tutamına bakarken, vaktiyle onu keçi sakallı, sinirli bir adamdan ve
 bir yığın kıkırdayan kızdan kurtaran genç kızı bulmaya çalıştı. Her
 jestini çok iyi bildiği bir yüzdü bu. Geçen on yılda kaç kere sevinç,
 gurur ve şevkle parladığını görmüştü bu gözlerin, ama bedbinlik ve
 elemle kırıştıklarını da gördüğü olmuştu.
 280
 İlk başta erişemeyeceği kadar uzakta duran, sonra şaşırtıcı bir biçimde
 kendisine bağımlı olan bir yüz.
 "Seni çok incittiğimi biliyorum," dedi Gail kadifemsi bir özenle. "Özür
 dilerim."
 "Öyle deme," diye karşı çıktı Debra Ellen Thompson kararlı ama yumuşak
 bir sesle, "Gayet iyi anlıyorum. Eskiden, yani başlarda sana karşı çok
 haşin davrandım sanırım. Ama benim sana karşı haşinliğim ve sonrasında
 senin bana karşı haşinliğin arasında birbirimizi gerçekten sevdiğimiz
 bir dönem oldu. Değil mi?"
 Gail üzerine çöken çaresizlikle baş etmeye çalıştı ama boşuna. Tekrar
 konuşmaya başladığında sesi seyrelmiş, gözleri bulutlan-mıştı. Debra
 Ellen Thompson'ın elini tutup şefkatle sıktı. "Doğru," diye mırıldandı.
 "Haklısın sevgili Debra."
 Debra Ellen Thompson'ın yüzü sakin, hatta dingindi artık ama sonraki
 cümlesini söylerken başını çevirdi. "Umarım onunla çok mutlu olursun."
 İkisi de refleksle Ömer'e baktılar, böyle bir şey için zerrece umut var
 mı diye. Bu arada Ömer Chumbawamba'nm Amnesiasım her seferinde sesini
 yükselterek altıncı kere çalıyordu. Kafası çoktan dumanlanmış olduğu
 için aşağıdaki şen şakrak çeteyi yönetmek amacıyla divana çıkmıştı;
 mütevazı bir düğün töreninde adaplarıy-la eğlenmekten, avazları çıktığı
 kadar bağırmaya doğru seyrediyordu misafirler. Ömer şarkı sözlerini
 haykinrken korosu da neşeyle eşlik ediyordu: Do you suffer from longterm
 memory loss? I don't remember.*
 *
 Abed birazdan gerekeceğini bildiği için mutfakta nane çayı hazırlıyordu
 ki arkasında cıvıl cıvıl bir ses duydu. "Merhaba, içeri girebilir
 miyim?" diye sordu kapıda nefes nefese duran genç ve zarif hanım.
 Tekerlekli bavulunu içeri çekti, derin bir nefes aldı, sonra bü-
 * Uzun süreli bellek kaybından mı mustaripsin? Hatırlamıyorum.
 281
 yük bir dikkatle Abed'e baktı. Yüzü aydınlandı. "Kim olduğunu
 biliyorum... Adını söyleme... Sen...sen..."
 Abed afallamış bir yüzle bakakaldı.
 "Abed!" Neredeyse yerinde zıplayacaktı. "Sen Abed'sin değil mi?"
 "Evet," dedi Abed tereddütle, vücudu gerilmiş, yüzü şaşkınlıkla
 kasılmıştı. Keşke kız adını yanlış hatırlasa, onu, evi, şehri
 karıştırmış olsa, tahmin ettiği kişi olmasaydı. Çekinerek sordu: "Peki
 sen kimsin?"
 "Ben Defne, İstanbul'dan. Ömer benden bahsetmiştir," diye ekledi sesi
 şevkle dalgalanarak. "Amerika'ya geldiğimi bilmiyor. Ona sürpriz
 yapacağım. Evde mi?"
 Abed bir dolu yalan uydurmaya çalışarak yutkundu, sonra tek bir yalan
 bile bulamayarak tekrar yutkundu. İşte o sırada kızın elindeki hediye
 kutusunu fark etti. İstanbul'dan şekerleme gibi bir şey getirmişti.
 Bunun tanıdık bir tatlı olup olmadığını düşünmekten alamadı kendini. O
 ter dökerek öylece dururken Defne havadaki uğursuzluğu sezerek tedirgin
 bir bakış attı, sonra bavulu mutfağın ortasında bırakıp ağır,
 sendeleyen adnnlarla oturma odasına doğru ilerledi ve içeride
 gümbürdeyen kalabalığı görüp donakaldı.
 "Uzun süreli bellek kaybından mı mustaripsin?"
 Ömer divanın üzerinde sallanmaya devam ederek orkestrasına bağırdı:
 Hatırlamıyorum! Sarsak, uzun vücudu divanın üzerinde bir o yana bir bu
 yana savrulurken bakışları da savruldu ve derken mutfak kapısında bir
 kutu kestane şekerine çakıldı. Tatlıya hiç düşkün değildi ama severek
 yediği tek tatlı buydu İstanbul'dayken. Biraz zorlanarak bakışlarını
 kutudan alıp kutuyu tutan kadına çevirdi.
 Hatırladı.
 Bundan sonra olanlar her izleyicinin belleğinde biraz farklı kalacaktı.
 Alegre sonradan Gail'in dışarı çıktığını hatırlayacaktı mesela, ama
 Piyu'nun kayıtlarında koşarak kaçan kişi Defne'ydi. Hem Abed'e hem de
 Piyu'ya göre, bu vakanın ardından Ömer panik halinde divandan inmiş,
 Defne'ye doğru sendelemiş ama sonra Gail'e hamle etmiş, iki kadını
 tümüyle farklı şeylere ikna etmeye çalışmış
 282
 ama başarılı olamamıştı. Abed, Ömer'in içine düştüğü çamurda çırpınırken
 bir noktada Gail'le Türkçe, Defne'yle İngilizce konuştuğunu
 iddia edecekti.
 Ömer kendi açısından bu iddiaların hiçbirine itiraz edecek halde
 değildi çünkü bu talihsiz deneyimden aklında sadece tek bir görüntü
 kalmıştı: kestane şekeri kutusu ve üzerine süslü harflerle yazılmış
 müessese ismi: Demdenkaçaroğulları.
 "Yazıklar olsun Arroz!" diye azarladı Abed. "Sana da yazıklar olsun
 Sefior Piyu. Zavallı kızın kestanelerini nasıl yersiniz?"
 Parti bitmiş, insanlar gitmişlerdi. Alegre artanları hayır kurumuna
 götürmüş, Debra Ellen Thompson dükkâna dönmüş, Gail ortalıktan
 kaybolmuştu. Ömer baş başa konuşmak için Defne'yle birlikte dışarı
 çıkmış ama kısa süre sonra tek başına ve sıkkın geri dönmüştü.
 "Neden bana yazıklar olacakmış?" diye itiraz etti Piyu. "Esas ona
 yazıklar olsun!"
 "Bak bunda haklısın!" diye atıldı Abed. "Sana yazıklar olsun Omar,
 evimizin uzun bacaklı yürüyen yüz karası! Rezil leylek!"
 Ömer onlara kırgın kırgın bakarken dudakları çizgi haline gelmişti.
 "İstanbullu kız arkadaşın ne dedi?" diye merakla sordu Piyu, kestane
 şekerlerini masanın öbür tarafına, Arroz'dan uzağa koyarak.
 "Eski kız arkadaşım," diye düzeltti Ömer huzursuzca.
 "Ya tabii! Tek mesele kendisi bunu bilmiyordu," diye takıldı Abed.
 "Bana iyi dileklerini sundu, hayatta mutluluklar diledi," diye
 homurdandı Ömer.
 "Bir kadın tarafından lanetlenmek felakettir," dedi batini mesajı
 çabucak kavrayan Abed. "Bir erkek seni mahvetmeye yemin ettiyse, merak
 etme, gece vur kafayı uyu ama bir kadın seni mahvet-
 283
 meye yemin ettiyse sakın gözünü kırpma."
 "Gail ne dedi?" diye sordu Piyu, Arroz'un peşi sıra gittiği kestane
 şekerlerinin yerini tekrar değiştirerek.
 "Fazla bir şey söylemedi. Kızacağından ya da incineceğinden korktum.
 Ama onun hisleri için endişe etmememi, anlayabildiğini söyledi.
 Hepimizin geçmişi var, dedi." Ömer bir açıklama beklentisiyle
 arkadaşlarına döndü. "Biraz tuhaf bir tepki değil mi sizce?"
 "Tuhaf mıV diye gakladı Abed, parlak siyah gözlerini havaya kaldırıp,
 mutfaktaki bir dinleyici kitlesine hitap eder gibi sesini yükselterek.
 "Dostumuz Ömer demin Gail'in tuhaf olduğunu mu söyledi?"
 Gülüştüler, Ömer kaşlarını çattı. Bunu takip eden boşlukta Ar-roz
 nihayet kutudan bir kestane şekeri çalmayı başardı.
 284
 Gösterileni Olmayan Gösteren
 Yeni evlilerin nerede oturacağı konusu hiç mesele edilmemişti. Bu
 evliliği artık hayatın bir gerçeği olarak kabul etmiş bulunan Abed' le
 Piyu, Gail'in de buraya taşınacağını peşinen kabul etmişlerdi.
 Dolayısıyla çiftin cılız gelirleriyle bir ev aradıklarını öğrenince
 itirazları samimiydi. En azından bir müddet aynı evde oturmayı teklif
 ettiler. İkinci kattaki diğer oda o kadar geniş değildi belki ama
 Gail'in kullanabileceği ekstra bir yerdi. Davis Meydanı'ndaki çok
 sevdiği tuğla ev kadar cazip değildi ama baharda ya da yazın oraya
 taşınmaya hazır olana kadar hiç de fena bir mekân sayılmazdı burası.
 Perşembe sabahı Debra Ellen Thompson, Gail'i Pearl Sokağı 8 numaraya
 getirdi, ikisi tıslayan, dördü son derece sessiz altı kutuyla beraber.
 Bütün kutular içeri taşınıp mutfağa yığıldıktan sonra Cherokee jip
 çivit mavisi bir telaşla vınlayıp gitti.
 Gail küçük odayı görmek için yukarı çıktığında, ev arkadaşları
 kutuların, özellikle de tıslayanların içindekilerden endişe duyarak
 mutfakta beklediler. Bu işten en çok rahatsız olması beklenen dördüncü
 ev arkadaşıysa etrafta kayıtsızca dolanıyor, kutuları koklamaya bile
 zahmet etmiyordu. İki kutu nihayet açılıp West ile The Rest sarsılmış,
 korkudan kasılmış, tüyleri dik dik yabanileşmiş vaziyette dışarı
 çıktığında da Arroz'un kayıtsızlığında bir değişme olmadı.
 İki tüy topu dışarı çıkarken Piyu, belki saldırmaya filan kalkışır diye
 Arroz'un tasmasını sıkı sıkı tutmuştu. On saniye sonra Arroz'u
 bırakmış, iki kediyi zaptetmeye uğraşıyordu. Gail'le Ömer kaba kuvvet
 kullanarak West ile The Rest'i tekrar kutularına tıkıp yukarı
 taşıdılar; bu arada Piyu, Arroz'un kanayan burnuyla uğraşıyordu.
 285
 lar ve içeriği ya da işlevi şaibeli düzinelerce eşya dışarı
 çıkarıldığında Gail'in varlığı, Abed'i dehşete garkederek banyodan
 başlayarak bütün eve yayıldı. İki saat sonra, alışverişten dönerken
 yolda kapıldığı yeni bir alerji nöbetiyle banyoya koşunca Abed'in
 karşılaştığı dönüşüm öyle büyüktü ki neredeyse burnunu bile unutacaktı.
 Aromaterapi esansları, yağlar, banyo tuzları, bitki sabunları... Abed
 banyoda yabancı maddeler görmeye alışıktı ama Ömer'in kız
 arkadaşlarının hiçbiri koca bir dükkânı yanında getirmeye cüret
 etmemişti daha önce.
 Klozetin yanında kocaman bir sepet konmuş, içine kitaplar, dergiler ve
 fotokopi makaleler doldurulmuştu. Yığının içinde Dada Manifestosu'nu,
 Kadın Jouissance'ının Sessizliği başlıklı bir fotokopi makaleyi,
 Dorothy Parker'ın şiirlerini, Parya Olarak Yahudi: Modern Çağda Yahudi
 Kimliği ve Siyaseti'nı ve hemen altında "Çünkü Ne Yaptıklarını
 Bilmiyorlar / Zizek" başlıklı bir kitap gördü Abed. Kitabın içeriğinin
 başlığından daha anlaşılır olacağını umarak birkaç sayfasını
 karıştırdı: "Klasik Efendinin otoritesi belli bir S fin, gösterilensizgösterenin.
 sözün edimsel işleyişini cisimleş-tiren özgöndergesel
 gösterenin otoritesidir." Abed oflayarak bir başka bölüme göz attı.
 "...saf biçimin yüzeyinde yeterince ilerlersek, biçimi kirleten biçimsel-
 olrnayan bir keyif 'lekesi' ile karşılaşırız; tam da 'patolojik'
 keyfin reddi, belli bir artı-keyif yaratır." Abed kitabı kapadı.
 Çok geçmeden banyonun sadece bir başlangıç olduğu ortaya çıkacaktı. Bir
 solukta... bir fırtınayla... bütün ev topyekûn istilaya uğramıştı, Gail
 her yerdeydi. İstilası eşyalardan ziyade kokularla kendini belli
 ediyordu. Günün farklı saatlerinde farklı tütsü er yakıyordu. Peari
 Sokağı 8 numara sabahlan yasemin, akşamlan sandal ağacı, geceleri
 hanımeli kokuyordu. Dolunayda selvi kabusu, aysız gecelerde biberiye
 yakıyordu. Hafta sonlan da ev köri k oku-yordu ama bunun sebebi
 Alegre'yi sinir ederek pişirmekte direttiği nebatobur yiyeceklerdi.
 Temelde tahıl ve sebzeyle besler en West'le
 286
 The Rest en çok bu yemekleri seviyorlardı. Bu yüzden bu iki kedinin,
 hem bireysel hem de toplumsal seviyede saldırganlığın yeme
 alışkanlığımızın doğrudan bir sonucu olduğu ve et yemeyi bırakırsak
 hepimizin barışçıl varlıklar olacağı yolundaki nebatobur imanının canlı
 karşı-kanıtları olduğunu düşünüyorlardı Abed'le Piyu.
 Ama geriye dönüp bakıldığında, Gail'in varlığını iyice çarpıcı kılan
 kitaplan, deniz kabukları, hatta kokularından ziyade etrafa saçtığı
 kelimelerdi. Bu sözler vasıtasıyla iğneliyor, dürtüklüyor, taşlıyor,
 durmadan çarmıha geriyordu yeni ev arkadaşlannı, fütursuzca atıyordu
 sözel kurşunlarını, zerre dikkat gözetmeden, sanki Siyaseten Doğruculuk
 akımı ABD'de hız kazandığı sıralarda o bir yerlerde uyuyakalmış da bu
 akımdan hiç haberdar olmamıştı.
 Abed'le Piyu bu konuyu aralannda hiç konuşmamışlardı ama
 arkadaşlıklarının başlangıcında, dini arkaplanlarına göndennede bulunan
 yıpratıcı bir soruya ya da önyargılı bir yoruma karşı ikisinin de
 tetikte beklediği dönemler olmuştu. Bir Katolik'in İslam'a
 yöneltebileceği olası itirazlar ya da sorular defalarca geçmişti
 Abed'in kafasından ve Piyu bunlardan birini dile getirirse diye hazırda
 beklettiği cevaplar vardı. Aynı şekilde Piyu da bir Müslüman'ın
 Hıristiyanlık aleyhine söyleyebileceği şeylere kafa yorup cevaplarını
 hazırlamıştı. Zamanla bu cevapların hiçbirine gerek olmadığı ortaya
 çıkmıştı çünkü Abed de Piyu da bibirlerinin dinine son derece
 saygılıydı. Ne var ki son zamanlarda bu uyumlu beraberlik fena
 sarsılmıştı, başta sandıkları gibi komşu tek tanrılı dinden gelen
 bezdirici sorular ve dikenli yorumlarla değil, iki tarafa da aynı anda
 taşlar yağdıran Gail adındaki bu kafir mancınığın attığı taşlarla.
 Sadece söylediği şeyler değil söyleme tarzı da sorunluydu. Bazen Gail
 evi paylaştığı üç kişiden hiçbirinin anadilinin İngilizce olmadığını
 unutmuş görünüyordu.
 "Tavırlarını değiştirmeyi hiç düşündün mü Gail?" "Şaşı feleğin yükünü
 sırtımdan atana kadar değil." Her geçen gün Abed, Piyu ve Ömer onun
 jargonunu kuru bir süngerin suyu emmesi gibi emiyordu. Ondan kaptıkları
 argoyu, deyimleri, ilk kez duydukları ifadeleri ceplerine tıkıştırıyor,
 evden dı-
 2S7
 .^.ı yı.vu> Y.-vLiUi. uu j'^jii ^alemciı^ıc K.aymuya neves eaen Dir
 çocuk gibi bu yeni kelimeleri hemen kullanmaya çalışıyorlardı.
 İşte Gail'in evdeki varlığı ana hatlarıyla böyleydi. İkinci kattaki iki
 odadaki varlığının neye benzediğiniyse ne Abed ne de Piyu biliyordu
 çünkü içeri girmekten kaçınıyorlardı. Evlendikten sonra Ömer'in odası
 tecavüz etmek istemedikleri mahrem bir alan haline gelmişti. Oraya
 girmeleri için haftalar geçmesi gerekecekti. Nihayet girdiklerinde de
 oda o kadar değişmişti ki eskiden neye benzediğini hatırlayamamışlardı.
 Duvara posterler, resimler ve çizimlerin arasına boydan boya devasa
 harflerle şu yazılmıştı: Rahatı Yerinde Olanları Rahatsız Et,
 Rahatsızları Rahatlat. Abed'le Piyu zaten bu odada kendilerini öyle ya
 da böyle rahatsız hissediyorlardı. Burası artık evin geri kalanıyla
 bağlantılı değildi; sadece Gail'in eşyaları yüzünden değil, evli bir
 çiftin yatak odası olduğu için. Yatağa veya mahremiyeti olan herhangi
 bir şeye bakmamak için pürdikkat duvarlara yoğunlaşmışlardı.
 "Bu bir aşk tılsımı," dedi Ömer onların ilgisini görünce. Odada yalnız
 başına tezinin ikinci bölümü üzerinde çalışıyordu. "Yan duran bir
 Tanrıça işareti ve tepetaklak duran bir Tanrı işareti var."
 Tanrı'nın nerede Tanrıça'nın ne cehennemde olduğunu görmeye çalışmaktan
 ilk Abed vazgeçti. Sonraki simgeye geçti.
 "Oradaki poster de İlham Perilerinin Yıldızı. Dişi ruhlar hep dokuzlu
 gruplar oluşturmuş. Klasik Yunanlıların ilham perileri, İskandinav
 tanrılarını yaratan dokuz ay bakiresi," dedi Ömer şen şakrak, Gail'den
 öğrendiği ve ne yapacağını pek bilemediği bu malumatı onlarla
 paylaşmaktan memnun. "Ortaçağ batıl inançlarında bunlara basan
 denirmiş, ormanlarda yaşar uyuyan adamların üzerine abanıp nefeslerini
 boğar, konuşma güçlerini ellerinden alırlar-mış. Kara-basan lafı da
 oradan geliyor!"
 "Evlendiğin kadının şiarı bu işte! Erkeklerin nefeslerini boğmak,
 konuşma güçlerini ellerinden almak!"
 "Bu gamalı haçın burada ne işi var?" diye araya girdi Piyu.
 "Piyu çok lo-go-santrik-sin," diye atıldı Abed. "Bu kadar iflah olmaz
 bir lo-go-santrik, üstüne üstlük defal-lo-santrik olmasaydın
 288
 bu gamalı haça bambaşka gözlerle bakabilirdin. Bahse girerim bir
 yerlerinde gizli bir Tannça vardır."
 Piyu güldü. Bütün öğleden sonra uyuyormuş numarası yaparak yattığı
 pufun üzerinden çaktırmadan onları seyreden West ayağa kalkıp bu
 espiriyi paylaşmak ister gibi yanlarına geldi. The Rest de hemen peşine
 takıldı. İnsanı kendi vücut kokularından şüpheye düşüren o
 işkillendirici tavırla, ikisi birlikte Piyu'nun çoraplarını kokladılar.
 "Aslında bu bir gamalı haç," diye içtenlikle açıkladı Ömer. "Ama Roma
 Gamalı Haçı. Gail bunu yere diz çökmüş kollarını da ibadet ederken
 havaya kaldırmış bir adama benzettiği için seviyor..."
 "Ya, demedim mi?" diye gakladı Abed.
 West onlara olan ilgisini kaybetti, The Rest zaten baştan beri
 ilgilenmemişti. İkili usulca geri döndü. Son zamanlarda Arroz'u etrafta
 görmek zordu. Zamanının çoğunu üçüncü katta, Piyu'nun yatağı altında
 kıpırdamadan geçirme huyunu geliştirmişti.
 "Evet, ama Gail bu şeklin M.Ö. 10.000'den beri dini bir simge olarak
 kullanıldığını söylüyor. Hindistan'daki en eski paralarda, Japon, Çin,
 Küçük Asya, İran, Yunanistan, Britanya, İskandinavya hatta İzlanda
 resimlerinde görülüyormuş. Naziler gamalı haçın sahibi değil yani.
 Hitler bunu saf bir Aryan işareti olduğu zannıyla almış. Gail bu
 sembolü onlardan geri almamız gerektiğine inanıyor," dedi Ömer
 coşkuyla, belli ki kendi konuşması ona ilham vermişti.
 İşte Piyu tam o anda düşünceli düşünceli mırıldandı: "Hadi dostum,
 gidelim!" Bizim de seni ondan geri almamız gerekiyor der-cesine.
 "Hadi dostum, gidelim!" sıradan bir ifade değildir. Bir nevi erkekçe
 kökenlere dönüş çağrısı - bîr kadına kendini fazlaca kaptırmış evli
 biraderlerine bekâr erkeklerin verdiği bir sürü alarm işaretinden biri.
 *
 289
 "Çok özür dilerim geciktim," dedi Alegre soluk soluğa.
 "Önemli değil Alegre, yeni başlamıştık zaten." Connie dairedeki herkesi
 gülüşüne dahil ederek çepeçevre gülümsedi. Gözleri Debra Ellen
 Thompson'ınkilerle karşılaştığında bir dikenli bakış yakaladı ama
 görmezden gelmeyi tercih etti. "Amy bize, Debra'nm geçen haftaki
 günlüğünü gördüğünde ne hissettiğini anlatıyordu."
 "Debra'nın günlüğünü gördüğümde, bu hafta sonu yediği şeyleri
 gördüğümde üzüldüm ve kızdım..." dedi Amy şevkle. "Sah gününe bakın. En
 iyi arkadaşı Gail evleniyor, bu özel günde ne yemesi beklenir? Hamur
 işleri, tatlılar, güzel yiyecekler, en azından düğün pastasından bir
 dilim. Yemiş mi? Yememiş. Çikolata ve muz yemediğini biliyorduk, buna
 bir de düğün pastası eklendi. Neden? Bence protesto. Zihninde bütün bu
 yemekler şu meşhur en iyi arkadaşıyla ilintili, hem ben onun sadece
 arkadaşı olduğundan da şüpheliyim. Maureen'in kocasının Maureen'in
 kendisi olmasını engellediği gibi bu Gail de Debra'nın kendisi olmasını
 engelliyor."
 "Ya sen Alegre?" diye sordu Connie arkasına yaslanıp kollarını
 kavuşturarak. "Sence yemek yememek bir şeyleri protesto etmenin
 göstergesi olabilir mi?"
 Alegre'nin yüzü bakışların ağırlığı altında soldu. Kimseye bakmamak
 için gözlerini odaklayacak bir şey aradı ve Connie'nin kolyesinde karar
 kıldı. Bakışları kolye ucuna sabitlenmiş, sesi alçak, neredeyse fısıltı
 halinde: "Olabilir belki, emin değilim," dedi.
 Connie ona acıyan bir bakış fırlattı, Amy çileden çıkarak ellerini
 havaya kaldırdı.
 "Ama bildiğim bir şey var," diye kolyeyle konuşmaya devam etti Alegre,
 "İsa'nın öğrettiği gibi, günah işleten ağzımıza giren şeyler değil
 oradan çıkan şeylerdir. Söylediğimiz şeyler yani. Sözlerimiz."
 Connie'nin üst dudağı kasıldı, Amy'nin gözleri kısıldı.
 "Düşüncelerini bizimle paylaştığın için teşekkürler. Günlüğünü de grup
 üyeleriyle paylaşmak ister misin?"
 Alegre, Debra Ellen Thompson'a bakarak ayağa kalktı. O da Alegre'yi
 teşvik edercesine başını salladı usulca. Alegre bir daire çizerek BU
 HAFTANIN YEMEK GÜNLÜĞÜ'nü en son Connie olmak
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 290
 üzere grubun bütün üyelerine dağıttı.
 Pazartesi 21: İşe geldiğimde kararlı ve enerjiktim. Dr. Marc Victor
 Fitzpatrick'in yedi randevusu vardı. Doktor bütün gün aklı bir şeye
 takılmış gibi tuhaf davrandı. Öğleyin hindili sandviç yedim. Akşam evde
 yedim.
 Salı 22: Doktorun gizli bir ilişkisi olduğundan şüpheleniyorum. Karısı
 aradığında ona çok iyi davranıyor ama sonra bütün gün sinirli oluyor.
 Bu koşullar altında ben de sinirleniyorum, iştahım kapanıyor.
 Debra Ellen Thompson, Connie'nin himayeci cephesinde bir dehşet
 çatlağının açıldığını tespit edince gülmemek için kendini zor tuttu.
 Perşembe 24: Nihayet doktorun gizli aşkını öğrendim. Bu sabah büroya
 geldi. Çok genç, daha on dokuzunda. Öpüşerek dışarı çıktılar. Yarım
 saat sonra doktorun karısı arayınca yalan söylemek zo-. runda kaldım.
 Bütün gün bir şey yiyemedim üzüntüden.
 "Yorumlamaya başlayayım mı," diye hevesle bağırdı Amy. "Başlayayım mı?"
 diye tekrar etmek zorunda kaldı çünkü Connie' den uzun bir dakika
 boyunca cevap gelmemişti.
 "Ha evet, lütfen." Connie çabuk toparlanmıştı ama Amy'nin söylediği
 herhangi bir şey üzerinde dikkatini toplayamayacak kadar dağınıktı
 zihni.
 Debra Ellen Thompson ve Alegre ruhlarının nicedir fazlasıyla ihtiyaç
 duyduğu intikamı nihayet Connie'den almış olmanın keyfiyle muzipçe
 birbirlerini-süzdüler.
 291
 Bir Cehennem Tasviri
 "Abed, sana bir şey sorabilir miyim?"
 Gail onu mutfakta, cızırdayan tavaya odaklanmış, cuma olduğu halde aile
 boyu güzel-pazar kahvaltılarından birini hazırlarken yakalamıştı. "Bana
 İslam'daki cehennem tasvirlerini anlatabilir misin?"
 "Buyrun! Gitti cehennemi sordu! Yahu neden hep solucanları, alevleri,
 ezayı öğrenmek istiyorsun Gail? Tuzu uzatsana!" Abed hoşnutsuzlukla
 başını iki yana salladı ve bu hareketi biraz uzun tuttuğundan yumurtaya
 fazla tuz koymuş oldu. "Cennetin nesi var, yeterince ilginç gelmiyor mu
 sana cennet?" diye çıkıştı boğuk bir sesle, bir yandan da iki küçük
 bardağa dikkatle nane çayı döküyordu. Bu evde bir tek o aynı anda hem
 sesini sert, hem hareketlerini candan kılmaya muktedirdi. Üstelik
 sabahlan en iyi nane-çayı-arkada-şı olması sebebiyle Gail'i takdir
 etmiyor da değildi. Onun çay bardağını dünyanın en kıymetli şeyi gibi
 iki avucunun arasında tuttuğunu görünce yumuşadı. Tekrar konuşmaya
 başladığında sesi gibi bakışları da yumuşamıştı.
 "Nasıl olur da Tanrı'ya inanmazsın? Zındık Omar'ın inançla mi-nançla
 alakası olmaması anlaşılır bir şey. Ama sen öyle değilsin. Yaradılışın
 gizemiyle, öte dünyayla ilgilisin..."
 Gail tembel tembel esnedi. Esnemesi bittiğinde "Ama ben Tanrı'ya
 inanıyoruml" dedi neredeyse bağırarak. "Tanrı'nın merkezi her yerde,
 çeperi hiçbir yerde olan bir çember teşkil ettiğine inanıyorum, çok çok
 eskiden bir simyacı filozofun dediği gibi."
 "O filozofu bilmem ben..." diye homurdanmaya başlamıştı ki Abed,
 Ömer'in üzerinde pijama, her zamanki sabah sersemliğiyle
 292
 içeri girdiğini gördü ve boş çıkacağını bildiği bir dayanışma umuduyla
 ona döndü. "Omar dostum, şu çatlak karına Tanrı'nın onun sınırlı, fani
 beyniyle ölçebileceği geometrik bir şekil olmadığını söyle lütfen."
 "Çeper... geometri... Siz nasıl olup da yataktan kalkar kalkmaz bu
 kelimeleri sarfedecek enerjiyi buluyorsunuz da ben bulamıyorum?" diye
 sordu Ömer'in mayışık gözleri.
 Ama Gail ısrarlıydı. Tavada cızırdayan dört yumurtanın üzerine
 gölgesini düşürerek Abed'i mutfakta yeni sorularla takip etti. O
 dördüncü yumurtayı oraya kırdığı için Gail'in yumurta yemediğini
 unutmuş olmakla suçlanamazdı Abed çünkü ilk andan itibaren buna
 inanmayı reddetmişti. Bir insanın kendi özgür iradesiyle, kahvaltıda
 iyi pişmiş yumurta yemeyi reddedebileceği ihtimalini aklı almazdı.
 "En azından şu kitaplarla ilgili şeyi tekrar anlat," diye yalvardı
 Gail.
 "Peki, tamam! Sana kitaplarla ilgili şeyi anlatayım," dedi Abed teslim
 olarak. "Kuran-ı Kerim'e göre kitabı sağ eline verilen Cennette yüksek
 bir bahçede, meyveler ve nimetler arasında saadet yaşayacak. Ama kitabı
 sol eline verilen Cehennem ateşinde yanacak. Sabahları benden
 'Günaydın' yerine duymak istediğin bu mu yani?"
 Gail onun sözlerini tekrarlarken Ömer'in dirseğini tuttu: "Kitabı sol
 eline verilen. Sence de lirik değil mi?"
 "Lirik... şiirsel... Siz nasıl olup da yataktan kalkar kalkmaz bu
 kelimeleri sarfedecek enerjiyi buluyorsunuz da ben bulamıyorum?"
 standart bakışı geldi cevaben.
 İşte Ömer en çok böyle zamanlarda özlem duyuyordu eskilerde kalmış o
 koyu renklij sıcak sevgilisine. Neredeyse bir yıl olmuştu, ara sıra
 bir-iki... belki biraz daha fazla sigara tüttürse de kahve ve alkolsüz
 geçen bu süre tam bir cehennem olmuştu. Onları nane çayı muhabbetlerini
 yudumlar vaziyette bırakıp her adımda bir fincan kahve arzulayarak
 merdivenleri çıktı. Odasına dönünce ilk iş denizci mavisi broşürdeki
 numarayı aradı, otomatik kadının sigarayı bırakmak için verdiği on
 ipucunu dinlemeye başladı ama ancak
 293
 dördüncüye kadar tahammül edebildi. Telefonu kapattı. Sonra annesini
 aradı.
 "Hâlâ yağmur yağıyor mu?" diye sordu annesi. "Yıldırım çarpmasından
 altı kişi ölmüş, bir sürü de yaralı varmış."
 "Son günlerde biraz fazla yağdı." Ömer aniden nasıl olup da hiç saat
 takmadığını merak etmiş gibi sol bileğine baktı kös kös. "Ama ben
 iyiyim, merak etme, ev sıcak... ve... kuru... bir de anne, ben
 evlendim."
 II ti
 Annesi ağladı. Kapatır kapatmaz Ömer bir sigara yaktı. Walk-maninde
 Elvis Costello'nun şarkısı çalıyordu: "Home isn't where it used to be.
 Home is anywhere you hang your head." (Evin bıraktığın yer değil, ipini
 sallandırmak için seçtiğin yerdir ev.)
 Annesi mesele değildi. Kahve ya da içmeden edemediği şu sigara, hatta
 Elvis Costello da değildi. Mesele Gail'di.
 Geçmişte pek çok kereler, son zamanlarda da gittikçe artan bir sıklıkla
 gözlerinin önünde hüzne kapıldığını görmüştü Gail'in. Böylesi
 zamanlarda aşırı hassaslaşıyordu. Dangalak bir siyasetçinin dangalak
 bir lafı, dünyanın bir yerinde sivillerin öldürülmesi, pencerenin
 önündeki ölü bir serçe... kalbini burkuyor, onu derin bir eleme
 sevkediyordu. İlk başlarda Ömer, hüznünü kontrol ettiği müddetçe
 endişelenecek bir şey olmadığını düşünmüştü. Ama zamanla bunu kontrol
 edemediğini fark etti. Ne zaman onu neşelendirmeye çalışsa bir duvara
 tosluyordu, arkasında bir oyuk, bir in, kendini kötü hissettiğinde
 çekildiği bir penah vardı bu duvarın ve oradan çıktığında daha da beter
 oluyordu. İşte Ömer'i her şeyden çok korkutan o saklı yerdi çünkü Gail
 bir kere oraya yuvarlandı mı peşinden içeri girmenin ya da onu dışarı
 çekmenin bir yolu olmadığını öğrenmişti artık. Onu daha da
 endişelendiren o meçhul mekânın kapalı oimaması, başka bir alana,
 varoluşsal bir yeraltı dünyasına açılan bir kapı olması korkusuydu.
 Geçmişin zehiriyle yüklü ve esrik, dipsiz bir azapla düşüyordu Hades'in
 derinliklerine Gail. Oradan geri geldiğinde ise tam tersine öyle
 enerjik ve cüretkâr oluyordu ki, son birkaç gündür ne halde olduğunu
 kimseler tahmin edemezdi.
 294
 Gail'in yeraltı dünyasına ziyaretleri çoğaldıkça Ömer ona belli etmeden
 onu korumanın yollarını bulmaya çabalıyordu. Davis Meydam'ndaki kendine
 ait bir avlusu olan ve Gail'in kalbini ilk bakışta kazanan şu tuğla
 evlerden birine taşınırlarsa ona iyi geleceğini umuyordu. Evin kirasını
 karşılayamayacaklarını biliyordu ama annesi artık evlendiğini öğrendiği
 için, ilk şokun ardından ailesinin ona para göndereceğinden emindi.
 Annesi, evlendiği için hayal kırıklığına uğramış olabilirdi ama iş
 işten geçtiğine göre onun mahcup duruma düşecek kadar parasız kalmasını
 istemezdi. Onlara evlendiğini söylemek Ömer'e daha fazla para
 getirecekti ama New-toncu evlilik kuramına açıktan açığa ihanet
 anlamına geliyordu. Bu yaz ailesi İstanbul'da Gail'le tanışmak
 isteyecekti kuşkusuz.
 Yastık Sohbeti
 Numarası 12-G, adı Yastık Solıbeti'ydi Piyu'nun yanaklarını kaplayan
 rengin, bu evde sadece Abed'e anlatabileceği bir sırrı açmak için onun
 odasına damladığında.
 "Mesele Alegre'yle ben. Biliyorsun uzun zamandır birlikteyiz..." dedi
 Piyu gözlerini önlerinde açık duran kitaba dikerek: Moleküler
 Bioinfornıatikte Gelişimler. "Onu çok seviyorum. Ama onunla..." Piyu
 gözlerini kapadı ve cümlesini bitirene kadar açmadı: "...yatamıyorum."
 "Hiç mi?"
 "Hiç."
 "Ya, ya ya," diye tekrarladı Abed, aynı heceyi her seferinde başka
 telaffuz ederek.
 "Bu konuda bir Fas atasözü yok mu?" Piyu bu zorlu konuşmayı daha rahat
 bir mecraya sokmaya çalışıyordu.
 "Aklıma bir tane geliyor. Kabaca şöyle tercüme edilebilir, 'kadınlarla
 çok yatmak insanı kör eder'. Ama bir tane daha var: 'kadınlarla hiç
 yatmazsan gözün hiç görmez.'"
 Piyu laf olsun diye başını salladı.
 "Atasözleri ferasetlidir," dedi Abed kendi kendine destek çıkarak.
 "Onları küçük görüyoruz çünkü hayatlarımızın çok karmaşık,
 atasözlerinin ise çok basit olduğunu zannediyoruz. Günümüz modern
 dünyasında her şeyi olabildiğince karmaşıklaştırmak moda. Ama
 atasözleri safı bilgeliktir. Saf ve sarih. Senin meselene gelince..."
 Abed metanetle gömleğinin kollarını kıvırdı ve kararlılığını
 katmerleyerek çenesindeki gamzeyi kaşıdı. "... mesaj çok açık. Aşırıya
 kaçmak iyi değildir. Bir orta yol olmalı. Hiç yatmamak aşırılık."
 296
 "Belki de haklısın," dedi Piyu çaresizlikle omuzlannı düşürerek. "Belki
 sonuçlarından korkuyorum. Ama kendim için değil. Alegre için
 endişeleniyorum. Onunla evlenmek istiyorum ama onun için en uygun erkek
 ben değilsem ne olacak?"
 "Bu konuya kafayı takma. Kadınlar kendilerine en uygun erkekle
 evlenmez." Abed ağır ve ciddi bir edayla başını kaldırdı. "En uygun
 erkeğe âşık olur, sıradaki ikinci erkekle evlenirler."
 Ama bu saptama Piyu'nun kaygılarını dindirmedi. Aklı karışmış ve
 sinirleri bozulmuş bir halde gözlüğünü geri itti: "Sence aşkla...
 cinsellik arasında doğrudan bir bağlantı var mıdır?"
 "Tabii. Bunu anlatan bir atasözümüz daha var Fas'ta. Biraz muzır ama.
 Bir kadın bir erkeğe âşıksa ona kapının deliğinden bile verir, derler."
 "Peki ya sen? Nasıl hem bu orta yolu savunuyorsun hem de Amerika'da hiç
 kız arkadaşın yok hâlâ?"
 "Kız arkadaş mı?" diye yineledi Abed düşünceli düşünceli. Bir an hem
 Piyu'ya hem de kendine çamaşırhanede gördüğü bir kadına duyduğu ilgiyi
 itiraf etmeyi düşündü - anası yaşında bir kadın. Kadının gözlerine
 baktığında onu irkilten arzusunun aşikârlığıydı. Arzusunu sözler ya da
 gülüşlerin şerbetine bulamaya uğraşmıyordu. Saf ve apaçıktı arzusu.
 Saf, apaçık ve ürkütücü. Her karşılaştıklarında Abed onun bakışlarından
 gözlerini kaçırmak ile ona karşılık vermek arasında bocalıyordu.
 "Biliyorsun, şimdiye kadar benim için tek bir kadın vardı. Safıye'yi
 beklemeyi tercih ediyordum. Onun da aynı şeyi yapacağını
 düşünüyordum..."
 "Neden geçmiş zamanda konuşuyorsun?"
 "Dün annem aradı. Safiye evleniyormuş. Bil bakalım damat kim: kuzenim!
 Önümüzdeki yaz muhtemelen evlerine gidip onları tebrik edeceğim.
 Atasözünün dediği gibi: 'göz görmeyince gönül katlanılmış'."
 "Ama o zaman bu atasözü yanlış..."
 "Evet..." Abed'in sesi alçaldı. "Bazen yanılıyorlar..."
 297
 Kendi tüylerini yolmak
 Ebedi Kaşık Sağlayıcısı
 "Neden taşındığınızı hâlâ anlamıyorum," diye sızlandı Piyu, azami
 süratle çalışan mavi üniformalı iki Lübnanlı hamala, bu işin sorumlusu
 onlarmış gibi aksi aksi bakarak.
 "Çocuk filan yapmayı düşünmüyorsunuz değil mi?" diye sordu Abed
 şüpheyle.
 "Çocuk mu? Daha neler," dedi Ömer yüksek sesle, belki gerektiğinden
 yüksek sesle gülerek. Ne de olsa yalan söylüyordu, sadece onlara değil
 kendine de, bu yüzden sesi iki kat yüksek çıkmıştı. Son birkaç haftadır
 çocuk sahibi olmanın nasıl bir şey olacağını düşünürken yakalamıştı
 kendini defalarca. İstemiyordu da, sadece merak ediyordu.
 Bir çocuğun, sevgi, bağlılık ve ihtiyaç ipleriyle Gail'i hayata
 bağlayıp bağlayamayacağını merak ediyordu; başka bağlamda bu karışımdan
 hoşlanmazdı muhtemelen ama çocuğundan gelirse pekâlâ hoşuna
 gidebilirdi. Huzurlu anlarında hokka burunlu, minicik elli, sevimli
 kafasında devasa bir siyah saç çalısı olan bir kız bebek getiriyordu
 Ömer gözlerinin önüne. O bebek kendisinin yapmayı başaramadığı şeyi
 yapabilir, Gail'in içindeki ölüm dürtüsüne hayat üfleyebilirdi.
 İçindeki nihilist, kendini birden kalıbına büründürdüğü gözü
 yükseklerdeki burjuva babayla inceden inceye dalga geçerken, Ömer bu
 yüz krzartıcı ölçüde evrensel ve sıradan özlemi kendine saklıyor, hiç
 kimseyle konuşmuyordu, özellikle de Gail'le.
 "Eee, sarımsak testi yapmaya başladınız mı?" diye sordu Ömer konuyu
 değiştirmek için ama daha sorar sormaz cevaptan korktu. CD'lerini
 paketlememiş olsaydı, aslında bir şarkıyı: Don Allison'ın You Can Be
 Replaced {Yerin Doldurulabilir) şarkısını dinlemek isterdi.
 301
 "Evet, bu sefer internete de başvuru formu koyduk," dedi Piyu.
 "Cevaplar gelmeye başladı bile."
 "Ya?" Ömer'in sesi neşesizleşmişti. "İyi bir aday var mı bari?" "Sadece
 manyaklar," dedi Abed. "Tırlatmışların bizimle ev arkadaşı olmak için
 yarışması raslantı mı acaba yoksa Boston'da doktora yapan bütün
 öğrenciler delilik sınırında mı dolaşıyor?"
 "İçlerinden biri hoşuma gitti ama. Bir kadın, çok güzel. Yoga öğretmeni
 ve bacaklarını bükerek kendini çörek şekline sokabiliyor." Piyu bu son
 kelimeyi söylerken somon rengi olduğundan, herkes "çörek" kelimesinin
 bilmedikleri müstehcen bir anlamı olup olmadığını merak etmişti.
 Öğle yemeğinde sarımsaklı tavuk ve kuskus yediler. Alegre son
 zamanlarda gittikçe daha az yemek pişirir olmuştu. Zamanının çoğunu
 Debra Ellen Thompson'la geçiriyordu. Piyu onun da nebato-bur olmasından
 korkmaya başlamıştı, şimdi de bu korkusunu hatırlayınca inlemekten
 kendini alamadı. Arroz hemen yanında bitip başını Piyu'nun dizine
 dayadı, insanoğlunu teselli etmenin en iyi yolu buydu: onlara hem
 sevildiklerini hem de patron olduklarını hissettirmek. Hem ne de olsa
 Arroz bugün gani gani sevgi temin edebilirdi. Harika bir gün değil
 miydi! Evdeki hayhuyu bayıla bayıla seyrediyordu, özellikle de o burnu
 büyük tüy yumaklarının kutularına konması safhasını. Kediler gitmişti
 nihayet! Gail iki saat önce onlarla birlikte yeni eve gitmişti, oradaki
 hareketlilik başlamadan önce etrafı koklayıp kendilerini yuvalarında
 hissetsinler diye.
 Konuştuklarından da hızlı çalışan Lübnanlı hamallar sayesinde her şey
 bir saat içinde toparlanıp taşınmaya hazır hale gelmişti. Öğleden sonra
 15:08'de ev arkadaşları arabaya binmiş, Dörtnala Nakliyat kamyonunu
 takip ediyorlardı. Davis Meydanı'ndaki bir apartmanın merdivenlerine
 gelene kadar Ömer kulaklığını takıp Dead Kennedys'in Bleed for Me
 {Benim İçin Kana) şarkısını dinlerken Abed'le Piyu pek konuşmadılar.
 Dışarıdan bakınca binanın eski olduğu anlaşılıyordu, içinde de ağır bir
 koku vardı, hoş değildi belki ama kötü de değildi. Binanın kendine has
 ekşi kokusunu, kendine has ekşimsi bir hikâyesi olmasına yormuştu Gail.
 302
 Gail de bu arada evdeydi. Tam olarak belirtmek gerekirse pencere
 pervazında. Diğerlerinin gelmesini beklerken, West ile The Rest'i
 seyredip yeni evi sevip sevmediklerini anlamaya çalışarak geçirmişti
 vaktini biraz; bir ileri bir geri yürüyerek kendisinin evi sevip
 sevmediğini anlamaya çalışmıştı; bir muz, üstüne de İsabanafazladanbirdolarınızolduğunusöyledi
 Kadın nugatı yemişti - başarılı
 koleksiyonlarından biri olmadığını teslim etmeliydi zira Noel'den beri
 pek az müşteri ilgi göstermişti. Belki de valizli evsiz hanımı sütlü
 çikolata yerine pralinden yapmalıydı. Sonraki Noel'de pralini
 deneyecekti. Ama şimdi dışarıdaki sulusepken karı seyretmekten ziyade,
 soğuğun keskinliğini alnında hissedebilmek için cama yaslandığında
 başka, bambaşka bir şey yapmaya karar verdi: ölmeye.
 Arka taraftaki üçüncü odanın pencereleri, komşu binaların çevrelediği
 kuytu, loş bir avluya bakıyordu. Avlunun ortasında yapraklarının çoğunu
 serin yele teslim etmiş bir bodur ağaç vardı. Ama belki de haşin dış
 koşullarla pek alakası yoktu kurumasının, içinden, kendisinden
 kaynaklanan bir şeydi. Bitki onu hüzünlendirdi. Pencereyi açıp vücudunu
 dışarı çekerken kimi bitkilerin de tıpkı kimi insanlar gibi içten içe
 kuruduğuna emindi Gail.
 "Hanımefendi! Hanımefendi! Lütfen aşağı iner misiniz! Hayır, ay ay
 durun! Öteki taraftan, yani merdivenlerden, lütfen merdivenlerden iner
 misiniz?"
 Aşağıda avluda sıska mı sıska yaşlı bir çift duruyordu, ikisinin de
 saçları kısa ak, yanakları al, burunları sivri ve kızarmış. Aslında
 birbirlerine o kadar benziyorlardı ki aynı kıyafetleri giymiş olsalar
 ilk bakışta hangisinin karı hangisinin koca olduğunu anlamak
 zorlaşırdı.
 "Merhaba! Biz yeni komşulannızız da," diye bağırdı Gail, meraklarının
 atış menzilinden kaçamayacağını anladığında.
 "İyi misiniz?" diye bağırdı adam.
 "Bağırmasana kıza," diye bağırdı karısı. "İyi olmadığını görmüyor
 musun?"
 Zil tam zamanında çalıp, Gail'i böyle hayat yoksunu bir çift ta-
 303
 rafından hayata geri döndürülmenin azabından kurtardı. Rahatlayarak
 önce sağ, sonra sol bacağını geri attı, iki büklüm vaziyette kendini
 pervazdan içeri çekti. Ayaklan çıplak, saçında yağmur damlaları kapıyı
 açıp, Abed, Piyu ve Ömer'le arkalarındaki Dörtnala Nakliyat hamallarına
 tatlı tatlı güldü.
 *
 "Arkadaki küçük oda senin gümüş kaşık odan olur," dedi Ömer, herkes
 onlan kutuların arasında bırakıp gittikten sonra. "Sana binlerce gümüş
 kaşık alınz."
 Gail'in sesi gizli bir bilgi verir gibi mahrem bir fısıltıya dönüştü:
 "Bunun için çok para lazım, malum."
 "Bulurum. Olmazsa şık lokantalardan çalarım. Senin ebedi kaşık
 sağlayıcın olurum."
 Ebedi Kaşık Sağlayıcısı. Gail bu ifadeyi sevmişti. Ama beğendiğini
 belirtmek yerine nedense itirazı tercih etti: "Ebedi biraz bat-talbeden
 bir kelime. Beni yarın da seveceğinden nasıl bu kadar emin
 olabilirsin?"
 Ömer kahverengi gözlerinde kederli bir ışıltıyla baktı. "Bunu
 anlayabileceğini sanmıyorum çünkü benim seni sevdiğim gibi sevmiyorsun
 beni," dedi bu sefer ona itiraz etme şansı tanımadan. "İnkâr etme
 lütfen. Doğru bu. Vaziyet böyle. Umarım... günün birinde beni
 şimdikinden daha fazla seversin. Ama sevmesen bile benim sana olan
 aşkım seninkinden bağımsız, egemen bir devlet, biliyorsun!" dedi iyi
 bir siyaset bilimci olarak. "Varolmak için dış yardıma ihtiyacı yok!"
 Sesindeki belli belirsiz titremeyi yakalayan Gail gözlerini kapadı,
 kendini aynı anda hem iyi hem kötü, hem suçlu hem rahatlamış hissetti.
 Ömer'i kendisine çekip şefkatle öptü, şefkat arzuya, arzu tutkuya
 dönüştü. Ömer bıraktı kendini, bıraktı ki sarılsın, kucaklasın, bağrına
 bassın... yok edip yaratsın... yaratıp yok etsin..Kutuların arasında,
 yerde, kedilerin, özellikle de The Rest'in ısrarlı bakışları altında
 sevişmeye başladılar. The Rest önce onlann, sonra
 304
 West'in etrafında halkalar çizmeye başladı, her seferinde reddedildikçe
 asabiyeti ve miyavları arttı. Bir yandan ona kıkır kıkır gülerken, bir
 yandan da bir daha birbirlerinin içine asla böyle nüfuz edemeyeceklermiş
 gibi kederle örülü şizoid bir sevişmeyle tutundular
 birbirlerine.
 "Kediler zil sesi çıkarabilir mi yoksa zil mi çalıyor?" diye fısıldadı
 Ömer, Gail'in kulağına.
 Kapı çalıyordu, hem de ısrarla. The Rest'in çıldırması, kapının
 bangırdaması ve Gail'in sürekli kıkırdaması... bu koşullar altında
 artık sertliğini koruyamayacağı gerçeğini kabul etmek zorunda kalan
 Ömer ayağa kalktı, o karmaşa içinde pantolonunu bulamadı, beline bir
 havlu sarmaya, o da olmadı Gail'in pantolonunu giymeye, o da olmadı
 nihayet kendi pantolonunu bulup kedilerle birlikte kapıyı açmaya koştu.
 Gail bu arada çırılçıplak yerde yatmış kıkırdıyordu.
 "Kimmiş?" diye sordu birkaç dakika sonra.
 "Manyak bir çift!" Ömer geri gelirken başını kaşıyordu. "Bay ve Bayan
 Jones. Bana senin iyi olup olmadığını sordular. Onları tanıyor musun?"
 "Ben mi? Hayır!" dedi Gail hâlâ etrafında dolaşan kedilere göz kırpıp,
 Ömer'i tekrar yere çekerken.
 *
 Evdeki ilk iki hafta harikaydı. Kısmen her yeni evdeki ilk iki hafta
 harika olduğundan, kısmen de bir süre ev arkadaşlarıyla yaşadıktan
 sonra kendilerini içinde buldukları bu kan kocalık kapsülünün ne kadar
 rahat ve utanmazca seksi olduğunu keşfettiklerinden. On ay boyunca Abed
 ve Piyu'yla yaşamanın mutluluk ve keyif veren yönleri olmuştu kuşkusuz
 ama ağırlığını ve çapını daha yeni fark ettikleri bir dizi kısıtlama da
 getirmişti onlara. İstediğini pişirmenin, daha az kuskus yemenin,
 geceleri korku filmi çığlıkları duymamanın, giysilerden hem kedi hem
 köpek tüyü yerine sadece kedi tüyü temizlemenin ve evde, en azından
 teoride, çınlçıplak dolaşma özgür-
 305
 lüğüne kavuşunca... tipik bir burjuva çiftine dönüşmenin dışarıdan
 göründüğü kadar kötü olmadığı sonucuna varmak üzereydiler. Kendilerine
 ait bir eve taşınmak öncelikle desibel özgürlüğü getirmişti onlara -
 yüksek sesle, bangır bangır, kulakları sağır edercesine seslenme,
 inleme, kur yapma ve kavga etme özgürlüğü.
 "Bayan Basu şikâyetçi," dedi Koreli kapıcı bir akşam kapıya dikilip;
 bezgin bir sesi vardı ve "Bu söyleyeceğim şey hiç derdim değil ama yine
 de söyleyeceğim" diye yorumlanabilecek sıkıntılı bir bakışı. Kendisine
 yöneltilecek soruyu hemen tahmin edip, eklemişti: "Bayan Basu yan kapı
 komşunuz."
 Hal böyle olunca kimi özgürlüklerin bastırılması gerekmişti.
 Binanın girişinde her ev için küçük bir posta kutusu vardı ve her
 kutunun üzerindeki minicik kâğıtlara daire sakinlerinin soyadları
 yazılmıştı. Eşitlikçi bir uygulamaya benziyordu ama eşitlikçi bir
 uygulamaya benzeyen çoğu şey gibi sadece yüzeyde öyleydi. Bu sistemin
 kısa soyadlı insanları kayırıp, uzun soyadlı insanları mağdur ettiğini
 savunuyordu Ömer. Komşu Bayan Basu mesela, farkında olmasa da
 imtiyazlılardan biriydi. Nerden bilsin ayrıcalığını? Bilgi sahibi
 olmakla elindekini bilmek arasında tersine bir ilişki vardı. İnsanın ne
 kadar imtiyazlı olduğunu bilebilmesi için öncelikle imtiyazsız olması
 gerekiyordu ama o zaman da paradoksal bir biçimde artık bilinecek bir
 imtiyaz kalmıyordu.
 306
 Porselenlerle Akşam Yemeği
 Oturma odasındaki geniş divanda yan yana oturan, merakla ışıldayan
 todas las tias inciye benzeyen yuvarlak taşlardan yapma bir gerdanlık
 gibi sıraya dizilmiş, aynı yöne bakıyorlardı. Hem gülüşleri hem de
 bakışları Alegre'nin yemeğe getirdiği kızıl saçlı misafire yönelmişti;
 kız hepsinin gülüşlerine teker teker karşılık vermeye çalışarak, bu
 arada sırayı şaşırarak pufun üzerinde kıpırdanıyordu. Sıranın sonunda
 la Tia Piedad oturuyordu. En az o konuşuyor, daha az gülüyor, daha az
 bakıyordu. Her şeyin azını yapsa da iktidarın fazlası ondaydı.
 "Yemek hazır!" Alegre'nin sesi yemek odasından duyuldu, biraz sonra
 kendisi de teşrif edip şeref konuğuna fısıldadı: "Sıkıldın mı?"
 "Hiç sıkılmadım," dedi Debra Ellen Thompson tatlı bir mırıltıyla. Yalan
 da değildi. Bu aile yemeğine davet edildiğine öyle mutluydu ki sıkıntı
 aklının ucundan bile geçmemişti.
 Herkes aynı anda ayağa kalkıp ağır bir konvoy halinde yemek odasına
 yürüdü. Ama biraz sonra bu yürüyüş beklenmedik bir biçimde sekteye
 uğradı ve ön sıralardan fısıltılar yükseldi. Sonra la Tia Piedad'ın
 sesi duyuldu: "Dios Mio!"
 Alegre'nin yüzünde hiç şaşkınlık yoktu. Debra Ellen Thomp-son'ı elinden
 tutup yemek odasına götürdü ve durup, herkesin baktığı şeye baktılar:
 yemek masasına.
 Sarı mumlarla aydınlatılmış, kristal bardaklar, işli peçetelerle ve iki
 başta iki vazo beyaz zambakla süslenmiş yemek masasının üzerinde
 porselen takım duruyordu - 12 pasta tabağı, 12 çorba kâsesi, 12 tatlı
 kâsesi, 3 salata kabı, kapaklı bir güveç, bir çaydanlık.
 307
 un ruiHvc surauısı, iaDaKlar, rıncaniar, tıncan tabakları... hepsi,
 toplam 87 parça bunca seneden sonra kefenlerinden çıkarılıp muntazaman
 masaya yerleştirilmişti. Düzinelerce harika Myosotis Alpetris, şimdi
 caldo de queso, avokado salatası, peynirli enchiladas, kara fasulye ve
 domuz guisadosu doluydu.
 "Alegre hu da ne demek oluyor?" sorusunu sormaktan kendini alamadı la
 Tia Chuta.
 "O kadar uzun zamandır kutularında duruyorlar ki," dedi Alegre gözleri
 heyecanla parlayarak. "Dışarı çıkarıp kullanmanın bundan daha iyi
 olacağım düşündüm. Hem..." la Tia Piedad'a bakmamaya çalışarak
 yutkundu, "bütün takımı birimizin almasındansa böyle daha adil, böylece
 hepimiz kullanabiliriz... diye düşündüm..." "Ama üç beş günde kırılıp
 giderler, hepsi telef olur," dedi la Tia Tuta kaşlannı çatarak.
 Büyük büyük teyzenin buna ne tepki vereceğine duyulan merak bütün
 kaygıların üzerinde olduğundan ortalığa tedirgin bir sessizlik çöktü.
 Neyse ki fazla beklemek zorunda kalmadılar. Usul ama emin adımlarla
 masanın başındaki sandalyesine yürüdü la Tia Piedad, peçetesini açıp,
 kâsedeki çorbaya dudak büktü. "Bu gördüğüm caldo de queso mu? Bu sefer
 iyi yaptın mı bari?" Genç hizmetçi özür dilercesine güldü.
 Todas las tias birer birer iskemlelerine oturdular ve gözle görülür
 ölçüde huzursuz olsalar da ailenin tek bir çizik bile almadan upuzun
 yollardan gelmiş en eski hatırası üzerinde hep beraber yan yana yemek
 yemeye başladılar. Mazinin ta kendisiydi bu, ilişkilerinin her
 veçhesinde kendini gösteren mazi. Başka bir mevzudan bahseder
 göründüklerinde bile hep maziden bahsederlerdi, gelecek zaman bir
 kenarda beklerken İspanyol dilinin bol bol sunduğu geçmiş zaman fiil
 çekimleriyle.
 Las tias'm sözleri ve sesleri porselen takım üzerinde tıngırdar-ken
 Debra Ellen Thompson bu geleneksel, teyzelerle dolu ortamın sıcaklığını
 hissetti, kendini aynı anda hem küçük bir kız hem de yetişkin
 hissediyor, kadınlar arasında olduğuna, kadın olduğuna seviniyordu.
 308
 Gramer Yanlışları
 Rüyalardı son günlerde Ömer'in canını sıkan. Rüyalarında Gail'le
 birlikte, yabancı şehirlerin sokaklarını arşınlıyor, çeşmeli
 meydanlardan, salaş evlerin kuytuluklarından, taşlaşmış yüzlerin
 yanından geçiyor, başı kopmuş mermer heykeller, sakat bedenler
 görüyordu. Bazen rüyanın bir yerlerinde nasıl olduğunu anlayamadan
 Gail'i kaybediyor, korkuyla onu aramaya, aradıkça korkmaya başlıyor,
 daha az evvel beraber geçtikleri sokaklardan şimdi yalnız ve dehşet
 içinde geri dönüyordu. Mart ayının son on günü boyunca ruhunu daraltan
 bu tür rüyalardı, yazması gereken makalelerden, hatta Spi-vack'ı her
 hüsrana uğrattığında işittiği azarlardan daha fazla asabını bozan. Bu
 arada Gail, Ömer'in gece sıkıntılarının pek farkında değil gibiydi. Son
 zamanlarda fazlasıyla faal ve girişken, neşe ve enerji dolu, Ömer'in
 başa çıkamadığı kadar coşkundu gene. Hindu panteonundan yepyeni bitter
 çikolata figürcükler tasarlamıştı. Bir de yaklaşan İstanbul seyahatinin
 ayrıntıları ve hazırlıklarına kaptırmıştı kendini. Böyle zamanlarda
 yorulmazlığı yorucu oluyordu.
 Yolculuğa üç hafta kala, hiç durmadan yağmur yağan bir perşembe günü,
 Ömer Pearl Sokağı 8 numaraya gitti. Bir müddet Abed' in dırdırlarını,
 yeni ev. arkadaşlarının yavanlığından şikâyet edişini dinleyerek avundu
 - İşletme Bölümünde okuyan biriydi Ömer'in eski odasını kiralayan.
 Hırslı bir doktora öğrencisiydi, Dijital Çağda Kârların Artırılması
 üzerine tez yazan. Yeni ev arkadaşının onun yerini tutmadığını duymak
 Ömer'e bir nevi teselli olmuştu. Ama bu akşam onun ihtiyacı daha büyük
 bir teselliydi; o da olmazsa biraz içki.
 "Abed bugün kendimi iyi hissetmiyorum... bir kuyuya atılmış gibiyim..."
 309
 ikisi Davis Meydanı'na çıktıklarında Abed, Ömer'in yürüyüş yapmaktan
 ziyade içmeye niyetlendiğini anlamıştı. Oysa ara ara sigara ve şaibeli
 bazı maddeler içtiği sır olmasa da hastanedeki o cehennemi geceden
 sonra alkolden ve hayrettir kahveden tümüyle uzak durmayı başarmıştı.
 Yürürlerken Ömer, Abed'i rakının diğer içkilerin aksine mideye kötü
 gelmediğine, Abed de Ömer'i yeniden içkiye başlamamaya ikna etmeye
 çalıştı. İkisi de başarısız oldu.
 Martın on akışıydı, Gülen Saksağan gecesi. Bunun ne denli uğursuz bir
 eşik olduğunu çok sonra fark edecekti Ömer, o araftan sonra Gail ondan
 adım adım uzaklaşmıştı.
 O gecenin pek çok kısmı zihninde bulanık kalacaktı, tümüyle silinip
 gidenler de cabası. Bardan geri dönerken hatırladığı yegâne sahneler
 Abed'in saksağanlardan, kendisinin Gail'den, Abed'in yoldan çıkmış
 Müslümanlardan, kendisinin Gail'den, Abed'in örümceklerden, kendisinin
 Gail'den bahsetmesiydi... Abed onu kazasız belasız apartmanına
 soktuktan sonra posta kutularının önünde ne kadar zaman geçirdiğini de
 hatırlayamayacaktı. On sekiz nolu posta kutusu. Bir zamanlar onca
 tanıdık olan soyadı oradaydı işte, dar çerçeveye sığması için harfleri
 sona doğru sıkıştırılmıştı: OZSIPA-HIOGLU. Ani kopuşlarla dolu
 hayatındaki cılız, yegâne süreklilik hissiydi, hayatı boyunca her
 gittiği yere götürmeye, gurur duymaya, hatta oğluna aktarırken daha
 gururlanmaya mecbur olduğu, doğumunda üzerine yapıştırılmış derme çatma
 bir kimlikten ibaretti soyadı, sırf büyük büyük dedelerinden biri ya da
 bürokrasi çarklarının öğütüp tükürdüğü miskin bir memur, uzak bir
 geçmişte, şimdi hiç mi hiç bilinmeyen bir sebeple başka bir harf
 kombinasyonu yerine bunu seçtiği için.
 Çalışkan O gözlüğünü taktı mı olur O; hınzır I yürüyüşe çıkıp başına
 bir şapka geçirdi mi I; afili G saçlarını rüzgâra saldı mı olur Ğ...
 Bu salakça şen şakrak melodiyi en son mırıldandığında yedi yaşlarında
 olmalıydı, İstanbul'da bir ilkokulda eğitimin eğlence olduğuna inanan,
 ne yazık ki zerre kadar mizah duygusuna sahip olmayan bir öğretmenin
 elinde ıstırap çekmekteydi. Alfabeyi öğrenir-
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 310
 lerken, tek tek her harfi kişileştiren şarkılar söylemeye zorlanmıştı
 çocuklar. Alfabenin 29 harften oluştuğunu öğrenmek Ömer için fazlasıyla
 acılı bir keşif olmuştu.
 Yine de yirmi yıl sonra o gece, İstanbul'dan kilometrelerce uzakta zil
 zuma sarhoş ve bitkin vaziyette eve geldiğinde, uzoyla bulanmış
 zihninin bir köşesinden, bu gezegendeki ilk sınıf öğretmeninin gamzeli
 kollarını, etli burnunu, sarkık ağzını geçirirken bulmuştu kendini.
 Öğretmenler, özellikle ilk öğretmenler, Tanrısal işler kotaran
 ölümlülerdir. Daha henüz yaratılmamış olanı sadece onlar yok edebilir.
 Dolmakalemini Gülen Saksağan'da unuttuğunun farkında olmadığı için
 ceplerini yoklamıştı, bulsa isminin noktalarını yerine koyabilecekti.
 Ama artık ne fark ederdi. Noktası olsa da olmasa da böyle bir soyadı
 ayaklarına vurulmuş bir prangadan, bir gezgin için aşırı ağır bir
 yükten başka bir şey değildi. İnsanı bir yere ait olmaya, yerleşmeye,
 takip edilebilir bir geçmiş, bir aile ve adına layık bir gelecek sahibi
 olmaya zorluyordu. Tercih şansı olsa, daha hafif, narin, esnek ve
 portatif, her gittiği yere kolayca taşınabilen bir so-yadına sahip
 olmak isterdi Ömer, Mr. ve Mrs. Brown gibi.
 İstanbul'da lise yıllarında İngilizce dersinde okuduğu ilk kitabın adı
 ingilizce O'ğreniyorum-I'di. Birinci yılın ilk döneminde okutulan ders
 kitabıydı bu. İkinci dönem başka bir kitaba geçmişlerdi, İngilizce
 Öğreniyorum-H ve böyle sürüp gitmişti. Fazla bir ilerleme kaydettikleri
 izlenimi vermiyordu kitaplar; dördüncü ya da beşinci dönemlerde
 öğrenciler ders kitaplarının kapaklannı çizikti-rerek dalga geçmeyebaşlamışlardı,
 Hâlâ İngilizce Öğreniyorum-XIV, Umutsuzca ingilizce
 Öğrenmeye Devam Ediyorum-XXXV. Öğretmenleri bütün dünyada İngilizce
 eğitiminde temelde aynı sistemin kullanıldığını, yine de farklı
 ülkelere uyarlarken her kitapta ufak tefek değişiklikler yapıldığını
 belirtmişti. Diziyi planlayanların niyeti ne olursa olsun, kitapların
 başlık ve içerikleri pek başarılı değildi. İngilizceyi insanın asla tam
 manasıyla keşfedemeyeceği, sadece içinde debelenebileceği bir kaygan
 zemin gibi gösteriyorlardı; insanın dokunabileceği ama asla elinde
 tutamayacağı sabunum-
 311
 su bir yapı. Ne kadar uğraşsan da tutamayacağın senden hızlı bir
 tavşan-dil, ne ulaşabildiğin, ne de ulaşıp ulaşmamayı umursamama
 hakkını koruyabildiğin.
 Yine de, başlıklarının moral bozucu bir biçimde uzayıp gitmesine
 rağmen, başkahramanlar Mr. ve Mrs. Brown'dan başka birileri olsa
 İngilizce Öğreniyorum dizisi çok daha eğlenceli olabilirdi.
 Eğer Türkiye'de nice lise öğrencisi gramere azami dikkat gösterip,
 asgari kelime hazinesiyle geçinen, iğretiliği kemikleşmiş bir İngilizce
 konuşuyorlarsa bunun suçu kısmen de olsa Mr. ve Mrs. Brown'a aitti.
 İngilizce Öğreniyorum-I-H-III-IV... dizisi boyunca en basit
 faaliyetleri dahi en alengirli şekillerde yaparak sayfalarda kol
 gezerler, bu arada genç okurlarının yaratıcılık ve hayal yeteneklerine
 nasıl zarar verdiklerini bilmezlerdi.
 Çift İngilizce Öğreniyorum-fin ilk sayfalarında, evlerinin mutfağında
 ağızlan kulaklarında gülümser vaziyette zuhur etmişlerdi. Bu ilk
 karşılaşmada Mrs. Brown "tabak", "fincan" ve "elma" kelimelerini
 öğretme vazifesiyle tezgâhın yanında duruyor, Mr. Brown ise masada
 oturmuş, amaçsızca kahvesini yudumluyordu. Sonraki hafta Mrs. Brown
 "koltuk", "perde" ve herkesi hayrete düşürerek "televizyon"
 kelimelerini öğretmek üzere yine aynı elbise ve aynı tebessümle oturma
 odasında hazır ve nazırdı. Mr. Brown görünürlerde yoktu. Sonraki
 haftalarda çiftin öğretme teknikleri de gülüşleri ve giysileri gibi,
 nadiren değişmişti. Her farklı sahnede Mr. ve Mrs. Brown etraflarındaki
 her şeyi üç temel ölçüte göre tanımlayıp öğretiyorlardı: renk, büyüklük
 ve yaş. Böylelikle, Mr. Brown bahçede küçük bir köpek gördüğünde Mrs.
 Brown yeşil halıyı süpürü-yor ya da Mr. Brown eski koltuğunda otururken
 Mrs. Brown beyaz bir doğum günü pastası yapıyor, işleri
 karmaşıklaştırma zamanının geldiğine kani olduklarındaysa küçük yeşil
 yeni halıları süpürüyor ya da büyük yaşlı siyah köpeklere
 rastlıyorlardı.
 Ancak çok geçmeden bu iç mekân sahnelerinin geçici bir safha, çiftin
 hayatında bir nevi ara dönem olduğu ortaya çıkmıştı. Kitabın
 ortalarında bir yerlerde o dönem sona erdiğinde, Mr. ve Mrs. Brown bir
 dizi dış mekân faaliyetine kendilerini vurup bir daha da
 312
 dur durak bilmediler. Kafeslerdeki hayvanların isimlerini saymak için
 hayvanat bahçesine gittiler, otlar, ağaçlar ve çiçekleri öğretmek için
 dağlara tırmandılar, "gözlük" seçmek, "dondurma" yemek ve sorf
 yapanları seyretmek için kumsalda bir gün geçirdiler; "marul",
 "lahana", almak için yakınlardaki çiftliklere, "eldiven", "kemer" ve
 "küpe" satın almak için mağazalara gittiler, her ne kadar bunları hiç
 giymeseler de takip eden bölümlerde. Ara sıra tekrarladıklan bir başka
 faaliyet de uzun, mayışık "güney/j-bir-pazar-günü-idi" pikniklerine
 çıkmaktı. Orada "kurbağa", "uçurtma", "çekirge" kelimelerini
 öğrettiler, "tepeler" arasından akan bir "ırmak" kıyısında dinlenirken.
 Her ne kadar Mr. ve Mrs. Brown dünyanın başka memleketlerinde olup
 bitenlerle zenece ilgili görünmeseler de bir keresinde "havaalanı",
 "gümrük", "bavul" ve "sombrero" kelimelerini öğretmek için Meksika'ya
 gitmişlerdi. Pek çok öğrenciyi hüsrana uğratan bir çabuklukla geri
 dönüp, tekrar evlerinde görüldüler; arka-daşlanna ve akrabalarına (her
 biri sombrerolu) tatil fotoğraflarını göstermek, bir yandan da the past
 perfect tense'i öğretmek için şatafatlı bir parti vererek.
 Durdurak bilmeden hareket halinde olsalar da, Mr. ve Mrs. Brown'in asla
 adım atmadıkları mekânlar da vardı. Asla mezarlıklara gitmezlerdi
 mesela; sınıftaki oğlanların çoğunun kapısına kadar gidip, içine
 girmeye cesaret edemedikleri kerhaneler şöyle dursun, yaşam
 evrenlerinin hiçbir yerinde sanatoryumlara, rehabilitasyon
 kliniklerine, akıi hastanelerine de rastlanmazdı. Mr. Brown'in bir
 garsoniyerde ağzı kulaklarında, bütün oğlanların öğrenmeye can attığı
 İngilizce ayıpcı kelimeleri öğretmesini ya da Mrs. Brown'in bedeniyle,
 ördekleri göstermek ve doğum günü pastalan-nı süslemek dışında şeyler
 de yapabileceğini hatırlamasını bekledikleri yoktu. Ama en azından
 yürüyebilir, sokaklara çıkabilirlerdi. Resmettikleri dünya bunca
 gerçekdışı ve steril olduğundan, öğrettikleri dil de gerçekdışı ve
 steril bir hal almış, teorik -yani grama-tik- olarak ne söylemek
 gerektiği bilindiği halde İngilizce konuşmak bir nebze olsun
 kolaylaşmamıştı.
 Ardından İngilizce Öğreniyorum-I-II-HI... dizisinde öğretilen
 313
 mutlu hayat taklidinin, gerçekten mutsuz insanlarla dolu mutsuzca
 gerçek hayat tarafından amansızca sınanacağı o lanetli an çıkagelirdi.
 Çocuklarının İngilizce konuştuğunu duymak orta sınıf Türk anababaları
 için müthiş bir gururdu. Hiçbir fırsatı kaçırmazlardı. Pat diye.
 akrabalarının ve arkadaşlarının önünde çocuklarını İngilizce konuşmaya,
 bir şey söylemeye zorlarlardı, yeter ki kulağa yeterince İngilizce
 gelsin. Anababaların, hiçbir içerik ya da maksat olmaksızın
 çocuklarının İngilizce konuştuğunu duyma istekleri yeterince
 kahrediciydi ama beterin beteri olduğu, bu anababalar birkaç turistle
 karşılaşınca ortaya çıkardı. "Neden konuşmuyorsun," diye dürtelerlerdi
 çocuklarını, "git konuş turistlerle, sor bakalım bir şeye ihtiyaçları
 var mı. İki dönemdir İngilizce dersi alıyorsun. Konuşabilirsin!"
 Konuşabilirlerdi elbette. Sahne biraz daha farklı olsa turistlerle
 konuşabilir hatta muhabbet bile edebilirlerdi. Kornalar, ambulans
 sirenleri, sokak satıcıları, İstanbul keşmekeşi içinde eğri büğrü
 kaldırımları arşınlayan hayat gailesinde endişeli insanlar arasında
 olmak yerine, bir dere kıyısında güzel-ve-güneşli-pazar pikniğinde,
 açan zambakları, öten kurbağalan seyrederek bağlaçlar ve ünlemlerle
 besleniyor olsalar ve tüyler ürpertici basitlikteki "Kapalı Çar-şı'ya
 nasıl gidebilirim?" sorusu yerine, iki ayrı cümleciği zarf bağlaçlarıyla
 birbirine bağlamaları istenseydi. Konuşabilirlerdi kuşkusuz
 ama bu koşullar altında değil. Yaz gelene kadar İngilizce
 öğretmenlerinden, en çok da Mr. ve Mrs. Brown'dan nefret etmiş olurdu
 öğrenciler. İlk dönem duydukları okkalı tepkiselliğin titrek temelleri
 üzerine, ingilizce Oğreniyorum-UTe, devam etmek için pek motivasyonları
 olmazdı.
 Bu kitapları kemikleştiren, öğretmeyi hedefledikleri kurallardan ziyade
 kabul etmeyi reddettikleri kuralsızlıktı: belletilen her şeyin kâğıt
 üzerinde doğru olsa da, hayat tarafından yanlışlanabilir olmasıydı
 unuttukları. Bu kitapların hasadan öyle büyüktü ki zihninde, sinema ve
 müziği bu kadar çok sevmese yan etkileriyle hâlâ boğuşuyor olurdu Ömer.
 Sinema, yani düşük bütçeli, bağımsız, iddiasız
 Amerikan/İngiliz/Avustralya filmleri ve punk /rock/ post-
 314
 punk şarkı sözleri, ezberlemeye mecbur bırakıldığı bütün advanced
 English kitaplarından daha çok şey öğretmişti ona.
 Hayat, etiyle kanıyla gerçek hayat gramer kurallarının içinde ikamet
 etse de sürekli, sistematik olarak bu kuralların dışına çıkmak için
 patikalar açıyordu kendine. Hayat, gramer kurallarının gereklerine göre
 cümleler kuruyor ama hemen ardından orda burda delikler açarak dilin
 özünün sızmasına, kendi yolunu bulmasına da imkân tanıyordu. İngilizce
 Öğreniyorum kitaplarının öğretmeyi unuttuğu nokta tam da bu "sapma" ve
 sapmanın benzersiz hazzıydı.
 315
 Namümkün Mükemmellik
 Nicedir birlikte takılıyorlardı. Debra Ellen Thompson, Connie'nin
 hareketlerini taklit ettiğinde Alegre durmadan kıkırdıyor ya da Alegre
 teker teker las tias taklidi yapmaya başladığında Debra Ellen Thompson
 içten, şen kahkahalar atıyordu. Birlikte iyi zaman geçiriyorlardı,
 tıpkı şimdi olduğu gibi.
 Auburn Sokağı'nda yaratıcı sandviçleriyle nam salmış bir kafe-ye
 girmişlerdi. İçerisi alışılmadık ölçüde sakindi, sadece birkaç müşteri
 vardı. Pencerenin önüne oturmuş çaylannı yudumlayarak okuma
 grubundakilerin dedikodusunu yapıyor, gelip geçenleri seyrediyorlardı
 ki giderek kendilerinden bahsetmeye başladılar.
 "Ofisteyken şu haftalık kadın dergilerini karıştırıyorum," dedi Alegre.
 "Bütün o mükemmel kadınlar çok can sıkıcı. Dergilerde, reklamlarda,
 televizyonda... her yerdeler. La Tia Piedad bütün güzel kadınların
 beyaz olduğu şu pembe dizileri seyretmekten hoşlanıyor. Esmer kadınlar
 ya hizmetçi ya dadı. İşte bu sebepten. Bakire Meryem Virgen de
 Guadalupe'nin beyaz, zengin bir adama değil de yoksul, kara derili bir
 yerliye görünmüş olduğunu bilmek müthiş. Hem Meryem de benim kadar
 esmer görünmüş o yoksula. Kimse bunu değiştiremez. Kimse Meryem Anayı
 beyaza boyaya-maz çünkü o la Virgen Morena, esmer Meryem!"
 "La-Veer-gen-Mou-ree-na" diye yineledi Debra Ellen Thompson, kimi Kuzey
 Amerikalıya has o korkunç aksanla - öyle abartılı ve kahredici bir
 aksandı ki bu, İspanyol diline karşı bilinçaltlan-mn keşfedilmemiş
 derinliklerinde kendilerinin bile farkında olmadığı bir tepki
 beslediklerini düşünmeden edemiyordu insan.
 Bunu takip eden sessizlikte çaylarını yudumladılar - iki konu
 316
 arasında yüzen şu sıkıcı duraklamalardan değil, aynı anda ve tam bir
 ahenkle ortak bir melodiyi mırıldanıyorlarmış gibi akıcı, kadife bir
 sessizlik. Bu ezgi her neyse, sona erdiğinde Debra Ellen Thompson
 çantasından iki küçük hediye paketi çıkarıp birini Aleg-re'ye uzattı.
 "Bu ne?" diye sordu Alegre.
 "Açsana."
 Kutuların içinde birer çikolata kadm vardı.
 "Gail'den bize çikolatadan Connie yapmasını istedim, o da yaptı! Gerçi
 itiraf etmeliyim ona pek benzemiyor..." Debra Ellen Thompson güldü.
 "Ondan biri senin, biri benim için iki Connie istedim ama sebebini
 söylemedim."
 "Neden?" diye sordu Alegre merakla. "Yani sebep ne?"
 "İkimiz için de çikolatanın bir bakıma... hayatımızın 'yasak meyvesi'
 olduğunu fark ettim." Debra Ellen Thompson, Alegre'nin bu metafordan
 hoşlanmayacağından endişe ederek bocaladı. "Yani çikolata bizim zayıf
 noktamız. Sebep ne olursa olsun çikolata yiye-miyoruz. Bir bakıma
 'imkânsızı' simgeliyor. Connie'ye gelince, o da 'mükemmeli' simgeliyor,
 asla olmayı başaramadığımız o mükemmel kadını. Bu yüzden de çikolatadan
 bir Connie 'namümkün mükemmellik' manasına geliyor."
 "Namümkün mükemmellik!" Alegre bu ifadeyi beğenerek çocuk gibi güldü.
 "Aynen öyle," dedi Debra Ellen Thompson şevkle. "Bu küçük sağlam şey,"
 çikolata heykeli göz hizasına kaldırıp kaşlarını çattı ve hırladı:
 "utanmazca yanlışl Bedenlerimiz üzerinde korkunç bir yük... ruhlarımız
 için de. Bizleri gerçek kendimiz olmaktan alıkoyan bu dayatma işte."
 Alegre bu mim gösterisini aynen taklit ederek, çikolata Con-nie'yi göz
 hizasına kaldırıp kaşlarını çattı.
 "Bunu ne yapacağız biliyor musun?"
 Alegre nefesini tuttu.
 "Yiyeceğiz!"
 "Yiyecek miyiz?"
 317
 rtyucii uyıe. uma getıraıgımız Du imkansız mükemmelliği mideye
 indireceğiz. Yeyip, yutacak, sindirecek ve bedenlerimizden atacağız
 tıpkı..."
 "Bok gibi mi?" diye sordu Alegre kibarca.
 "Bok gibil" diye tekrarladı Debra Ellen Thompson avazı çıktığı kadar.
 Başına bir MİT şapkası takmış, JFK Müzesine gitme maksadı taşıyan sıska
 mı sıska bir Japon turist yanlış yöne gittiğinin farkına varmadan
 geçerken oradan, kafede oturan iki kadına merakla baktı. İkisi de
 ellerinde tuttukları heykelciklere somurtuyorlardı. Camın önünden, her
 zamankinden yavaş yürüyerek geçerken gözünü onlardan ayırmadı.
 "Hepsini mi?" diye sordu Alegre.
 "Hepsini yemesen de olur," dedi Debra Ellen Thompson dura-layarak.
 "Başından başlayalım. Yarın vücudunu yeriz. Ama..." diye ekledi yumuşak
 bir sesle, "... kusmak yok, tamam mı? Connie'yi elimizden
 kaçırmayalım."
 Alegre karman çorman hislerle şaşkın şaşkın baktı ona, bu hisler içinde
 üçü baskındı: hayret, telaş ve rahatlama. Hepsi de aynı sebepten:
 birisi bir şekilde £mdiye kadar gizliden gizliye ne yaptığını
 keşfetmişti. O kişi hem bir dosttu hem de yabancı, hem bir kadındı hem
 de mükemmel olmayanlarından. Dolayısıyla Debra Ellen Thompson'ın
 sırrını yakalamış olması hem yüreğini hoplatmış, hem de bir şekilde
 korktuğu kadar hoplatmamıştı. Gözünde bir parıltı, solgun yüzünde
 metanetle Alegre dişlerini çikolataya batırıp dikkatle bir parça
 kopardı ve Debra Ellen Thompson'ın da aynı şeyi yapışını seyrederken
 alışmadığı bu lezzetin ağzında eriyişinin tadına vardı.
 Alegre'nin bundan sonra yaptığı beklenmedik bir hamleydi. Debra Ellen
 Thompson'a sıcacık bir gülüşle döndü ve aniden onu yanağından öptü.
 Debra Ellen Thompson'ın bunun ardından yaj tığı da beklenmedik bir
 hamleydi. O da sıcacık bir gülüşle bir-ikı saniye Alegre'ye baktı ve
 aniden onu dudaklarından öptü.
 Müzenin yerini nihayet öğrenen sıska mı sıska Japor turist gel-
 318
 diği yoldan geri dönüyordu ki o iki kadının ne yaptıklarını görmek için
 kafeye bir göz attı. Orada gözlerini onlardan ayıramadan öylece
 kalakaldı. Boston'da lezbiyenlerin sayıca çokluğundan ve serbest
 davranışlarından bahsedildiğini duymuştu ama onların kamuya açık
 yerlerde böyle fütursuzca hareket ettiklerini görmeye hazır değildi.
 Yine de görgülü, sevecen bir adam olduğu için o ilk şokun ardından
 bakışını derhal öpüşen kadınlardan koparıp yürümeye koyuldu, her
 zamankinden hızlı adımlarla.
 Kafenin içinde kendini derin bir panik ve ondan da derin bir utançla
 geri çeken Alegre, Debra Ellen Thompson'ın gözlerine bakmaktan
 kaçınarak ayağa fırladı. Ne diyeceğini bilemediğinden çantasını alıp
 koşarak dışarı çıktı. Saçma bir biçimde ilk aklına gelen Connie'nin
 kafasını kusabileceği bir tuvalet bulmak oldu. Ama bunu yapmadı.
 Adımlarını iyice hızlandırdı, öyle ki neredeyse önünde yürüyen Japon'a
 yetişecekti; her adımda Debra Ellen Thomp-son'dan daha fazla nefret
 ediyordu. Aslında nefret sadece yüzeydeydi. Bunun altında ne
 düşündüğünü, ne hissettiğini tam olarak bilemiyordu. Arkadaş
 olduklarına inanmakla ne büyük aptallık etmişti. Bunca zaman
 arkadaşmışlar gibi davranmıştı Debra Ellen Thompson, halbuki aslında
 o... onun istediği... Alegre gerisini söylemek istemiyordu. Gittikçe
 artan bir telaşla cadde boyunca yürüdü, trafik lambasının yeşile
 dönmesini bekleyemedi ve o kafa karı-şıklığıyla kendini caddeye attı.
 Kırmızı ışıkta durulması gerektiğini düşünmedikleri halde sırf başka
 herkes durduğu için kavşakta beklemekte olan iki Türk turist hemen onu
 takip ederek kendilerine boş caddeye attılar.
 Bu arada kafede, şimdiye kadar Alegre'yle birlikte sükûnetle, huzurla,
 mutlulukla sçyrü sefer etmekte olduğu dostluk gemisinden yaka paça suya
 atılan Debra Ellen Thompson sersemleten bir atalete demir atmış
 vaziyette oturuyordu. Bu sersemliği üzerinden atması biraz zaman aldı,
 hatta üzerinden attığında bile titremekten kendini alamadı. Bir bakıma
 alışıktı bu acıya ama hiç bu kadar şiddetlisini yaşamamıştı.
 Heteroseksüel bir kadın âşık olup da reddedilirse kendini kötü
 hissederdi ama sadece ediminin sonucu, yani "red-
 319
 Kısmı yüzünden. Ote yandan eşcinsel bir kadın, "normal" bir kadına âşık
 olup onun tarafından reddedildiğinde, sadece ediminin sonucundan değil,
 böyle bir şeyi talep etme cüreti yüzünden de, yani aşkından dolayı da
 katmerli kötü hissederdi kendini. Sevme ve karşılığında sevilme arzusu,
 başka bağlamlarda toplumca onaylanıp hoşgörülen bu arzu, utanç
 kaynağına dönüşürdü.
 Debra Ellen Thompson bu hissin yabancıss değildi. Hislerini açıklaması
 halinde Alegre'nin ondan nefret edebileceğini gayet iyi biliyordu. Yine
 de bu dingin ikindi vakti, onun gözlerindeki ışıltıyı seyrederken, onu
 bir süredir gizliden gizliye, anlaşılmaz ve su götürmez bir biçimde
 sevdiğini artık daha fazla gizleyememiş, belki gizlemek istememişti.
 İlk başta Gail'in de alayla söylediği gibi Alegre'ye olan ilgisinin
 yumuşak başlı bir kadın, bir diğer Zarpandit arayışı olduğundan
 şüphelenerek hislerine güvenmemişti. Ama Alegre'yle daha fazla vakit
 geçirdikçe hem onun göründüğü kadar yumuşak başlı olmadığını hem de
 kendisinin artık yumuşak başlı birini aramadığını fark etmişti. Alegre,
 yeni bir Zarpandit olarak değil, kendisi, biricik kendisi olmayı
 sürdürerek Debra Ellen Thompson'ın ruhunun iyileşmesine, Gail'i
 kaybetmenin verdiği acıyı yenmesine yardımcı olmuştu.
 Caddeye çıkınca Debra Ellen Thompson'ın ilk aklına gelen kutuyu çıkarıp
 çikolatayı atmak oldu. Ama bunu yapmadı. Kafası kopuk Connie'yi
 kutusunda bıraktı ve düşünebildiği yegâne güvenli sığmak olan TEDİRGİN
 RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'na yöneldi metanetle. Ama yarı yolda, suç işlemiş
 gibi koşmayı bırakıp çöktü, ağlamaya başladı.
 320
 Delphi Kâhini'nin Bildiği
 "Oda pek lüks olmayabilir ama eşsiz bir manzarası olduğunu söylediler.
 Yine de beğenmezsek başka bir yere gidebiliriz. Ailem onların yanında
 kalmamızı istediler tabii ama bunun bizim için bir nevi balayı olduğuna
 ikna ettim onları. Öyle de aslında. Yarın istersen bütün gün odamızda
 kalabiliriz ya da Kapalı Çarşı'ya gideriz, öbür gün Yerebatan
 Sarnıcı'nı görürüz, seveceğine eminim... sonra Aya-sofya var..." Ömer
 asansörde, aralarında dikilen ve bu Amerikalı çiftin konuşmalarını
 gözlerinde cin gibi bir parıltıyla dinleyen kominin kırpık saçlan
 üzerinden Gail'e sıralıyordu bu lafları. Ömer komiyle birkaç kere
 Türkçe konuştuğu halde, hâlâ inatla onun Türk olduğuna inanmakta güçlü
 çekiyor gibiydi çocuk. Bu uzun boylu, az biraz sinirli, dökümlü bol
 giysileri içinde durmadan terleyen ve sürekli eliyle koluyla hareketler
 yapan sarsak adam ve tepeden tırnağa karalar giyinmiş, daha da kara
 saçlarına bir kaşık takmış sakin mi sakin kadın son zamanlarda gördüğü
 en ilginç turist çift olduğundan pürdikkat onları seyrediyordu.
 İşittikleri onu eğlendiriyor-muş gibi ikide bir sırıtıp, uzun
 kirpiklerini kırpıştırıyordu.
 "Bir günümüzü adalara ayırırız... Belki ondan önce Boğaz'da bir vapur
 gezintisi yaparız. Meyhaneleri de görmeni istiyorum. Bu şehirde muazzam
 bir kafa çekme geleneği var. Mutlaka rakı içme-lisin. Mutlaka mezeleri
 yemelisin. Sonra Galata Kulesi'ne de çıkarız..." Ömer, sanki kendisi de
 bir-iki öneride bulunmak istercesine kafasını sallayan komiye baktı dik
 dik. Ama altıncı kata gelmişlerdi bile.
 606 numaralı oda, tipik bir üç yıldızlı otel odasıydı - öyle tipik ki
 ne sevmek mümkün ne sevmemek. Duvarlarda yarı-fantezi ha-
 321
 rem hayatı resimleri vardı, kafesli pencereler ardında kadifemsi
 yastıklara abanıp uzanmış kadınlar, geçiştirmeci turist gözü için geçiştirmeci
 toplu imalat çizimler.
 Kapıyı kominin suratına kapatan, daha doğrusu çarpan Ömer'e, "Canım
 sakin ol lütfen," dedi Gail alaylı bir sesle. "Endişelenmeyi bırak.
 Eminim ikimiz gayet iyi anlaşacağız."
 "Kiminle?"
 "Anne şehrinle..." diye sürdürdü Gail nağmeli bir sesle, sonra bir
 bavulu açıp içinden siyah bir tişört ve kararmış, neredeyse gri-leşmiş
 bir kaşık çıkardı. "Ne tuhaf adamsın. Annenle tanışmam seni hiç
 heyecanlandırmıyor. Ama anne şehrinle tanışmam aklını başından
 alıyor..."
 Ömer bu saptamaya itiraz etse iyi olacağını hissetti ama ne diyeceğini
 bilemedi. Onun yerine içini çekti. Neden durup dururken birdenbire
 basmakalıp bir turist rehberine dönüştüğünü kendisi de kelimelere
 dökemiyordu. Sevdiği kadına sunmadan önce parlattıkça parlattığı sulu,
 kutsal, kırmızı bir elmaya dönüşmüştü İstanbul. Parlattıkça parlatmak
 istiyordu. Gribe yakalanır gibi, bedeninin ve ruhunun şimdiye kadar hiç
 karşılaşmadığı bir virüse maruz kalmıştı, farklı milliyetten çiftlerde,
 hele birisi daha az gelişmiş bir ülkeden geliyorsa, hayli yaygın olan
 şu isimsiz hastalık. Bunu kendi kendine itiraf etmemiş olsa da, Gail'in
 memleketini, o da olmadı şehrini sevmesini delicesine istiyordu Ömer
 ruhunun derinliklerinde. Yine de bu arzunun ardında İstanbul'u
 beğendirmekten ziyade kendini daha iyi hissetme arayışı yatıyordu.
 Elinde bir broşürle yatakta oturan Gail, Türkiye hakkında yeni şeyler
 öğrenirken, bildiği bazı eski şeyleri de unutmaya çalışıyordu -
 Geceyarısı Ekspresi, insan hakları ihlalleri, Kürt sorunu, Türklerin
 hatırlatılmaktan hoşlanmayacağını hissettiği malumat kırıntıları.
 Böylesi bir iç sansür hiç de Gail'e göre değildi. Ne var ki virüsler
 bulaşıcı olduğundan, o da farklı milliyetten çiftlerde, hele birisi
 gelişmiş bir ülkeden geliyorsa, yaygın olan isimsiz hastalığa
 yakalanmıştı. Kendi kendine itiraf etmese de, Batı dışından erkeklerle
 evli nice Batılı gelin gibi Gail de kocasının memleketini, o da ol-
 322
 madı şehrini sevmeye can atıyordu. Yine de bu arzunun ardında
 istanbul'u keşfetmekten ziyade kendini daha iyi hissetme arayışı
 yatıyordu.
 Dolayısıyla, vasat bir otel odasının çift kişilik bayağı yatağına
 ellerinde birer broşürle oturmuşlar, birisi İstanbul'un en iyi
 yönlerini nasıl göstereceğine dair planlar yaparken diğeri de
 İstanbul'un en iyi yönlerini görmeye hazırlanıyordu.
 Bu arada balkonun hafif aralık çifte kapısının arkasında, gözlerinin
 erguvani uçurumunda manidar bir kıvılcım ve ipeksi gülüşüy-le bu çifti
 dikkatle izliyordu İstanbul. Zira insanın cilalayıp parlatabileceği,
 kenarlarındaki fazlalıkları atıp, sivriliklerini törpüleyip,
 sevgilisini sevindirmek için hediye paketiyle ona sunabileceği
 şehirlerden değildi o. Tökezleyen aşk maceralarına romantik bir lezzet
 katmak için parlak tabaklarda beşamel sosla servis edebileceği şıkıdım
 şehirlerden değil. İstanbul bu fuzuli kaygıların ötesindedir, hem çok
 yaşlı, hem yaşsız. Hem miadını çoktan doldurmuş, hem sonsuz. Bir ucube
 melike, kaprisli bir ece: her yeni gelenin tohumlarını içine çeken ama
 tarihi boyunca kimse tarafından döllenmemiş olan bir rahim, hem
 sahiplerin penahı, hem kimse tarafından sahiplenilemeyen.
 Bunları fark etmesi çok sürmeyecekti Gail'in... aslında birkaç dakika
 sonra, Ömer duş almak için onu iç odada yalnız bıraktığında
 başlayacaktı keşfi. O banyoya gidince ayağa kalkmış, kasvetli
 perdelerden süzülen oynak ışığa doğru yürümüştü. Dalgın, neredeyse
 hülyalı açmıştı çifte kapıyı, balkona çıkıp elini gözlerine siper
 etmişti, sonra tek bildiği öylece donakaldığı, şaşkına döndüğüydü.
 Buradan böyle bakar bakmaz şehir alabildiğine cezbedici görünmüştü
 Gail'e.
 Gail ne kadar zaman bu olmadık şehir kompozisyonunu seyretti bilinmez
 ama Ömer duştan çıktığında onu bu halde buldu. O da elini gözlerine
 siper edip dalgın dalgın baktı ama onun gördüğü ol-' dukça farklı bir
 sahneydi. Dudakları iniltiyle kabarırken yüzü buruştu. Ya resepsiyonda
 bir hata yapılmıştı ya da çalçene resepsiyon-cu onu kandırmıştı. Odayı
 tutarken kendisine vaat edilen panorama
 323
 bu değildi kesinlikle. Gerçi Ömer bu malumattan mahrumdu ama doğrusu
 606 yerine 607 numaralı odanın anahtarı verilmiş olsaydı, balkondan
 görecekleri manzara istediği o güzel ve uzak şehir olacaktı - dipsiz
 çivit mavisi bir deniz, resimlik camiler ve arkadaki tepelerin yosun
 yeşili önünde, uzaklara sıralanmış evlerin sevimli, kırmızı çatıları.
 606 numaralı odadan ise, karman çorman çatıların üzerinden ve
 martıların kanatları altından ve fazlasıyla yakından gördüğü şehrin en
 pis sureti, keşmekeşiydi, öyle tehditkâr bir yakınlığı vardı ki insan
 neredeyse nabzının atışını duyabiliyordu. Kirli, dar, yılankavi
 sokaklar, pencereleri ardına kadar dışarıda zonkla-yan hayata açılmış
 üst üste, iç içe, salaş evler, kimileri hayli bakımlı ve tıknaz,
 kimileri sefil sürü sepet kediler; sadece uzun zaman önce sönüp gitmiş
 hayatların izleriyle değil, daha doğmamışların işaretleriyle de kaplı
 tarih bulamacı. Buradan böyle bakar bakmaz şehir pek çirkin görünmüştü
 Ömer'e.
 Aslında ikisinin de haklı olduğu söylenebilirdi. 606 numaralı odanın
 balkonundan eşit ölçüde cebzedici ve çirkin görünüyordu İstanbul. Ne de
 olsa binbir surettir; öyle ki iki bitişik evin hatta aynı odanın iki
 farklı duvarından bambaşka görünebilir. Burada rakipsiz bir ihtişamla,
 acıklı bir çürüme yan yana varolabilir, alımlı ile yaralı, görkemli ile
 pejmürde asırların basıncıyla yüksek-oktan-lı bir hayhuyda
 kaynaşabilir. Kelime "İstanbul" olunca, ne hikmettir ki eşanlamlısı da
 zıtanlamlısı da aynıdır.
 Ömer'in bilmediği ve turist rehberi ruh haliyle kavrayamadığı nokta,
 Gail'i hipnotize eden şeyin tam da bu karışım olduğuydu. Gönlünü
 kaptırmıştı İstanbul'a - ama Ömer'in ona göstermeyi planladığı değil,
 aksine ondan saklamaya çalıştığı İstanbul'a.
 "Hadi!" diye bağırdı Gail aniden transtan çıkarak. "Gidelim.
 Keşfedilmeyi bekleyen bir şehir var."
 Keşfedilmeyi bekleyen bir şehir...? İstanbul alayla dudak büktü. Sence
 ben keşfedilmeyi istiyor muyum?
 Ama Gail bu dişil sesi duymadı. Başka sesleri duymakla meşguldü. En
 başta martıları! Her dışarlıklının İstanbul'daki ilk keşfi çatıların
 çığlık attığıdır. Martılar şaşırtıcı ölçüde karmaşık kuşlardır
 324
 - ya da fazlasıyla basit. Çelişkilerle doludurlar. Tek başlarına
 süzülürler ama daima bir topluluk oluştururlar; kaba bir hantallıkları
 ve çirkinlikleri vardır ama aynı zamanda kendilerine has asil bir
 zarafete sahiptirler; çöplerin arasında mideye indirebilecekleri bir
 şey aramak için çöp kutularının yanına indiklerinde çok aptal
 görünürler; ama çatıların ya da kayaların üzerinde, hiç kıpırtısız,
 kendi tefekkürlerinin ağırlığı altında donmuş gibi dalgın dalgın denize
 baktıklarında o tumturaklı bilgeliklerinin üzerine yoktur. Bu beyaz,
 gürültücü kuşlar İstanbul'un her çatısının üzerine tünerler - ister
 fakir, ister varlıklı muhit olsun, ister ev ister otel fark etmez, zira
 konaklayanlarla kök salmış olanlar arasında ayrım gözetmez martılar.
 İlk başta çığlıkları öyle irkilticidir ki insan asla alışamayacağı-nı
 zanneder. Üç gün sonra ses öyle olağanlaşmış, hayatın ve yaşıyor
 olmanın öylesine kesin bir kanıtı haline gelmiştir ki on dakikadan
 fazla duymadınız mı endişelenmeye başlarsınız. Martıların sessizliğinde
 bir uğursuzluk, kıyamet çağrısı olduğunu zihnen olmasa da sezgilerle
 kavrayacak kadar bilgeleştirir İstanbul insanı.
 Burada çatılar çığlık atsa da konuşan sokaklardır. Öfkesi bilenmiş,
 hüsrana bulanmış, tortu tortu keder ve katman katman neşeli seslerin
 karışımıyla sokaklarda zonklar hayat; şehrin üzerinde asılı duran
 uğultuya eşlik eder denizin daimi hışırtısı, bu cehennemi tar-rakayı
 önüne katıp götürmek istermiş gibi. Bitimsiz dalaşların şehridir
 İstanbul - erkeklerle erkekler, kadınlarla erkekler, hayatla ölüm
 arasında. Velvele öyle kesiftir ki en hafif bir çıtırtı bile
 uzaklardaki bir çığlıkla bütünleşerek ana ezginin dokusunu emiverir.
 Dikkatle kulak kabartırsanız alttan alta bir ritim fark edersiniz.
 İstanbul'da sokakların nabzı, üzerlerinden akıp giden hayatınkinden
 daha ahenkli atar. "
 Girift sokakların şehridir bu şehir. Sanki bütün bu abideler, asırlık
 malikaneler, genişleyen banliyöler hatta denizin kendisi dahi
 bulundukları yere sırf sokaklar onlara açılsın diye konmuşlardır. Buna
 mukabil her sokak bir öte diyara uzanan geçitten ziyade şimdi tümüyle,
 dönüşsüzce kaybolmuş bir yoldan doğan sapaktır. İstanbul'da önemli olan
 sokakların sizi götürdüğü yer değil kendile-
 325
 ridir. Belki de bu yüzden bütün şehir orta yerde kesiliveren çıkmaz
 sokaklarla doludur. Bu kentsel eriyiğin altında yatan temel bir şablon
 olup olmadığını merak ediyorsanız Delphi Kâhini'ne sormalısınız. Ne de
 olsa onun fikriydi şehri tam da buraya. Körler Ülkesi'nin karşısına
 yapmak.
 Bir zamanlar denizin ayırdığı iki kıyı uzanırdı, hafi bir husu-met'e
 yüz yüze duran. Kıyılardan birinde eski bir yerleşim vardı ama öteki
 boştu. Sonra günün birinde bir kâhin geldi. "Bu kıyıda oturanlar kör
 olmalı,", dedi, "karşı kıyının güzelliğini göremediklerine göre." Onun
 nasihati üzerine, Körler Kabilesi'nin kıymetini bilmediği kıyıya inşa
 edildi şehir. İstanbul'un nice ironisinden biri zamanla genişlemiş ve
 sadece ilk başta üzerine kurulmuş olduğu kıyıyı değil, karşı kıyıdaki
 Körler Ülkesi'ni de yutmuş olmasıdır. O zamandan beri İstanbul bir
 olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Burada her ses, itirazını içinde
 barındıran bir yankıyla karşılanır.
 Gail şaşkın görünüyor ama neyin onu daha fazla hayrete düşürdüğünü
 anlamak zor, şehir mi yoksa kendini burada görmek mi? Ömer'e gelince ne
 şaşkın ne de seslere karşı duyarlı görünüyor. Hatta bir parça sağır.
 Zihninin onu ha bire dürteleyen sesinden başka bir şey duyduğu
 söylenemez; nerede yemek yiyeceklerini, Ga-il'in yiyecekleri sevip
 sevmeyeceğini, önce nereleri görmeye gideceklerini, saatlerce trafikte
 sıkışmalarını ve sonunda Gail'in onu boşamasını engellemek için hangi
 yolu seçmesinin daha iyi olacağını geçirip duruyor kafasından. Ömer
 pratik turistik meselelere kendini öyle kaptırmış ki, felsefi ya da
 şiirsel bir soyutlama tecrübe edecek halde değil.
 O gün ve sonraki günlerde şehirde dolaşırlarken ruh halleri az çok
 böyle olacaktı; şehre nüfuz ettikçe Ömer'in yapılacaklar listesinden de
 uzaklaşacaklardı. Yine de Ömer'in dikkati pratik meselelere ve
 çizelgelere sabiflenmişti, halbuki Gail bunlar dışında her şeyle
 ilgiliydi. Ömer'i turist zannedenin bir tek komi olmadığını hayretle
 keşfetmişti. Bir şekilde Gail'in varlığı ikisini de Amerikalı yapmaya
 yetiyordu. Yine de Gail, bütün alışılmadık huylarla yüzlerin aynı
 ölçüde "yabancı" kabul edildiği bu görünümler karmaşası-
 326
 nın ardında daha ziyade yapısal bir bilmece yattığını seziyordu, Türk
 insanını iki gruba ayıran bir tür ikilik. Bir tarafta su götürmeyecek
 şekilde Batılı ve modern olan daha eğitimli, daha zengin, daha süzülmüş
 kesim vardı; öte taraftaysa sayıları daha fazla ama iktidarları daha
 kısıtlı, görünümleri daha az Batılı ikinci bir kesim. Aradaki kopukluk
 birinci grubun üyelerini ikincilerin gözünde "tu-risf'e
 dönüştürebiliyordu. Bir Türk bir başka Türk'e rahatlıkla yabancı
 gözüyle bakabilirdi.
 İlginçtir istanbul'da İngilizce konuşmayan yoktu, bilmeyenler dahil.
 İlk kez ABD dışına çıkan Gail içten içe hazırlıklı olduğu sorulara
 maruz kalmadığına şaşıracaktı: bilhassa da Amerikan karşıtı soru ve
 tepki bombardımanlarına. Ömer'e söylememişti ama provalar yapmıştı
 önceden, Amerika'nın Ortadoğu'daki dış politikasına dair bir dizi
 siyasal, uluslararası, dini ve tarihi soruyu cevaplamaya hazırdı, keza
 uygarlıklar çatışması, Balkanlardaki etnik anlaşmazlıklar, Batı'nın
 Bosnalı Müslümanların öldürülmesini önlemekte gecikmesi, "İslam ve
 kadın" meselesine yaklaşımlar, İrak savaşı, dünya petrol pazarındaki
 istikrarsızlık vs. konularında da çalışmıştı dersini. Oysa anlaşılan
 İsuınbi'' sakin1'...mıu keıuli:.ı gibilere yönelttiği alternatif bir
 dizi soru vardı:
 1. Amerika'nın neresindensiniz?
 2. İstanbul'u sevdiniz mi?
 3. Yemekleri beğendiniz mi?
 Bu kadar basitti. Ne dini, ne de sosyopolitik tartışmalardaydı öncelik.
 İnsanların bir yabancıdan ilk öğrenmek istedikleri daha temel bir
 meseleydi: "Dışarıdan bakınca nasıl görünüyorum?"
 Ayrıca, kimsenin bir Amerikalıdan, Amerika dışındaki hayatın nasıl
 olabileceğine dair en ufak bir fikir sahibi olmasını beklen \edı-ğini
 keşfetmek de garibine gidecekti. Hâlâ yerlilerle dünya siyaseti
 tartışmak istiyorsan bir eşiği aşman gerekiyordu çünkü konuşanın
 Amerikalı olduğunu anladıkları anda tekinsiz bir ışıltı geçiyordu
 yüzlerinden: "Ya, o zaman muhtemelen dünyanın bu kısmı lıak-
 327
 kında pek bir şey bilmiyorsunuzdur."
 Soru üçlemesini takiben bir başka ortak tepki, "yabancı" demek
 "kıtlıktan çıkmış" demekmiş gibi ağzına kürek kürek yemek
 tıkıştırmalarıydı. Gail nereye gitse kendisine yiyecek ya da içecek,
 genelde ikisi birden ikram ediliyordu. Bilhassa Ömer'in ailesini
 ziyarete gittiklerinde tam anlamıyla beslenecekti!
 *
 Akla ziyan miktar ve çeşitlilikteki yemeklerden doldurulması için
 tabağını dördüncü kez Ömer'in annesine uzattığında Gail'in ağzından
 çıkan inilti masadaki şamatada kaynayıp gitmişti. Gail'in solunda
 Ömer'e hiç benzemeyen babası vardı, onun yanında ne babasına ne de
 Ömer'e benzeyen erkek kardeşi. Sağında, havalı saç kesimi, bronz teni
 ve ince, zinde vücuduyla yaşının çok altında gösteren gayet çekici ve
 zarif bir kadın olan annesi vardı. Ev, üst sınıf bir muhitte, yepyeni
 apartmanlarla dolu nezih bir sokaktaydı. Pencerelerden göz kamaştırıcı
 mavisiyle neredeyse jöleyi andıran ke-siflikle çırpınan deniz
 görünüyordu; Gail otelin balkonundan seyrettiği denizle bunun aynı
 deniz olmadığına yemin edebilirdi. Oturma odası gayet şık döşenmişti,
 seçkin, zarif ve iddialı ama a la mode olmayacak kadar hesaplı. Etrafta
 birkaç fotoğraf göze çarpıyordu; onlardan birinde Ömer'in, gözleri
 insanın içine işleyen o sevimli, sakin çocukluğunu gördü Gail. Duvarlar
 zevkli çerçeveler içindeki zevkli tablolarla süslenmişti, Gail hepsinin
 orijinal olduğuna emindi.
 Yaprak dolması, patlıcan salatası, zeytinyağlı enginar, humus,
 parpullanmış kırmızı biber turşusu, incir tatlısı ve bir sürü hamur
 işi... Osmanh-Türk mutfağının en seçkin örnekleri ki bir vejetaryeni
 meftun, bir nebatoburu da mest edebilirdi pekâlâ. Çay küçük bardaklarda
 limon dilimleriyle sunuldu. Kendisine ikram edilen hiçbir şeyi
 reddetmemesi gerektiğini çıkarsamak gibi hayati bir hata yapan Gail on
 iki bardak içmişti bile. Bu arada Ömer, onun ıstırapla şiştiğinin
 farkına varmadan masanın öbür ucunda oturuyordu. Zih-
 328
 ni bunu algılayamayacak kadar dağınıktı. Masadaki herkesle hem ayrı
 ayrı, hem aynı anda muhabbet ediyor, gergin görünmemek için büyük
 gayret sarfediyordu, bilhassa da aşırı, ağdalı bir nezaketle Gail'le
 konuşan annesine suratını asmamak için.
 Otele dönerlerken karşı kıyıya geçmek için vapura bindiler. Kadıköy
 Meydanı'ndaki kalabalık arasından süzüldüler Ömer önde leylek
 adımlarıyla, Gail ağırlaşmış vücudunu sürükleyerek arkasından. Nihayet
 vapurun üst katında bir sıraya oturduklarında rahatlayarak içini çekti
 Gail, yüzünde kıpırdanan rüzgârın keyfine vararak uzun zamandır
 düşüncelerini işgal eden soruyu sordu:
 "Bence annenle baban hoş. Kardeşin ise harika. Neden onlara karşı bu
 kadar sertsin? Sana ne kötülük yaptılar ki?"
 Bana ne kötülük yaptılar ki? Ömer'in buna cevabı yoktu, yine de bir
 sürü cevabı varmış gibi hissediyordu. Annesiyle babası kötü insanlar
 değildi. Onu ellerinden gelen en iyi şekilde yetiştirmiş, iyi bir
 eğitim vermiş, rahat ettirmek için bolca para harcamış, hiç dövmemişlerdi.
 Ömer ne Gail'e ne de kendine hıncının nereden
 kaynaklandığını açıklayamıyordu. Ailesi ona ne kötülük yapmıştı ki?
 Hiçbir şey. Ama belki soru yanlış dillendirilmişti. Belki bunun
 kötülükle alakası yoktu. Hem ailesi kötü olamayacak kadar imtiyazlı,
 görgülü ve moderndi. İşte gene mi haksızlık ediyordu onlara? iyi
 insanlar için kötü şeyler düşünmenin vicdani yükünü taşımak
 istemiyordu. Kulaklığını takıp karışık punk-rock CD'lerinde acilen
 dinlemeye ihtiyaç duyduğu şarkıyı aradı: Overcoming Learned Behavior
 (Terbiyeden Kurtulmak).
 "İçimde sadece aileme karşı değil kendim dahil bir sürü şeye karşı
 tortulanmış bir öfke var, biliyorsun... ama birisi bana neden böyle
 öfkeli olduğumu sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum... Sence
 bir cevabım olmalı mı?"
 "Hayır tatlım," dedi Gail. Söylemediği, Ömer'in açıklanamaz öfkesinin
 kendi açıklanamaz kederine çok benzediğiydi. İçinde keder vardı, hep
 vardı ama birisi sebebini sorsa hemen cevap veremezdi. Mount Holyoke
 College'daki kızların onu daha az tuhaf bulabilmek için üzerine
 iliştirmeye çalıştığı cevaplar gibi ikna edici
 329
 ve somut açıklamalarda bulunması şart mıydı? Çocukken taciz edilmiş,
 dövülmüş ya da bir sürü korkunç şeye maruz kalmış olsa daha mı
 anlaşılır olacaktı daimi hüznü? Ya böyle somut sebeplerle bağlantılı
 olmadığı halde kederin peşine takılmasından kurtulamı-yorsa ne
 olacaktı?
 Gail, Ömer'in yüzünü şefkatli bir tebessümle okşadı. Aslında Ömer'i
 kendi sınıfından ayıran bu neredeyse çocuksu, hiddetli, yılmaz acılığı
 takdir ediyordu. Yanağından öptü, başını omzuna koydu ve etraflarından
 geçen vapur yolcularını seyretmeye başladı. Ömer ona âşık olmaya âşık,
 saçının kokusunu içine çekti ve ağzına soğuk, gümüş bir kaşık girdiği
 halde o anın eşsiz romantizmini bozmak istemedi. Oturdukları yerde
 birbirlerine sarılarak vapurun iskeleden ayrılışını seyrettiler. Karşı
 kıyının tepeleri üzerinde camiler kırık cam parçaları gibi
 parıldıyordu. Kabarcıklanan beyaz köpükleriyle su, yaklaşan şehir ve
 hayatın kendisi pırıl pırıldı. Vapur kayıp giderken dalgalar
 yarışırcasına onu takip ediyor, deniz kendinden emin kabarıyor, zamk
 gibi koyu, neredeyse yenebilir bir maddeye dönüşüyordu.
 "Bavlar bayanlar! Bir dakikalık dikkatinizi istirham ediyorum.
 Karşılığında size hayatla ihtiyacınız olan her şeyi sunacağım, belki
 bir sevgili hariç!"
 Sırtına dev bir çanta vurmuş, ondan da büyük göbeği vücuduna bir
 şekilde yapışmış ayrı bir organizma gibi görünen, iriyan, kara yağız,
 kahverengi gözleri velfecri bir çingeneydi bu. İki kolu da tam
 manasıyla vecde gelmiş bir orkestra şefi gibi havada, mayışık vapur
 yolcularından oluşan bu sessiz orkestrayı yönetmeye hazıla-nıyordu
 sanki. Birkaç kişi hafiften güldü ama çoğunluk ondan tarafa bakmayıp
 put gibi oturmaya devam etti. Bezmişlerdi ondan. Aslında bütün seyyar
 satıcılardan. Her sabah işe, her akşam eve giderlerken İstanbullu vapur
 yolcuları kendilerini müzmin bir farsın izleyicisi konumunda
 bulurlardı; her seferinde kısmen tenezzül, kısmen can sıkıntısı,
 nadiren de bu pek olağandışı, pek yetenekli, pek bıktırıcı aktörlerin
 yüzer gezerliğinc. fütursuzluğuna, cüretine duydukları kıskançlıkla
 seyrederlerdi.
 
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- 330
 Çingene seyyar satıcı devasa deri çantasını yere koydu ve yumurta gibi
 parlak ve cırtlak sarı bir plastik alet çıkardı, sivri kenarları ve
 tepesinde tuhaf bir kapağı vardı. Herkes bu mucizeyi görebilsin diye
 şeyi havaya kaldırdı. Bunu takip eden üç dakika içinde bir patates
 soydu, havuç ve salatalık dilimledi, bir limon bir portakal sıktı,
 sularını dinleyiciler arasındaki birkaç talihliye ikram etti, bir
 kurşunkalem açıp sivriltti, yaprak dolması sardı, bir turşu kavanozu
 açtı, hepsi "bu inanılmaz Japon icadıyla". Kimse ciddiye almadı.
 "Bu mucizeyi sattırmak için fazladan bir şeye gerek yok ama," diye
 bağırdı satıcı, sigaradan ve gün boyu bağırmaktan çatlamış sesiyle,
 "ilk üç alıcıya bazı hediyelerim olacak, bir limonluk (limonluğu havaya
 kaldırdı), açılır kapanır bir nihale (nihaleyi açarak savurdu) ve...
 fındıkkıran (havada bir fındık kırdı) ve iyi balıkçılar için zıpkın
 (sivri uçlu aleti havada salladı)... hepsi müessesenin ikramı." Bu
 sefer kimse gülmedi. Hatta pek çok kişi ilgilenmeye başlamıştı. İlk
 alan hasır şapkalı tombul bir kadın oldu. Onu çabucak iki yolcu takip
 etti.
 "Üç şanslı yolcuyu tebrik ediyorum. Kampanya bitti, artık böyle bir
 şansınız olmayacak," diye bağırdı satıcı daha da yüksek sesle. "Ama
 bundan daha az cazip olmayan bir kampanya daha var. Bu Japon
 icatlarından bir yerine iki tane alırsanız bir renkli kaleni takımı
 (takımı havaya kaldırdı), lastik eldiven (eldivenleri salladı) ve
 herkesin yaz boyu ihtiyaç duyduğu elektrikli bir vantilatör (yumruk
 kadar bir vantilatörü ön tarafta durmadan terleyen adamın yüzüne tuttu)
 kazanacaksınız... bir yumurta teli de cabası!!!" Birkaç yolcu satıcıya
 işaret etti, sonra Jbirkaç kişi daha. Üç dakika içinde çantadaki bütün
 mucizevi Japon icatları satılmıştı.
 Yaptığı satıştan memnun çantasını toplarken satıcının kahverengi
 gözleri, kapkara bir saç çalısı altındaki turist kadına takıldı. Göz
 açıp kapayana kadar Gail'in yanında bitti. "Kaşıkları sevenler için,"
 diye bağırdı avazı çıktığı kadar ve önce ucuz bakır, sonra paslanmaz
 çelik, en son da plastik kaşık takımları çıkardı çantasından. Her takım
 bir öncekinden daha gülünç ve uyduruk olduğundan Ga-
 331
 il kendini adama somurturken yakaladı, bunun şaka olduğunu söylesin de
 birlikte gülsünler istiyordu sanki. Ama tam o anda adam başka bir kaşık
 çıkardı, geri kalanlanyla hiç alakası olmayan türden - çukurunda bir
 Osmanlı tuğrası, uzun, narin, burmalı sapında kehribar taşı olan
 otantik bir gümüş kaşık. Kıymetli ve eski görünüyordu. "Bu üç kaşık
 setini alan şanslı müşteri için," diye bağırdı satıcı, "bu paha
 biçilmez antika kaşık bedava!"
 Sonra hep birlikte vapurdan indiler - Gail kaşıklarından memnun, Ömer
 onun hepsini birden almasından şaşkın, bir sonraki vapurdaki bir
 sonraki tiradına hazırlanan çingene satıcı ikisini de çoktan unutmuş.
 *
 Bir kere adalara, iki kere Kapalı Çarşı'ya gitmişler, Ayasofya'yı
 ziyaret edip, uzak bir anının sıcaklığıyla Ömer'e gerçekten muhteşem
 görünen Theodora'nın gözlerinin içine bakmışlardı. Birbirine paralel
 sokaklarda şaşırtıcı ölçüde birbiriyle alakasız dünyalara rastlamışlar,
 şehrin hem en kozmopolit hem en tutucu yerlerini dolaşmışlar, yer yer
 bu ikisini aynı noktada bulmuşlardı. Her gezintide yeni bir çikolata
 serisi geliyordu Gail'in aklına. TEDİRGİN RUH ÇİKOLATA DÜKKÂNI'na döner
 dönmez yeni koleksiyonlar imal edecekti - bir adet semazen serisi
 tasarlamıştı beyaz çikolatadan, bir de bitter çikolatadan çarşaflı
 kadın serisi ve neden olmasın, göbeklerinde brandy olan bir vapur
 seyyar satıcıları serisi.
 Sultanahmet Camii'nin önünde güvercinlere darı satan, bir deri bir
 kemik, sırtı kambur bir kadıncağızdan darı alıp güvercinleri
 beslediler. Kirli renkli bir kedi etraflarında daire çiziyor, son
 derece temkinli ama bir o kadar gülünç adımlarla gittikçe kuşlara
 yaklaşıyordu. Kedi hiç güvercin yakalayamadı. Gail bunu iyi bir işaret
 olarak kabul etti. Son zamanlarda manik ruh halinin doruklarım aydı ki
 bir bakıma düşmenin eşiğinde olduğu anlamına geliyordu bu. Yaklaşmakta
 olan meczupluk.
 Her bardan aynı ölçüde yüksek sesli başka başka müziklerin
 332
 taştığı Beyoğlu'nun ara sokaklarını arşınladılar, binalar arasına
 sıkışmış bir türbenin önünde durdular. Binalar arasında tesadüfen
 varlığını korumuş çoğu türbe gibi bu da bir evliyaya aitti. Gail artık
 bütün şehrin zamanı belirsiz sayısız türbeyle dolu olduğunu ve hepsinin
 belli bir konuda uzmanlaştığını keşfetmişti. Kimi evliyalar koca
 bulmaya, kimisi bulunanı kaybetmemeye yarıyordu. Bazı türbeleri hasta
 ve düşkünler ziyaret ediyordu, bazılarını da gönül yarası çekenler.
 Bebek sahibi olamayan kadınların ziyaret ettiği türbeler vardı.
 Evliyalar arasındaki fark ne olursa olsun ziyaretçileri hemen her daim
 kadındı.
 Gail bu evliyanın hangi koruda uzmanlaştığını anlamak için mezar taşına
 baktı. Ama hiç ipucu yoktu, sadece kendisine tercüme edildiğinde pek
 anlam ifade etmeyen bir ibare vardı:
 Türbenin etrafında mum yakmayın. Evliyanın sizin ışığınıza ihtiyacı
 yok.
 "Söylesene canım," diye usulca mırıldandı otele dönerlerken. "Sence ben
 de kitabı sol eline verilenlerden miyim?"
 Zındık Ömer'in onun neden bahsettiğini anlaması biraz zaman aldı, ciddi
 olduğunu anlaması daha da uzun sürdü: "Yapma, böyle şeylere inanıyor
 olamazsın...!"
 "Evet ama yine de bana cevap verebilirsin. Yani sen Tanrı olsan
 kitabımı sol elime mi verirdin yoksa sağ elime mi?"
 "Tanrı olsaydım," dedi Ömer gülerek, "kitabını kafana atardım."
 "Ama sence de şiirsel bir metafor değil mi bu?" diye sordu Gail,
 insafsız inadıyla.
 "Hayır, değil," dedi Ömer onu avuturcasına kolunu uzatarak, "ama sen
 kesinlikle öylesin. Hayatımdaki en şiirsel şeysin sen."
 Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz beklenmedik bir kasvet çöktü Ömer'in
 içine, sanki şiirsel artık mevcut olmayan demekti. Daha önce de böyle
 hissettiğini hatırlıyordu, ama ne zaman ve nerede olduğunu
 hatırlayamıyordu.
 333
 içimdeki Aç Ağız
 Gece. Alegre kendini tam anlamıyla kendisi hissedebildiği tek yerde,
 mutfakta yalnız. Mutfak onun memleketi. Çoğu sürgüne gönderilmiş,
 sınırdışı edilmiş, gönüllü de olsa zorlanarak ABD'de yabancı kalıbına sokulmuş bir akrabalar ve dostlar halkasıyla çevriliyken mutfağın da onun anavatanı olduğuna kimse inanmaz, bu yüzden de kimseye söyleyemez. Aslında Alegre mutfakta bulunmanın onu mutlu edip etmediğini bilmez. Ama belki de mesele bu değildir. Ne de olsa vatan denilen illa da mutluluk sağlamaz insana. Her halükârda emin olduğu bir şey varsa o da mutfağa ait olduğu. Buraya başkaları için yemek pişirmeye gelir ama ara sıra kendisi, sadece kendisi için gelir, tşte o anlardan biri bu. Bu gece Alegre pişirmek için burada değil. Bu sefer içindeki aç ağızı doyurmak için gelmiş mutfağa.
 Vakit geç. Ama fark etmez. Aç ağız yeme alışkanlıklarının zamanlaması dışındadır. Normal yeme alışkanlıkları olan insanlar, yeme bozukluğu olanların yemeği saplantı haline getirdiğini düşünmekle hata ederler. Tüketilecek yemeğin miktarı ve kalitesinden ziyade, yeme düzenini sürdürmektir Alegre'nin beceremediği. O şaşmaz yemek düzeni, her sabah, öğlen ve akşam tam aynı saatte yemek... sonra tekrar sabah, öğlen ve akşam... tekrar, tekrar, her gün. İnsanlar aynı düzen doğrultusunda tam aynı anda acıkabildikleri için birlikte yemek yiyebilirler. Alegre yiyemez. Ağzı zaman zaman acıkır; ayda bir, bilmem ne kadarda bir, yüzyılda bir. Başka insanların ağızlan yüzlerindedir, çocuk resmi gibi bariz bir çizgi, ilk bakışta hemen seçilir, vücutlarından dışarı açılan bir giriştir. Alegre'nin ağzı ise yüzünden silinmiştir; vücudundadır, rahminde
 334
 bir yara, derinlerde çalkalanan bir boşluk. Hep geridedir, karanlıkta pusuya yatıp bekler, sadece kendi istediğinde çıkar. Zamanın dışında olduğundan geçmiş kaydı yoktur. Bu yüzden de aç ağız ne zaman yemeye başlasa daha önce hiç yememiş gibi önüne geleni yutar. Zamanın dışında olduğundan gelecek algısı da yoktur. Bu yüzden de ne zaman yemeye başlasa bir daha asla yiyemeyecekmiş gibi önüne geleni yutar. La Tia Piedad'ın porselenlerinin aksine Alegre'nin vücudundaki dişi-ağız tam bir sıfırlanmanın, kasıtlı bir bellek kaybının özlemini çeker.
 Açlık. Kâseler dolusu gevrek, önce Piyu'nun cevizli, üzümlü gevreklerini, sonra Abed'in bayıldığı ballı gevrekleri yedikten sonra kendini daha aç hissederek buzdolabına yöneldi. Abed'le Piyu bu gevrekleri her sabah kahvaltıda yerdi. Alegre hiç yemezdi. O kadar kaloriliydiler ki. Ama sonra böyle bir gece gelir ve bütün o sabahlar boyunca kaybettiklerini telafi etmek istercesine bir oturuşta bir kutuyu mideye indirirdi. Sütle birlikte bir kulu gevrek 1880 kaloriydi, toplamda 75 gr. şeker kadar. Durmak için çok geçti. İçindeki aç ağız tümüyle uyanmıştı.
 Buzdolabını açıp görmeyen gözlerle içine baktı, bir dilim mo-zarella aldı, bir dilim daha, dolabı kapadı, dolabı açtı, devasa bir dilim çedar kiş yedi, dolabı kapadı, yine bir saniye önceki gibi görmeyen gözlerle beyaz kapıya bakar vaziyette öylece durdu. Orada, telefon faturaları, evlere servis menüler, indirim kuponları, Ar-roz'un banyo köpüklü fotoğrafı, ev dekorasyonu renk kartları, Ömer evden ayrıldıktan sonra Piyu ile Abed'in ilişmediği İngilizce Kelime Dağarcığı oyununun eski bir skor çizelgesi arasında sabahleyin gelmiş bir kartpostalı gördü.
 Sevgili dostlar,
 Kapalı Çarşıdayız (tekrar!) Onu üçüncü kere buraya sürüklediğim için mızmızlanıyor Ömer. Bu kartpostalı bir hediyelik eşya dükkânından yazıyoruz (utanç verici ölçüde Şarkiyatçı, dansöz kıyafeti giymiş develer bile satıyorlar).
 Ömer son günlerde anlaşılmaz bir biçimde Abed gibi konuşma-
 335
 ya başladı. Neyse, bu kartpostalı aldığımızı görünce dükkân sahibi nezaketle bizi içeri buyur etti, yazalım diye (alışveriş edelim diye) ve çayla lokum ikram etti. (Gail ne verseler yiyor.) Adam demin bana iki antika gümüş kaşık gösterdi, haremdeki bir odalığa aitmişler.
 (Said'in Şark'ın kendini Şarklılaştırması dediği şey değil mi bu?)
 Hayrettir, Ömer burada tezi için büyük ilham bulmuşa benziyor. Keşke bizimle birlikte olsaydınız. İstanbul'dan selamlar...
 Alegre kartın arkasını çevirip çatık kaşlarla üzerindeki resme baktı. Tepe üzerindeki bir caminin günbatımındaki zarif siluetiydi... renkler güzeldi, turuncu ve sarı tonları, sıcak ve hoş, bir kaşık şeftali marmeladı gibi. Marmelat demişken, Alegre dolabı açtı, ne yesem diye baktı, bir sosis kaptı, sonra bir tane daha, kapıyı hızla kapadı, sonra hemen yeniden açtı.
 Dolabın içinde tarifini bu haftaki kadın dergisinden aldığı iki yemek vardı: Baharatlı Beyaz Peynirli Makarna ve Et Sote. Pişir-miş ama tadına bile bakmamış, yesinler diye Piyu, Abed ve yeni ev arkadaşlarına bırakmıştı. Şimdi hepsi uyuyordu. Sadece Arroz uyanıktı, gözlerinin karanlık girdabında dönen huysuz, huzursuz bir ışıkla yanında duruyordu. Ama bu işte bir gariplik olduğunun öyle iyi farkındaydı ki Alegre'nin gözünün önünde mideye indirdiği onca yemeği paylaşmak için en ufak bir girişimde bulunmamıştı. Arroz bunun yemek yemek olmadığını biliyordu. Bu başka bir şeydi, korkutucu bir şey. Bu ayin her şeyi tepetaklak etmekle ilgiliydi; dı-şandakini içeri almak sonra içeri alınanı dışarı çıkarmak. Yemek ve kusmak, tamah ve perhiz, günah ve nedamet... bu, nüfuz edilemez sınırları aşmakla ilgiliydi. Alegre yere oturup, raflara dizilmiş yiyecek kaplarına baktı. Bir gün önceden kalma tavanın içindeki kızartmalar ve krem peyniri ve sosisler ve mantar sote ve kavanozlardaki bebek mısırlar ve turşular ve dondurucudaki koca bir kap vanilyalı dondurma... Hepsini bitirdi, baharatlı, tatlı, ekşi, acı karışım. Alegre usulü masala. En küçük kırıntısına kadar bitirdi. Bu taşkınlığın sonuçlarına kafa yormadı. Artık hiçbir şey endişelendirmiyordu onu. Yutma edimi bütün
 336
 endişelerin ötesindeydi. Talimli bir nezaketle minik minik tırtıklamasına ve her zamanki uysal, kibar kız olmasına gerek yoktu. Bir sosis daha yedi, üzerine çedar kişin geri kalanını. Gözleri kabadayı bir edayla bir sonraki yiyeceği ararken ağzı biteviye şapırdıyordu. Tam fındık ezmesine uzanmıştı ki bir ses havayı yırttı.
 "Alegre sen ne yapıyorsun Tanrı aşkına?"
 Piyu dehşete çalan bir uyuşuklukla yüzü taşlaşmış, ayaklan çıplak, kollarını kavuşturmuş mutfak kapısında duruyordu. Ne söyleyeceğini bilemeyen ağzı açık kalmış, bir açıklama bekliyordu. Ne kadar zamandır burada durmuş onun yedikçe yemesini seyrediyordu acaba? Alegre hiç tanımadığı bir sürü kişinin önünde çırılçıplak kalmış gibi titredi. Panikle ayağa kalkarken dengesini kaybetti.
 Uykulu bakışının ardında Piyu öyle şaşkın, mantıklı bir açıklamaya öyle muhtaç görünüyordu ki Alegre'nin yüzündeki paniği fark etmesi birkaç saniye alacaktı. Gözlüğü yoktu, yukanda yatağın yanında bıraktığını hatırladı sonra şokunu sindirmeye çalışırken kıpkırmızı kesildi – az önce şahit olduğu itici iştaha duyduğu tiksintiden ziyade, kız arkadaşının blumialı olduğunu bunca zamandır fark etmemenin sarsıntısıydı bunun sebebi. O daha soru sormaya başlayamadan Alegre verandaya çıkmış, kapıya hamle etmişti. Tam zamanında uzanıp onu bileğinden yakaladı Piyu.
 "Bırak beni," diye bağırdı Alegre kendine ait olmayan bir sesle. "Sana ne? Benimle yatmıyorsun bile..."
 Bu infial öyle beklenmedik, konuyla öyle alakasızdı ki nasıl karşılık vereceğini düşünmek için duralayan Piyu'nun elleri gevşedi. Tam o tereddüt anında Alegre pijamasının üzerine paltosunu geçirip kendini dışarı atma fırsatını buldu ve ciğerlerinde hava kalmayana kadar koştu. Piyu şaşkınlığını üzerinden atıp, yukarıdan gözlüklerini alana, ayakkabılarını giyip peşinden koşana kadar Alegre, Davis Meydanı'na ulaşmıştı bile.
 *
 337
 Gece. Onlar hariç bir kişi var çamaşırhanede, bir sarhoş şarkısı mırıldanan bir sarhoş. Abed'Ie kadın karşılıklı sandalyelerde oturmuş çamaşır makinelerinin giysilerini temiz ve kuru geri vermesini bekliyorlar. Kadının giysiye ihtiyacı olduğu muhakkak çünkü bu gece daracık bir pantolonla incecik bir bluz var sadece üzerinde ve iri, beyaz, kabarık memeleri Abed'in gözünün önünde. Abed memelere, kadına bakmıyor sadece elindeki adi dergiyle ilgileniyor gibi yapıyor. Bir-iki sayfa geçince, bir tarafında serum, öbür tarafında bir yığın kitap, hastane yatağında gülümseyen yarı baygın bir kızın resmiyle karşılaşıyor. Çocuğun sınıfta öğretmenin anlattıklarını dinlemek yerine 6667. kitabını bitirmeye çalışırken bayıldığı yazılmış. Derginin üzerinden kadına kaçamak bir bakış atan Abed, onun o ayartıcı gülüşüyle hâlâ dik dik kendisine baktığını görüyor, hiç rol yok, açık ve cesur, utançsızca utanmaz. Işık bu açıdan vurduğunda gözlerinin ve dudaklarının etrafındaki kırışıklar iyice ortaya çıkıyor. Annesi olacak yaşta ama bakışı ve elleri Zehra'yla kıyaslandığında ne kadar genç. Huzursuzlukla ayağa kalkıyor Abed ve nereye, neden kaçtığını bilmeden sokağa fırlıyor, onun büyüsünden kurtulma telaşıyla giysilerini çamaşır makinesinde bırakıp koşmaya başlıyor.
 338
 Köprü
 Ayrılış günü. Gail'le Ömer on günlük ziyaretlerinin ardından şehirden ayrılıyorlardı. Uçakları öğleden sonra 15:30'da kalkacaktı. Bir gün önce Ömer'in ailesiyle vedalaşmak için şehrin Asya yakasına geçmişlerdi. Her zamanki gibi o gün neler yapılacağını Ömer planlamış ve günlük plana uyulmamıştı, her zamanki gibi. İlk başta niyet aileyle birlikte geç bir brunch, ardından otele dönüp bavulları toplamak, ertesi sabah erken uyanmak için erkenden yatmaktı. Ama eve gittiklerinde brunch akşam yemeğine, akşam yemeği ziyafete, Gail de balona dönüşecekti. Ömer'in annesi geceyi orada geçirmelerinde ve ertesi sabah erkenden yola koyulmalarında ısrar etmişti. Uyandıklarında kendilerini bir kez daha ziyafet masasında bulmuşlardı. Evden geç çıktıklan için Avrupa yakasına taksiyle geçmeye karar verdiler ve İstanbul'da işlenebilecek en büyük kusurlardan birini işlediler: Boğaz Köprüsü'nü sabah trafiğinde geçmek!
 Nitekim oldukları yerde duruyorlardı, köprü şeritlerine muntazaman sıralanmış sonsuz araba konvoylarından birinde sıkışmış, Brezilya'dan naklen verilen maçın heyecanlı sağanağı ve şoförün daha beter heyecanlı nidaları altında taksinin arka koltuğunda oturuyorlar. Şoför ufak tefek biri, o cüsse için hayli gür bir sesi var. Sabah 08:18. Dışarıda tatlı bir esinti, güzel bir sis, hatta sis bile değil, ince bir hava kirliliği tülü ve yine de güzel çünkü hava kirliliğinden çok sise benziyor.
 Futbolla hiç alakası olmayan ve hemcinslerinin neden buna deli olduğunu anlamayan Ömer kulaklığını takıp sesi açıyor ve PJ Harvey'nin This Mess We Are In (Battığımız Batak) şarkısını dinlemeye başlıyor. Saat kullanmadığı için kendine kızarak, ara sıra ça-
 339
 tık kaşlarla bileğine bakıyor. Saati olsa ya da en azından başka birinin saatine bakmayı akıl etse zamanında yola çıkabilir ve bu tıkanmaya mıhlanmak yerine şimdi daha hoş bir yerde daha anlamlı bir şey yapıyor olabilirlerdi.
 "Demek şimdi iki aradayız..."
 "Ne dedin?" Ömer kulaklığını çıkardı.
 "Demek şimdi iki aradayız, dedim..." diye mırıldandı Gail karşıya bakarak.
 Nihayet anladı Ömer onun ne demek istediğini: Bir tarafında ASYA KITASINA HOŞGELDİNİZ, öteki tarafında AVRUPA KITASINA HOŞGELDİNİZ yazan köprü aradaydı, arafta.
 . Çocukluğunun şehrinin iki kıta üzerine kurulu olması onun için yeni bir havadis olmadığından kayıtsızca başını sallayıp kulaklığını tekrar taktı Ömer. Ama önce yeni bir CD koydu, Iggy Pop & Stooges, Gimme Danger {Tehlike Getir Hayatıma). Tekrar. Dördüncü kere çalarken şarkı Gail'in dudaklarının yeniden oynadığını gördü ama bu sefer taksi şoförüyle konuşur gibiydi. Ne konuştuklarını duymak için kulaklıklardan birini çıkardı. Futbol spikerinin yükselip alçalan sesi üzerinden, dünyadaki safran sınıflarına, hangisinin nerede kullanıldığında dair bir nutuk atıyordu Gail, tuhaftır şoför de onu dikkatli dikkatli dinliyordu. "Pilav için en iyisi Hint safranıdır ama tatlılar için İran safranı üzerine yoktur."
 "Ya Türk safranı?" diye sordu şoför yarım yamalak İngilizcey-le, ömrü hayatında bir kez olsun bir kap pişirmek için mutfağa girmemiş biri olarak belli ki yemekten ziyade Türklükle ilgilenerek.
 Ama Gail bu soruya hazır görünüyordu. Bir saniye içinde safranla yapılan Osmanh-Türk yemeklerini saymaya başladı; bozuk Türkçesiyle söylediği her isimde şoförün yüzündeki gülüş genişliyordu. Onların her şeye rağmen iletişim kurabilmesinin acayipliğine şaşan Ömer sesi daha da açarak tekrar müziğine gömüldü. Gimme Danger. Doğrusu İstanbul'da geçirdikleri on günün ardından kendini bitkin hissediyordu – şehrin feryat figanından ziyade Gail'in hummalı enerjisinden yorulmuştu. Tekrar. Gimme Danger.
 Bir dakika sonra, sağ şeritte, topaz rengi bir arabanın ilerlediği-
 340
 ni gördü Gail, arka koltukta kapkara saçlı bir kız oturmuş fazlasıyla sakin, insanı irkiltecek kadar solgun bir yüzle dışarı bakıyordu. Mutlu görünmüyordu kız. Hatta kederliydi. Dosdoğru Gail'e bakıyordu ama nedense onun kendisini görmediği izlenimine kapılmıştı Gail. Çocuk, öndeki yetişkinlere, arabayı temkinle süren, temkinli görünüşlü kadına ve penceresinden dalgın dalgın dışarıya bakan dalgın görünüşlü adama bir şey söylemek ister gibi eğildi ama söylemedi.
 Topaz rengi arabanın içinde olanları kendi penceresinden seyreden Gail bir-iki saniye tekinsiz bir hisle, baktığı kızın aslında kendisi olduğu ve tam şu anda geçmişiyle şimdisinin birbirine paralel hareket ettiği ama benzer şekilde tıkanık bir yolda takılıp kaldığı hissiyle ürperdi. Zihni hemen kapanıverdi kendi üstüne. Hayatında bir kez daha kendisini düşerken seyretmeye başlamıştı ve bu düşüş sersemletici bir tempoyla hızlanarak yaşama arzusunu azar azar aşındırıyordu, içerideki bir yaradan sızan kan gibi, görünürde kesik olmadan.
 Derin derin nefes alarak ve biraz da zorlanarak bakışlarını kızdan, köprüyü örten tül gibi sise çevirmeyi başardı. Aniden geliverdi aklına ve bir saniye sonra kesinkes karar verdi bu iki aradahgın tam da doğru yer, bu dakikanın tam da doğru dakika olduğuna ölmek için.
 Saatler Boston'da 01:22, Marakeş'te 06:22, Madrid'de 07:22, İstanbul'da 08:22'yi gösterdiğinde Boğaz Köprüsü'nde trafiğe takılmış bir taksinin arka. kapısı esner gibi açıldı. Iggy Pop & The Stooges'la yarı transa geçmiş Ömer ve en sevdiği oyuncuya kırmızı kart gösteren orospu çocuğu hakem yüzünden çifte-transa geçmiş taksi şoförünün hiç mi hiç fark etmedikleri alçacık bir ses çıkardı kapı. "Klak!" gibi bir şey. İstanbul'daki o "klak!"la aynı anda, Boston'da o saatte açık bulduğu ilk yerin kapısını açan Alegre içini çekti. Hızlı hızlı soluduğu
 341
 halde sakin görünmeye çalışarak, bir eli boynunda asılı incili haçta, bir eli para aramak için cebinde içeri girdi ve her biri elinde bir içki bardağıyla gülen, sallanan, konuşan insanların arasında zikzak çizmeye başladı. Arkalara gittiğinde vahşi bir bakışla donakalmış, delici bir çift kırmızı göze bakar buldu kendini, biraz ürperdi, oyuncak değil ölü bir kuş olduğunu anladı, tekrar ürperdi ve midesindeki ağırlıktan kurtulma ihtiyacını daha fazla bastıramayarak tuvalete koşturdu.
 Az sonra içinde hâlâ bir miktar yiyecek kaldığından şüphelen-se de daha fazla kusamayacağı gerçeğini kabullenmek zorunda kaldı. Tuvaletten çıkıp üst kata yöneldi. Tam kapının tokmağına uzanmışken barın hemen önünde Piyu'yıı gördü, belli ki onu arıyordu. Neyse ki içeri bakmak aklına gelmemişti. Kuşkusuz Alegre'yi arayacağı yerler arasında barlar yoktu.
 Geri çekildi ve tezgâhın önünde ayakta duran orta yaşlı bir adamın aç gözlerinden gözlerini kaçırarak birkaç dakika orada beklemeye karar verdi. Adamın yüzü neredeyse griydi ve alkolden kızarmış gözlerle dik dik Alegre'ye bakıyordu. Alegre'nin kanı buz gibi bütün vücudunu dolandı. Bu yabancı adamın karanlık sokaklarda peşinden geleceği korkusuyla dışarı fırlayıp, son treni yakalamak için metroya koştu. Bu gece la Tia Piedad'ın evine gitmek istemiyordu, Pearl Sokağı'na da dönemezdi ama Debra Ellen Thompson' m kapısını çalabileceğim hissediyordu. Soğuk rüzgârda bardan aldığı peçetenin üzerindeki isme baktı. Gülen Saksağan. Bir bar için komik bir isim diye düşündü ve trene binerken bu ismi kimin bulduğunu merak etti.
 Walnut Sokağı'mn köşesinde, yanından son sürat geçen gölgeye bakakaldı Abed. Bir an için gördüğünün Alegre olduğuna yemin edebilirdi. Mantığı bu izlenimi düzeltmekte gecikmedi. Yok hayır, gecenin bu saatinde Gülen Saksağan'dan çıkan Alegre olamazdı. Yavaşlayıp, az evvel neden böyle paniğe kapıldığını, çamaşırhaneden neden öyle kaçtığını anlamak için kafasını toplamaya çalıştı. Bulduğu cevap pek açık olmasa da bir dakika sonra geri döndü ve görünmez bir ağla sulardan çekilir gibi yavaş ama kararlı adımlar-
 342
 la çamaşırhaneye doğru ilerlemeye başladı. Safıye'ye sadakatinin muğlak bir biçimde sadece ortak mazilerine değil ülkelerine olan bağlılığıyla da iç içe geçtiğini sezse de hiç kimseye açıklayamazdı bunu, hele kendine hiç. Safiye'ye olan bağlılığını yavaş yavaş kaybetmenin etkisi onu vatanına bağlayan halatların da belli belirsiz gevşemesi olmuştu. Kendini Fas'a daha az bağlı hissediyor değildi katiyyen. Ama bir şekilde ABD'deki hayatına eskisinden daha bağlı hissediyordu.
 Çamaşırhaneye yaklaşırken önce kapanmış olmasından, kapanmadığını görünce de kadının gitmiş olmasından korktu. Ama oradaydı, çamaşır makinelerinden birinin yanında durmuş temiz ve kuru çamaşırları iki sepete dolduruyordu - kendininkine ve Abed'in-kine. Sepeti Abed'e uzatırken insanı utandıracak kadar muzafferdi gülüşü ve zaferi öyle coşkuluydu ki Abed gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.
 "Gidiyor," dedi taksi şoförü, gördüğüne inanamadığı için adeta felç olan sesi zar zor duyuldu. Bu yüzden bu sefer bağırarak tekrar etti:
 "Gidiyor!"
 Şoförün sözlerini gayet net duyduktan sonra bile söylenene bir anlam veremeyen Ömer, adamın bakışlarını takip edince trafikte sıkışmış arabaların arasından, siyah, uzun, gür saçlarını savurarak köprünün korkuluklarına doğru koşan Gail'i gördü. Öyle afallamış-tı ki ancak taksi şoförünün dışarı çıkıp Gail'in arkasından koşmaya başladığını görünce kımıldatabildi vücudunu. Nabzı panikle şahlandı, Iggy Pop'un boynundan sarkan kulaklıklardan halen yayılan Gimme Danger Little Stranger {Tehlike Getir Hayatıma Küçük Yabancı) şarkısı eşliğinde arabadan fırladı.
 Piyu artan bir evhamla telefonu kapadı. Alegre bulunamıyordu, Abed de eve dönmemişti. Bu gece şahit olduğu isyankâr tamahtan ziyade Alegre'nin yüzü donduruyordu Piyu'nun kanını, olayı her düşündüğünde. Alegre'nin vücudu elini değdiremeyeceği keskin bir bıçağa dönüşmüştü sanki. Her asabi adımının hem kendisinin hem de Arroz'un endişesini derinleştirdiğini fark etmeden mutfakta bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu; hayvan bu kargaşada kendine tu-
 343
 tunacak sağlam bir dal arar gibi mutfak masasının altında adeta yere yapışmıştı. Alegre'ye karşı ne kusur işlediğini bilemeyen Piyu, kalbi ümitsizlikle sızlayarak odasına dua etmeye çıktı. Ruega por nosotros, Santa Madre de Dios, para que seamos dignos de laspro-mesas de Cristo. El Salve'nin ortasında birden içi titredi. Korku dolu bir kalp atışı ve "Koş seni terk ediyor," diye bir ses duyduğuna yemin edebilirdi.
 "Koş, seni terk ediyor."
 Ömer hayatında bir kere daha zamanın hızının gerisinde kalışına tanık oluyor, hayatın kadansını yakalayamayışını seyrediyor, ne var ki bu sefer peşinden koştuğu ölümün kadansı. Tehlike getir hayatıma küçük yabancı. Gail, taksi şoförü ve Ömer köprü üzerinde dizili arabaların arasında zikzak çiziyorlar. Sağda solda birkaç şoför onları şaşkın bakışlarla seyrediyor. Senin yanında huzur bulayım. Bazıları olağandışı bir şey olduğunu daha yeni anlamaya başlıyor. Başkalarına gösteriyorlar. Bana tehlike ver küçük yabancı. Göz açıp kapayana kadar arabalardaki bütün insanlar köprüden canlı bir intihar girişimini seyretmenin heyecanıyla mest. Ve hastalığını hissedeyim... Ömer koşuyor. Onun önünde taksi şoförü koşuyor. Onun önünde Gail koşuyor. Onun önünde sadece boşluk var.
 Şimdi korkulukların öteki tarafında, sadece tek eliyle hayata tutunmuş vaziyette duran Gail seyircilerinden habersiz. Köprüye ve karmaşasına arkasını, yukarıdan olağanüstü dingin görünen şehre de yüzünü dönmüş. Tuhaftır şu anda buradan gördüğü manzara, 607 numaralı odanın manzarasından bile daha güzel. Nefesini sa-bitlemek ister gibi derin bir nefes alıyor. Bir kez daha öteki uçta ama bu sefer kendini sona daha yakın hissediyor. Bu sefer hayatındaki her dakika, tanıdığı her insan, içinde barındırdığı her benlik alfabe çorbasındaki harfler misali. Zihninde karıştırıyor hepsini, bütün o birbirine uymaz anları, anılan, bir girdapta döne döne eriyinceye kadar. Bir kâsedeki kusmuğumsu püre, annesinin kuzguni saçları, omletin tadı, bir parça sosis, baharatlı ve sıcak, geri çıkarılamaz, yutulamaz, bebek boğazına takılmış... ay çıktığında tapınılan bir Asur-Babil tanrıçası... daimi hudutlar... tepsilerde donmuş çiko-
 344
 lata figürler... sürülerinde kalamayıp tek başlarına uçan topal kuşlar... Aniden her şey çözünebilir izlenimi veriyor, alfabe çorbasında çığandan çıkmış harfler gibi bitimsiz bütünlerin kırık dökük parçaları. Aniden muazzam bir hızla düştüğünü hissediyor ve bir sonraki isminin ne olacağının artık önem taşımadığı çivit rengi bir boşluğa çekildiğini.
 Geride, zamanın çok gerisinde, cılız bir avuntu geçiyor Ömer' in zihninden. Ölmeyecek. Hayır, ölmeyecek. İnsanlar başkalarının ülkelerinde intihar etmez, burası onun vatanı değil. Peki hiç vatanı oldu mu onun? Kim gerçek yabancı - bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?
 Köprü denizden 64 metre yükseklikte. Ömer'in walkman'inde bir şarkı çalıyor. Şarkı üç dakika yirmi saniye ama tekrar tekrar ça-lınırsa sonsuza kadar sürebilir. Gail'in düşüşü sadece 2,7 saniye sürüyor.
 
- 
                virmenaard
                13 years ago
                
- turkmenca terjime etsen okardym
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- turkmenca terjime etsen okardym bir romany terjime edip bilyan bolsadym:D
 virmenaard | 2012-07-04 07:08:47
- 
                virmenaard
                13 years ago
                
- wah su turk dilinem owrenaymesek boljak dalow
- 
                aysyzgije
                13 years ago
                
- yakynda oye gaydyp baryan, oyde bolsa ic gysya, shu tayyk roman yazyp okaymasam.
- 
                virmenaard
                13 years ago
                
- tmcell internedinin tizligi barada esidensin. acyp bilsen okarsyn. men pikirimce barik yazyp yorme
aysyzgije 13 years ago- Gün: 16 Mart 2004
 
Yer: BOSTON
Zaman: 02:24
Sıcaklık: SOĞUK
Konu: ÖMER OZSIPAHİOGLU
Özet: Tekrar içmeye başladım... on dört ay yirmi üç günlük mutlak
ayıklığın ardından... (14 ay 23 gün = 448 gün - 10752 saat = 645120
dakika = 38707200 saniye = 223946,96 kere Nick
7
Cave'den "As I Sat Sadly By Her Side, Mutsuz Mutsuz Otururken Yanında")
"Ne yazıyorsun o peçeteye?"
"Hislerimi," diye mırıldandı taburenin üzerindeki, şimdi eskisi kadar
taşlaşmış görünmüyordu. "Hislerimi özetliyorum... unutmayayım diye."
İri kıyım barmen ikisini birden şöyle bir süzdü, abartılı bir edayla
gözlerini duvardaki saatten yana devirip, son müşterilerini yaka paça
dışarı atmasına ramak kaldığını ayan eden asabi bir bakışla tekrar
onlara döndü. Doğrusu son birkaç saat içinde adamın hali tavrı muazzam
bir değişime uğramıştı. Bir ara oldukça kibar bir barmen olduğu
söylenebilirdi, özellikle ilk başlarda, hatta sonraki dört saat boyunca
dahi genellikle nazikti. Ama ardından nezaketi gözle görülür biçimde ve
süratle erimeye başlamıştı. Son yirmi dakikadır "nazik" hariç her türlü
sıfatı kullanmak mümkündü hakkında.
"Yeterince özetlemedin mi? Beş saat oldu yahu. Hadi yürü, yaylan," diye
homurdandı kısa boylu olan. Adı Abed'di. İngilizcesi varla yok arasında
pervasızca savrulan istikrarsız, koyu bir gırtlak aksanıyla maluldü.
Kâh sura kadem basıp tamamen kaybolan, kâh her heceden fırlayan bir
tutarsız aksan.
"Hadi artık kapatacaklar burayı." Gergin, kaçamak bakışlarla etrafı
süzen Abed bir yandan arkadaşını dürtüklerken bir yandan da garsonla
göz göze gelmemeye çalışsa da pek başarılı olamadı. Ayyaşın yanında
ayık olmak kadar bezdirici bir şey olmadığı sonucuna varmıştı. Ne de
olsa ayyaşların sabaha her birini unutacakları envai çeşit saçmalığı
yapmaya hakkı vardı, halbuki ayıkların, dahil olmadıkları halde dışında
kalamadıkları bu maskaralığı ıstırapla seyretmekten başka çareleri
yoktu.
Abed dişlerinin arasından nefesini içine çekti, gergin durumlarda âdeti
olduğu üzre çenesindeki gamzeyi kaşıdı ve gamzeyi kaşımak yetmediğinde
daima yaptığı üzre kıvırcık saçlarından bir tutam alıp çekiştirdi.
Başını tuvalete doğru çevirdi ama bir kez daha,
8
yerleştirildiği raftan sabit nazarlarla onları seyreden o delici, kızıl
gözlere takıldı bakışları istemeye istemeye. Vaktiyle maviliklerde
süzülmüş hayat dolu bir saksağandan ziyade tüyler ürpertici bir
oyuncağın donmuş, ruhsuz vakanyla bakıyordu ölü kuş. İnsanların nasıl
olup da içi doldurulmuş kuşları sergilemekten gurur duyabildiğine akıl
sır erdirememenin huzursuzluğuyla yeniden arkadaşına döndü Abed. Döndü
ve bu sefer de dolmakalemiyle aynı peçetenin üzerine büyük lekeler
kondururken buldu onu.
"Şimdi ne halt yiyorsun?"
"İsmime nokralarını iade ediyorum." diye homurdandı öteki, harflerin
üzerinde dönen kobalt mavisi mürekkep lekelerinden alamadan gözlerini.
Her bir nokta peçetenin üzerinde usu! usul dağılıyor, dağıldıkça
büyUyordu; şu hayatta başkalarının gözünde daha görünür olmanın
yolunun, özden mümkün olduğunca uzaklaşmak anlamına geldiğini
kamtlarcasına.
İnsan memleketini geride bıraktı mı kendinden en az bir parçayı feda
etmeye hazır olmalıdır, derler. Eğer hal böyleyse Ömer neyi feda
ettiğini biliyordu: noktalarını!
Türkiye'de ÖMER ÖZSİPAHİOĞLU idi.
Burada, Amerika'da ise OMAR OZS1PAI•¦IlOGLU olmuştu.
İsmin sahibi daha iyi dahil olabilsin diye bu ülkeye, içeriye, isminin
noktaları bırakılmıştı hariçte. Ne de olsa Amerikalılar, hemen herkes
gibi, aşinalık peşindeydi - öyle ya da böyle pek bir manaya geimeseler
de. dillerinin daha kolay döndüğü isimler, telaffuz edebildikleri
sesler arasında daha rahat ediyorlardı. Yine de mesele yabancıların
isimlerini ya ela soyadlarını telaffuz etmeye gelince herhalde
yeryüzünde pek az millet Amerikalılar kadar kendinden emin davranırdı.
Mesela bir Türk, Türkiye'deki bir Amerikalı'nm adını yanlış telaffuz
etmiş okluğunu fark etmeye görsün büyük ihtimalle hayli huzursuz olur
bundan ve durumun kendi hatası olduğuna, en azından kendisinden
kaynaklanan bir şey olduğuna hük-
9
meder o anda. Oysa Birleşik Devletler'de bir Amerikalı bir Türk'ün
adını yanlış telaffuz ettiğini fark ettiğinde muhtemelen kendisini
değil olsa olsa ismi sorumlu tutacaktır bu hatadan.
İsimlerin yabancı memleketlere ayak uydurma sürecinde muhakkak bir
.şeyler eksilir - bazen bir nokta, bazen bir harf ya da vurgu.
Yabancının isminin başına gelenler pişmiş tavuğun olmasa da pişmiş
ıspanağın başına gelenlere benzer- ana malzemeye yeni bir tat
eklenmesine eklenmiştir de kalıpta gözle görülür bir çekme olmuştur bu
arada. Yabancı işte ilk bu fireyi vermeyi öğrenir. Yabancı bir ülkede
yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine
yabancılaşmasıdır.
Telaffuzla oynamak, hailleri atmak, sesleri değiştirmek, eğer zorsa
isim yerine geçebilecek en yakın seçeneği aramak, eğer birden fazla
ismin varsa, buralılara hitap etmeyecek, uymayacak olan ismi tamamen
dışarda tutmak... Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede
kalan insandır. Benzer şekilde Ömer de ismini görece daha az zorluk
çıkartan Omar ya da Ömer'le değiştirmişti, muhatabı hangisini tercih
ederse.
Orada, o taburenin üzerinde kıpırdamadan otururken, dünya onun, o da
peçete üzerinde dağılan mürekkep lekelerinin etrafında fır dönerken,
Ömer nereden çıktığı belirsiz bir ilham dalgasının etkisiyle
hafiflediğini, gönendiğini hissetti. Hani biraz daha dursa, bir
mürekkep lekesi üzerine saatlerce felsefe yapma mertebesine erebilirdi.
Ama Abed de aynı hisse kapılmış olmalıydı ki, koluna asıldığı
gibi arkadaşını tabureden indirdi. Bu itici güçle, barmen cinnet
getirmeden bardan çıkmayı başarabildiier.
Dışarıda serindi gece. Mekân Boston, martın 16'sı için fazlasıyla
serin. Yine de Somerville Bulvarı boyunca zar zor ilerlerken hava
durumunu umursamıyor gibiydiler. Soğuk değildi böyle somurtmalarının
sebebi. Daha başka, daha muğlak bir şeydi... Hani biri çıkıp sorsa,
kahpe, kalleş, küskün bir ıssızlık hissi diye tanımlayabilirlerdi,
gerçi ne bu kelimelerle ne de bu sıralamayla. Ne de olsa son beş
saattir, bütün o açık saçık espriler ve bolca laf salatası, erkekçe
vaazlar kardeşçe vaatler boyunca birbirlerine sadakatle eşlik
10
etmiş olsalar dahi. sonunda, boğulan bir adamın suyun yüzeyine çıkma
paniğini andıran bir telaşla barın yaylı kapılarından gecenin ıslattığı
sokağa çıktıklarında ikisi de hem aynı anda hem ayrı ayrı kendi som
yalnızlıklarının farkına varmıştı. Temiz, duru havanın yanı sıra ruh
halleri arasındaki tezat, bir de alkol testine tabi tutuldukları
takdirde alacakları neticeler arasındaki fark birbirlerinden böylesine
aniden uzaklaşmalarında rol oynamış olsa gerek.
Yine de epi topu bir an sürdü sessizlik. Hemen ardından konuşmaya
başladı ayık olan, kelime ve buğu bulutları koyvererek kolay kolay
kapanmayan ağzından:
"Tam beş saattir beni cebren esir tuttuğun barın ismine dikkat ettin
mi, dostum? Hani belki merak etmişsindir o kasvet yuvası batakhanenin
adını diye soruyorum. Ömrü hayatımın beş kıymetli saati gitti ya!" diye
söylendi Abed burnunu çekerek. "'Gülen Saksağan, amma boktan isim ya!
Abi bir kere saksağanlar gülmez ki. gevezelik eder! Hatta böyle bir
tabir bile var, hem de Amerikalıların lafı: 'Saksağan gibi gevezelik
etmek!' Ne alaka diye geçiriyor olabilirsin şimdi sen aklından!
Geçirmiyorsan da düşünemeyecek kadar sarhoş olduğun içindir. Demem o
ki, Amerikalılar İngilizceyi sonradan öğrenmiş birinin ınazallah 'Şu
kız saksağan gibi gülüyor,' dediğini duysalar hemen hatayı düzeltirler.
Değil mi? Peki hata ise madem, afili pirinç levhalar üzerindeki yazıyı
gördüklerinde neden düzeltmiyorlar? Ya da bardak altlıklarında? Haklı
olarak ben de soruyorum, oradaki yazıyı düzeltmiyorlarsa neden bir
yabancının lafını düzeltiyorlar? Ne demek istediğimi anlıyor musun?"
Konu Ömer Özsipahioğlu durdu ve bu sayede daha iyi görmeyi umut
ediyormıışçasına kısarak gözlerini arkadaşına baktı.
"Tabii bu küçük. ehemmiy.etsiz bir örnek," diye söylenmeye ve yürümeye
devam etti Abed, Ömer'in geride kaldığını fark etmeden. "Toplum
çapındaki bir aksaklığın minyatür boyutu sadece."
"Gail diyor ki..." arkadan Ömer'in titrek sesi duyuldu. Ama hemen durup
üst üste yutkunması gerekti, sanki bu gece yüzüncü kez bu ismi
tekrarlamak damağında kekremsi bir tat bırakmıştı. "Diyor ki, karga
ailesi muhterem kuş sülalesinin en muhterem fertleri sa-
11
yılabilirmiş. Yeterince yaşlı bir karga bulabilirsen şayet, ninenin
ninesinin gözlerine bakmış dahi olabilirmiş."
"Gail! Gail! Gail!" diye cırladı Abed arkasına dönüp kollarını
ümitsizce açarak. "Yahu tam beş saattir başka bir şey sayıklamadın.
Hani yanındaki tabure vardı ya, işte orada oturup can kulağıyla
dinleyen adamı hatırlıyor musun? Bendim ulan!? İnsaf! Biraz merhamet
et. Gail-siz birkaç dakika ihsan eyle bana lütfen. Bırak konuşayım, ne
diye Gail serpersin ki saksağan monologumun üzerine! Ben seni sağ salim
evine götürene kadar Gail mail duymak istemiyorum, tamam mı?"
Nihayet ona yetişmeyi başaran Ömer mahzun mahzun içini çekti. Bu gece
kadeh kadeh diktiği onca uzo kanına üzüm, anason, kişniş, karanfil,
melekotu kökü ile beraber biraz da "mübalağalı tavır ve mimik" zerk
etmişti.
"Hem ne var ki bunda! Valla Gail'in kargalarla bakıştığını öğrenmek
beni zerre kadar şaşırtmadı. 'Acayip' bu kızın göbek adı. Bu zamana
kadar öğrenemcdiysen bundan sonra hiç öğrenemezsin birader. Hayatımıza
balıklama dalan en acayip kadın o ve şu evlerde uyuyan şu insanlar
hanfendiyi tanıma fırsatını bulabüselerdi eminim onların hayatındaki en
acayip kadın da o olurdu." Başını geri atıp önüsıra uzanan bo.ş sokağa
doğru haykırdı: "Uyuyun bakalım', şanslı insanlar sizi! Mışıl mışıl
uyuyun!"
Tüm bu solgun binalardan, cafcaflı dükkânlardan, tekdüze evlerden hiç
cevap gelmemesine bakılırsa gerçekten de uyuyorlardı. Görünürdeki tek
devinim kaynağı pahalı, topaz rengi bir araba idi. Kayarcasına geçti
yanlarından, tavada eriyen tereyağından yapıl-nıışcasına: birazdan yok
olacaktı sanki, geriye sıvıdan bir kalıntı bırakarak. Araba tam
yanlarından geçerken Ömer arka pencereden dışarı bakan siyah, kıvırcık
saçlı bir kız çocuğu ^ördü, küçük, yuvarlak, hastalıklı yüzünün ölgün
beyazlığına rağmen irkiltici ölçüde sakin görünüyordu. Araba köşeyi
dönmek için yavaşlayınca, çocuğu bir kez daha görebilmek için eğildi
ama artık a ka pencerede kimse yoktu. Ömer bu hadiseyi nasıl
yorumlayacağını bilemedi. Eğer Gail burada olsaydı muhakkak bir alamet
addederdi bunu.
12
ama acaba iyiye mi yorardı kötüye mi emin olamadı Ömer. Baş ağrısının
patlak vermek üzere olduğunu hissederek sıkıntıyla etrafına bakındı.
Kendisine eşlik eden şikâyet tufanını umursadığı yoktu aslında. Ne de
olsa Abed oldum olası böyleydi, hep dırdırcı, laflarıyla
dinleyicilerinden ziyade kendisini gaza getiren ateşli bir kışkırtıcı.
Daha beteri alkolün üzerindeki etkisiydi - yan etkiden ziyade, bir nevi
yan bakma-etkisiyle alkol Abed'in içindeki hüsrana uğramış hatibi açığa
çıkarıyordu sanki. Zira Abed ne zaman yanındaki birinin aşırı miktarda
içki tükettiğine tanıklık etse, düğmesine ba-sılmışçasına, toplum
çapındaki aksaklıkları eleştirme iştahı ve tutkusuyla geçerdi atağa.
Böyle zamanlarda Ömer onu resim çerçevelerinin simetrik olmadığı bir
odada huzursuzluktan oturamayan insanlara benzetirdi. Tıpkı onlar gibi
Abed de asimetrik her şeyi anında düzeltme arzusunu dizginlemekte
güçlük çekiyordu. Ancak onların aksine Abed'in müdahaleleri fizikselden
ziyade safi sözeldi. Hataları düzeltmenin başlıca yolu konuşmak ve
şikâyet etmekti onun için. Ve şikâyetlerinin saptadığı meseleleri
çözemediğini gördükçe daha da çok şikâyet ederdi.
"O Cadılar Bayramı felaketinden beri geçirdiğim en berbat gece bu
herhalde." Abed'in sesi bir hırçınlık nöbetinin sancılarıyla tarazlanmıştı.
"Sen sağımda Gail-şöyle-Gail-böyle bir bir bir, o bariton
öküz solumda Doris-şöyle-Doris-böyle, bir de üstüne üstlük barmen
beyzadenin cümle kadın cinsi hakkında yaptığı bayağı şakalar... Böyle
yan yana ne kadar gülünç göründüğünüzün farkında mısın acaba? Bara
'Gülen Saksağan' demelerine şaşmamalı! Bu muhteşem ismin kimin fikri
olduğuna gelince, Gail bunu söylediğimi duysa dilimi koparmaya kalkar
ama ben yine de söyleyeceğim: Cherchez la femme! Eminim bir kadının
fikridir. Muhtemelen patronun kırmızı yanaklı karısının. 'Bitanem,'
demiştir günün birinde, 'açacağımız bara isim buldum! Gülen SaksağanV
Adamcağız muhtemelen o esnada masrafların nasıl olup da gelirleri
aştığını anlamak için ciddi bir aritmetik faaliyeti içindedir. Sırf bir
şey söylemiş olmak için 'Ne güzel isim nonoşum,' der, 'ama sence bar
için gerçekten de uygun mu?' 'Tabii,' der kadın, 'buraya neşeli bir
hava ve-
13
rir!' Adam onun nasıl olsa bu fikri kısa sürede unutacağını umarak
sesini çıkartmaz. Vahim hata! Unutur mu kadın, barı Gülen Saksağan
olarak vaftiz etmiştir bile."
Böylesi anlarda Abed'in yaşını kestirmek zordu. Esasen genç bir adamdı,
anketlerde "20-30 yaş arası" kutusuna karşılık gelecek kadar genç. Ne
var ki karman çorman monologlarını yarım saatten fazla dinleyenlerin
gözünde bu kategori bulanıklaşmaya başlar, "40-45 yaş arası" veya "60
ve üzeri" ile "reşit olmamış" arasında savrulurdu. Kâh derisi hiçbir
kışkırtma tufanının işleyemeyeceği kadar kalınlaşmış inatçı bir
ihtiyara dönüşürdü, kâh en kıytırık saçmalık esintisinden ateşlenen
ince derili bir ergene. Yine de konuşmamayı başardığı nadir durumlarda,
konuştuğu zamanlardakinden çok daha genç görünürdü. Tenkide bir başladı
mı düşünceleri bütün alternatif rotaları ve gizli geçitleri bir kenara
bırakıp, dosdoğru onun gördüğü şekliyle meselenin özüne yönelirdi.
Böylesi bir "dosdoğru doğruculuğun" iki etkisi olduğu söylenebilir.
Birincisi, nice insanın aksine Abed daima dürüsttü, ruhunun bodrum
katında söy-lenmese-daha-iyi-olacak sözleri çüriiyüp kokmaya başlayana
kadar depoladığı memnuniyetsizlik kutuları yoktu. Hem kelimenin ikinci
anlamıyla da doğrucuydu; mantığı dümdüz ilerleyip tam hedefe
kilitlendiğinden yaklaşımları fazlasıyla çizgisel, mantık-merkezci ya
da Gail'in ara sıra hatırlattığı gibi fazla fallagosantrik oluverirdi.
Gene Gail'i düşünmesiyle Ömer'in yüzünün kararıp, ayaklarının dolanması
bir oldu. Şu anda evde kedilerle yalnız başına ne yapıyordu acaba?
Yeniden içmeye başladığını görünce ne tepki verecekti? Onu özlemiş
miydi, özlemişse bile bunu söyleyecek miydi, hiçbir şey söylemezse bu
onu hiç özlemediği anlamına mı gelecekti? Her soru bir yenisine yol
açarken Ömer yüksek sesle de ifade edebilmek isterdi aklından geçen
kuruntuları, tabii eğer Abed'in lafını kesmek mümkün olabilseydi.
"Derken ta-ta-ta... açılış günü gelir. Yeni bir bar ya da dükkânın ilk
olarak halka açılmasına İngilizcede ne denir?" "Bilmiyorum," dedi Ömer
kızgınlıkla. Ne vakit bir yabancı bir başka yabancı ile ikisine de
yabancı
14
olan bir ortak dilde sohbet etmeye kalksa, konuşmalarının en iyi tarafı
budur işte. İçlerinden biri bir keiimeyi bulamadığında, öteki de
bulamaz nasıl olsa.
"Bilmesen de anladın ama neden bahsettiğimi," diyerek kendinden emin
konuşmayı sürdürdü Abed.
Ne vakit bir yabancı bir başka yabancı ile ikisine de yabancı olan bir
ortak dilde sohbet etmeye kalksa, konuşmalarının ikinci en iyi tarafı
da budur işte. Ne biri ne de öteki bulabilse de belli bir kelimeyi,
gene de kabildirler birbirlerini anlamaya.
Etiyle kanıyla burada olmasa da dünya işlerine müdahale eden bir
hayalet gibi o asla-bulunamayan kelime bizzat sahnede boy göstermeden
anlamını ifade etmenin bir yolunu bulur. Ortak bir yabancı dilde
konuşan insanlar arasında kelimeler, sessizliklerde konuşmak,
yokluklarıyla varolmak gibi muğlak bir yetenek geliştirirler. Bir nevi
dilsel hayalet uzuv etkisi. Ameliyattan çok sonra bile kesilmiş
uzuvlarını hisseden insanlar gibi, anadillerinden tümüyle koparılmış
olan ve sonrasında başka bir dilde hayatlarını sürdürmeyi öğrenen
insanlar da uzak geçmişlerindeki kaybettikleri kelimeleri bir şekilde
hissetmeye devam ederler ve artık sahip olmadıkları o kelimelerle
cümleler kurmaya çalıştıklarından eksiklik hissini peş-lerisıra
sürüklerler.
"Açılış günü olduğundan ilk içkiler ücretsizdir. Bütün mahallenin orada
olmasına şaşmamak lazım. Patron gayet mutlu, gayet meşgul ve muhtemelen
gayet sarhoştur. Sonra görüş mesafesindeki tek ayık adam yaklaşır ve
sorar: 'Beyefendi, merakımı mazur görün, ama barınıza niçin Gülen
Saksağan adını verdiniz?' Patron bocalar. Verecek cevabı olmadığını
yeni fark etmiştir! Sonra karısının sözlerini hatırlar: 'Çünkü buraya
neşeli bir hava veriyor.' Çalışanlar da bu açıklamayı duyup anında
taklit ederler çünkü onlar da bu dangalak ismin kerametini çözmeye
çalışmaktadırlar. Bu böyle zincirleme gider, bulaşıcı bir hastalık
gibi. Seneler sonra sen beni bu izbeye sürüklersin, ben aynı soruyu
sorarım, sonra bil bakalım barmen ne cevap verir: 'Çünkü buraya neşeli
bir hava veriyor!' Ouaghauogh!" Abed'in çıkardığı son sesi tam olarak
yansıtmasa da yazılı ola-
15
rak ona en yakın ifade bu olmalı. "Oııaghauogh" Abed'in hoşlan-rnayı
reddettiği türlü türlü şey için toptan kullandığı bir ses efektiydi.
Muhtelif kişisel tepkileri altına yığabildiği bir şemsiye tabirdi,
tepkilerle beraber çok sayıda sıkıntı ifadesini ve envai çeşit sesi de
(değişen desibellerde kahkahalar, naralar, homurtular ve iniltiler).
Her ne bağlamda kullanılırsa kullanılsın "ouaghauogh" aslında bir
ünlemden, bir bitiriş vurgusundan ziyade bir start tabancasıydı. Abed
ne vakit ağzının bu sesi ateşlediğini duysa bitimsiz konuşma
maratonunda yeni bir hücuma geçerdi.
"Neden sürekli şikâyet ediyorsun," dedi Ömer boru gibi bir sesle. "Hem
bundan sana ne? Sen hiç içmezsin ki! Aman ya, Abed! Kız arkadaşının
seni Fas'ta hâlâ beklediğini öğrendiğin gün içmedin. Gözlerinin önünde
Gail'e evlenme teklif ettiğimde içmedin. Sevinçli hadiseler senin için
iyi bir vesile değilse ya kederlere ne demeli? Kız arkadaşının artık
seni beklemediğini, gidip kuzeninle evleneceğini öğrendiğin gün de
içmedin ki! Bu yaşta içmezsen ihtiyarladığında alkol gölünde
yüzeceksin."
"Vaay! Yani sen bu gece geleceğin için iyi bir yatırım yaptın!" diye
terslendi Abed, gözlerinde kıvılcımlarla. Arna asılan suratı hemen
yumuşadı. "Oınar, dostum, neden tekrar içmeye başladın? Hatırlasana
evvelki sene bir Noel ağacının altında komaya girmiş vaziyette
hastanede yatıyordun, zavallı midenden olacaktın. Bir daha ağzına içki
koymamaya yemin ettin. Şimdi şu haline bak!"
"On dört ay yirmi üç gün," Ömer başını salladı ve sadece kendisinin
bildiği bir espri yapmış gibi ağzını şaklattı. "Ne fark ettim bil
bakalım! On dört ay önce kulaklıklarımı takıp Nick Cave'in şu şarkısını
tekrar tekrar çalmış olsaydım..." Peçetenin üzerindeki malumatı bulmak
için durakladı,"... 223946,96 kere dinleseydim aynı şarkıyı,
kulaklıklarımı çıkardığımda tastamam on dört ay geçmiş olurdu. Benim
içinse sadece tek bir şarkı olurdu on dört ay."
Abed hafiften afallamış vaziyette ona bakarken gözlerini kıstı: "Omar,
bu akşam ağzından çıkan en makul laf buydu. Neden şunu iki yıl
yapmıyoruz? Bakalım... son iki senede, doktora yapmak için İstanbul'dan
Amerika'ya geldin; doktorayı bırakıp kız arkadaşların
16
üzerinde uzmanlaştın ama hepsinde çuvalladın; mideni öldürdün, sonra da
midenin seni öldürmesine ramak kaldı... tabii sonra ya hastalandın ya
da âşık oldun, kimse farkı anlayamadı; derken evlendin, üstüne üstlük
Gail'le evlendin ve bütün hayatını mahvettin! Amerika'ya geldiğin anda
kulaklıklarım takıp, şu dinlemek istediğin şarkı hangisiyse onu milyar
kere dinlesen çok daha iyi olurdu kuşkusuz. Bunu yapmış olsan şimdi
hepimiz huzur içinde olacaktık."
Sustu, cebinden mendilini çıkarıp akan burnunu sildi, sonra biraz daha
sildi. Ömer, Abed'in saman nezleli bumu bir akmaya başladı mı zamanın
akışının durduğunu bildiğinden kenarda beklemeye koyuldu.
Nihayet burnu devam etmesine izin verdiğinde "İçmememe gelince," dedi
Abed genizden gelen bir sesle. "Tümüyle açık ve saldırgan olabilirsin.
Zaten Gail de bize daima böyle davranmıyor mu? Yani cennette kendime
küçük güzel bir yer kapatıp, yukarıdan sana el sallayabilmek için
debelenen eski moda, bağnaz bir herif olduğumu düşünüyorsan yüksek
sesle söyleyebilirsin. Tenkit edeceksen rahatça et!"
Sabırsızlık ve bulantıyla dump birbirlerinin gözlerine baktılar.
Sabırsız olan, üzerine yağacak söz sağanağını bekleyen Abed'di.
Bıılantılı olansa, ağzından daha beter bir şey kaçabileceğinden
korkarak dudaklarını sıkı sıkı birbirine yapıştıran Ömer. Öteden beri
ne zaman içse dozunu kaçırarak içerdi ve ne vakit dozu kaçırsa, geceyi
kusarak noktalardı.
"Peki, madem duymak istiyorsun," dedi Ömer sabırsızlığın bulantıya
galip geleceğini teslim ettiğinde: "Bazen örümcek kafalının teki
olduğunu düşünüyorum!"
"Ne ne ne?"
"Senin gibi insanlar için Türkçe'de böyle denir. Birisi zamanının çok
gerisinde, muhafazakâr, eski kafalı, gelenekçiyse... ona örümcek kafalı
deriz."
"Ama neden?"
"Neden mi? Nasıl neden?"
Yapay bir soruydu "neden?", Ana-dili denilen o uçsuz bucaksız
17
ama tanıdık dişi-vatanın dingin vadilerine, düzenli mıntıkalarına bir
kere adım attı mı insan kimsenin hiçbir yerde kullanmadığı bir ölü
akçe. Anadilin hudutları içindeyken insan her türlü "neden?" sorusuna
verecek cevabı olduğunu zannederek bütün hayatını geçirebilirdi ta ki
dışarıdan gelen birisi çıkıp da böyle bir soru sorana kadar.
"Yani, 'beynin örümceğinki kadar küçük' anlamına mı geliyor bu? Yoksa
örümcekten ziyade örümcek ağı mı kastediliyor? 'Beynin asırlardır
kullanılmaya kullanılmaya tozlanmış' der gibi. Ama öyle bile olsa,
örümcek kafalı yerine örünıcek-ağı kafalı demezsen pek bir anlam ifade
etmiyor."
Abed'in mantıksal itirazını dinlerken Ömer yeni bir bulantı dalgasının
etkisinde usulca inledi. Zaten açık havada olmasa, açık havaya çıkmak
isterdi şimdi.
"Neyse!" Abed omzunu silkti. "Ne demek istediğini anladım. En azından
bu akşam ilk... aslında ikinci olarak makul bir şey söylemeye çalıştın.
Ben gerçekten de örümcek kafalıyım. Tarantula filan. Ama bu benim için
bir hakaret değil. Hem de hiç değil, çünkü benim kitabımda tamı tamına
'dini bütün' manasına geliyor. Ben dini bütün bir Müslümanım, halbuki
sen yoldan çıkmış bir Müslü-mansın."
"Yoldan çıkmış Müslüman..." diye şevkle tekrar etti Ömer, gözlerinin
önünde bir "yoldan çıkmış Müslüman animasyonu" be-lirip de ona
faniliğin ve fanilerin trajedilerini anlatsın diye bekler-mişçesine
huşu içinde gözlerini kapadı.
Hiçbir şey belirmediği için gözlerini tekrar açmak zorunda kaldı ve
imgenin belirmesini umduğu boşluğu derin bir bıkkınlık hissinin
dolduruşunu izledi. Bıkkınlık koyulaştıkça dünya üzerindeki mütevazı
varlığı için önce babacan bir şefkat, sonra yoldaşlara tıas bir duygu
birliği ve nihayet hızla artan bir acıma hissetti. "Yoldan çıkmış" lafı
tam da onu anlatıyordu, hayatının son beş, on, on beş yılı böyle
geçmişti... kendini ne siyasetin akıntısı ne de bilimin adacığına
konumlandırabilmiş bir siyaset bilimi öğrencisi; evlilik müessesesinin
flora ve faunası içinde nefes almakta zorlanan işin-ace-
18
misi bir koca; kendini evinde hissedememekten mustarip ama artık evinin
nerede olduğunu da bilmeyen bir göçmen; ne İslamla ne de başka bir
dinle ainkası olsun istemeyen bir doğuştan-Müslüman; Tann'nm
bilinebilirliğine değil Tanrı'nın kendisini bilmesine karşı çıkan bir
bilinemezci. Buydu işte. Bütün bunlar ve daha fazlası...
"Hayır ben içmiyorum, bayım. İçmediğim için benimle ne kadar dalga
geçilirse o kadar onurlanıyorum. Öldüğüm zaman yukarıda bildirilecek
hiçbir şeyim olmadığını söyleyeceğim. Chardon-nay ya da Scotch'un
tadını bilmiyorum. Şu rakı denen nanenin tadını bilmiyorum. Ama insanın
üzerinde nasıl koktuğunu biliyorum. Senin sayende ağızlarından çıkınca
nasıl koktuğunu da öğrendim! Ouaghauogh!"
Mide bağırsak sisteminin bu hassas vaziyetinde birinin kusmaktan
bahsetmesinin üzerinde kışkırtıcı bir etki yaratabileceğini esefle fark
eden Ömer'in beti benzi attı.
"Anlamıyorum. Sonunda hepsini çıkartacaksan," diye devam etti Abed
Ömer'in midesini kaldırdığının farkına varmadan, "neden içmeye zahmet
ediyorsun ki?"
"Abed... kes artık... tamam mı?"
"Nedenmiş? Beş saattir sabırla seni dinliyorum, temiz hava, soğuk falan
sayesinde lıazır biraz ayılmışken benim de söyleyecek bir çift lafım
var... En azından sana şunu sorayım: Geçmişte hiç alkol almadığım ve
ileride de hiç içmeyeceğim varsayımı göz önüne alınırsa acaba rica
etsem söyler misin, barlarda ne halt ediyorum?"
"Bilmem," diye homurdandı Ömer sabırsızlıkla. Ama bu yanlış cevap
sadece doğru cevabı vermesi için yapılan baskıyı artırmaya yaradı.
"Elbette bilirsin!"
Ömer'in sağduyusu beş saattir uzo tarafından fazlasıyla hırpalanmış
olsa da. böylesine kat'i bir elbette'nin, olası her türlü itirazı
elbette alaşağı edeceğini görebildiğinden itiraza yeltenmedi.
"Benim için geldin," dedi Ömer içini çeker gibi, sanki bir günahı,
hatta bir dizi günahı itiraf etmenin eşiğindeydi. "Çünkü seni arayıp bu
akşam kendimi iyi hissetmediğimi söyledim..."
19
"Hepsi bu mu? Bir şey daha söylemiştin, hatırlamıyor musun?" "Dedim
ki... kendimi... kuru bir kuyuya atılmış gibi hissettiğimi söyledim."
"Doğru. Kuyul" Abed kollarını havada çırparak zıpladı. Bu zıplama bir
nevi zafer gösterisiydi. Sürmekte olan bir münakaşada ne zaman arzu
ettiği onayı alsa bu hareketi tekrar ederdi, kısmen daima aşırı enerji
yüklü olduğu için ama daha ziyade ruhunun derinliklerinde kendi
boyundan memnun olmadığı için. Epeyce yakışıklı sayılırdı ve elbette
görünümü için Tanrı'ya minnettardı, bir de azıcık daha uzun olaydı. Şu
Leylek Ömer kadar uzun değil tabii, sadece birazcık daha... net olarak
söylemek gerekirse on beş santim. Abed sırf on beş santim daha uzun
olmadığı için kendisine karizma verebilecek her şeyin -geniş bir alın,
kıvırcık saçlar, siyah çarpıcı gözler, hafif kemerli burun ve gamzeli
çene- onu topu topu, su buharı ve karbon monoksitten hidrojen yapmakta
seryum oksit katalizörü kullanımı üzerinde çalışan bir ikinci sınıf
doktora öğrencisi gibi gösterdiğini düşünüyordu.
Arkadaşının basit hareketlerinin ardında yatan çapraşık itkileri
keşfetmek, Ömer'in aklından geçen son şey olduğundan konuşmaya aynen
bildiği gibi, kaldığı yerden devam etti:
"... Gail bunaldığı için ben de bunalmıştım. Bu epeydir böyle, sonunda
bugün bir şeyler içmeden olmayacak bir hale geldim ve seni aradım... Bu
arada bağlantıyı görebiliyor musun Abed? Önce kendini kuru bir kuyuya
atılmış gibi hissediyorsun, sonra da içecek bir şey için damağın
kuruyor, yanıp tutuşuyorsun..."
Gözlerinde alaycı parıltılarla ona bakakaidı Abed, tam olarak ne
yapacağını bilmez halde, bu .serbest abuklama akısından sessizce keyif
almak ile derhal karşı savlarını sıralamak arasında kalmanın
ikircikliliğiyle.
"... Yeniden içkiye başlamamam için yalvardın durdun ama her halükârda
başlayacağımı biliyordun, herhalde yanımda olursan daha güvende
olacağımı düşündün. Bu yüzden gelain. Sonra bu civardaki bütün barları
dolaştık çünkü damıtılmış içkinin mideme o kadar zarar vermeyeceğine
ikna ettim seni, o içkinin de rakı olduğu-
20
na karar verdik. Ama bulamadık. Onun yerine uzo satılan bu barı bulduk.
Tabii bu durum biraz ironik sayılabilir çünkü Yunanlılarla Türklerin
ortak noktası olmadığını zanneden çok insan var yeryüzünde. Ama bak bu
dediğimi bir kenara yaz: bir Türk'ün milli içkisinin yerine uzoyu
koyması... başka bir milletten başka birinin milli içkisi yerine uzoyu
koymasından çok daha muhtemeldir. Aynı şekilde, utanmadan Türk
kahvesine 'Yunan kahvesi' deseler de bir Yunanlının, diğer kahveler
yerine Türk kahvesini tercih etmesi... başka bir milletten... başka
birinin... Türk kahvesini... tercih... tercih etmesinden daha
muhtemeldir... of!"
Ömer İngilizce seviyesinin, demindenberi dikkatsizce sağa sola
dağıttığı kelimeleri gütmesine izin verecek kadar yetkin olmadığını
fark ederek hüsranla inledi.
"Ne demek istediğimi anlıyor musun?" diye sızlandı.
Ama Abed'in anlayacağını biliyordu. Bir yabancının bir başka yabancıyla
ikisine de yabancı olan bir dilde konuşmasının üçüncü en büyük iyiliği
buydu. Birisi İngilizce konuşurken nasıl bir zorlukla karşılaşırsa
karşılaşsın diğeri "kelime-hazinem-ve-gramerim-ol-sa-kuşkusuz-bundandaha-
aklı-başında-şeyler-söylerim" şeklindeki sessiz iddiayı baştan
kabullenir.
"...Sana uzo içebileceğimi söyledim, tabii sen bana kızmışsm-dır çünkü
madem sonunda uzoya razı olacaktım ne demeye rakı bulmak için seni onca
yol yürüttüm..."
"Omar, dostum... önemli değil bunlar," diye boşu boşuna onu
yatıştırmaya uğraştı Abed.
"...Hayır efendim, önemli! Artık hiçbir şey yolunda gitmiyor. Gail'i
mutlu edemiyorum. O kadar uzak ki ulaşamıyorum bile. Mutlu olduğunda
öylesine aşın mutlu oluyor ki, korkuyorum. Hü-zünlendiğinde ise o kadar
aşırıya kaçıyor ki hüznü, çaresiz kalıyorum. Yapabileceğim hiçbir şey
yok... ümidim kalmadı..."
"Gail düzelecek, biz de birbirimize yardım edeceğiz dostum," diye
mırıldandı Abed, başka ne diyeceğini bilemeden. Böyle sıkıntılı
zamanlarda hep yaptığı üzre bir vecize aradı ve bula bula şunu buldu:
"İyi bir dost sütten iyidir."
21
_._______v„ mjı. «.am yuııuıuen nayKiraı Umer, zil zurna
zihinsel sürecine son derece anlamlı gelen bu vecizeye katılarak.
Sonra şaşırtıcı bir biçimde, on küsur dakika boyunca tek kelime bile
etmediler, Davis Meydanı'ndaki tuğla binanın merdivenlerine gelene
kadar. Oraya geldiklerinde Ömer'in yüzü birden bi:.^-tu, sanki
zahmetli, maceralı bir yürüyüşten sonra geldikleri yer gecenin son
bulduğu kendi evi değil de dünyanın son bulduğu gökkuşağının altıydı.
Onun, yalpalayan bedeni ve daha da beter yalpalayan ruhu üzerinde
giderek ağırlaşan duygusal sömürüler uygulamaya muktedir olduğunu gayet
iyi bilen Abed, ayrılırken arkadaşına sıkı sıkı sarılmaktan kendini
alamadı ama bu sevgi gösterisi Ömer'i iyice duygusallaştırmaktan başka
bir şeye yaramadı.
Kucaklamadan kıpkırmızı çıktığında on-dakika-gecikmeli bir yankıyla
yineledi Ömer: "Sütten bile iyi!" Sonra gitti.
Abed arkadaşının uzun uzuvlu, söğüt gövdesinin devasa kapılar ardında
kayboluşunu izleyerek kaldırımda dikilirken Gail'in onun yeniden içkiye
başladığını görünce ne diyeceğini merak edip, bu akşam bunu
engelleyemediği için kendini suçlu hissetti. Derken, önce Ömer, sonra
Gail ve giderek teker teker hepsi için endişelenmeye başladığını
hissetti.
22
Gebe Asur-Babil Tanrıçası
Binanın içinde tuhaf bir koku vardı. Hoş olduğu söylenemezdi belki ama
kötü de sayılmazdı. Kendine has buruk bir koku. Gail'e göre kendine has
buruk kokusu olan binaların kendilerine has buruk hikâyeleri olmalıydı.
Severdi böyle hikâyeleri.
Kış başında taşınmışlardı bu eve.
Kış başında ilk başta planladıklarından çok daha fazla eşyayla
taşınmışlardı bu eve - çift kişilik yatak, iki meşe masa, bir bambu
sandık ve diğerleri: birkaç bin CD (Ömer'in), dört farklı kahve
makinesi (Ömer'in, ama daha ziyade midesinin hâlâ çalıştığı eski güzel
günlerden yadigâr), envai çeşit tütsü (Gail'in), demet demet, tomar
tomar bitki-baharat-ot-çayları (Gail'in), düzinelerce Tanrıça resmi,
birisi sakallı (belli ki Gail'in), bir gümüş kaşık koleksiyonu
(besbelli Gail'in), sonra kitaplar (Ömer'in) ve kitaplar (Gail'in) ve
kitaplar... ve 1920'lerin sonlarında İstanbul'daki vapurlarda
kullanılan, yolcuların tükürmesini yasaklayan bir ilan. Ömer bu ilanı
hafiften çaıpıtıp, şiirselleştirmiş ve aydınlatıcı hikmeti ömürlük bir
düstur mertebesine getirmişti:
Ey yolcu, seni taşıyan vapura asla tükürme!
İlk başlarda Ömer ile Gail muhteşem bir uyumla yanlarına hiçbir şey,
hakikaten hiçbir şey almamak konusunda fikir birliği etmişlerdi.
Anlaşmaya göre yeni evlerine taşıyacakları tek şey kendi fani bedenleri
ile iki İran kedisi olacaktı (her ne kadar son ana kadar Ömer içten içe
onların da geride bırakılacağını umsa da).
Stoacı bir tavırla bomboş bir eve taşınmaya karar vermişlerdi, tüy gibi
hafif yeni bir başlangıç yapmaya. İddialı bir plandı bu, basit ama bir
o kadar yüce. Ömer cafcaflı bir söylev verip, Türklerin çoktan
unutulmuş, Orta Asya steplerine saçılmış atalarının, günü-
23
sil da mutlu, şamanist bir göçebe hayatı yaşadıklarını anlatmıştı
ballandıra ballandıra. Tarihin bir dönemecinde bu gezgin ruhu kaybedip
yerleşik hayatı seçmelerinden, hemen akabinde medeniyet denilen çılgın
yarışta nal toplamalarından ne büyük esef duyduğunu belirterek lafı
bağlamıştı. Oysa göçebeler ne kadar asil ve nasıl da devingendiler. Ne
kapitalist tüketim toplumunun doymak bilmez arzusuyla semiren "daha iyi
bir gelecek" doktriniyle yıkanmıştı beyinleri, ne de duygusallıktan
fersah fersah ırak bir geçmişin duygusal yadigârlarını istiflemeyi
öğütleyen eski-güzel-günler-fetişizmi-ne tutsak düşmüşlerdi. Bir
göçebenin atının terkisinde çoktan miadını doldurmuş, insana faniliğini
hatırlatan tüm o nesnelere, aile albümlerine, çocukluk fotoğraflarına,
aşk mektuplarına ya da ergen günlüklerine yer yoktu. Kimin ihtiyacı
vardı ki o aptalca prangaları oradan oraya taşımaya? Sadece özgürlük,
bütün saflığı ve sadeliğiyle özgürlüktü bir göçebenin atının terkisinde
yolculuk edebilecek yegâne yük.
Bu söylevden epi topu birkaç gün sonra Ömer tezinin ikinci bölümünü
şekillendirmesi icap eden paragraflar labirenti içinde bir aralar bir
kitaptan yaptığı bir alıntıyı -yaptığı sırada şimdikinden çok daha
fazla anlam ifade eden bir alıntıyı- koymak için yer bulmaya
debelenirken kapı paldır küldür açıldı ve içeriye önce tekerlekler
üzerinde biçimsiz bir kutu, ardından Gail, hemen peşi sıra dişi kedi,
ardından erkek kedi daldı. "Bu ne böyle?"
"Sabun filan. Fazla bir şey değil... "
Makul, diye düşündü Ömer. Ne de olsa göçebeler de yanlarında bir kalıp
sabun taşırlardı herhalde. Ama madem ki sabun taşıyabiliyorlardı,
taşınabilir olduğu müddetçe yanlarına mesela birkaç CD almakta da bir
sakınca olmasa gerekti. Salı günü sona ermeden başka başka kıymetli
eşyalar dahil oldu taşınabilir yük listesine -geride bırakılamayacak
kadar sevgili mühim eşyalar "İstisnalar Kutusuna sızıverdi. Derken,
kutuda yer kalmayınca yeni bir kutu daha açıldı, o da doldu kısa
zamanda. Müstesna eşyalar listesi geniş-
24
îecıııcçe yepyeni my gım najıj nayaııarına taşıyacakları Kutu sayısı da
katlandı. Cuma günü bir taşıma şirketi araştırmaya başlamışlardı bile.
Karşılarına çıkan en küçük, en ucuz ilk şirketi ayarladılar. Tesadüf bu
ya, buldukları şirketin adı Dörtnala Nakliyat'tı.
Binanın kokusunu içine çeke çeke girişteki posta kutularına doğru
ilerledi. Orada, etiketlerin üzerinde yazılı onlarca soyadı arasında
kendininkine baktı. Sonunda bulmuştu - noktasız olarak. Şimdi şu anda
dördüncü katta kimbilir ne işle meşgul olan Gail onun burada, bir içki
âlemi sonrası değerli zamanını posta kutuları karşısında dikilip
soyadının etiketlere sığmayacak kadar uzun olmasına ve kaybolan
noktalarına hayıflanmakla geçirdiğini bilse acımasızca dalga geçer ve
tüm bu sahneyi erkeklerin iğdiş edilme korkusunun tezahürü olarak
yorumlardı muhtemelen. İsim kaybetmek söz konusu olduğunda erkeklerin,
isimlerin ne denli uçucu olduğunu daha küçükken öğrenen, öğrenmek
durumunda kalan kadınlara nazaran çok daha korkak çıktığım söylerdi o
her zamanki hafif, daimi uka-lalığıyla.
Peki ama bu yüzden mi istememişti Gail soyadının bu posta kutusunun
üzerine yazılmasını? Ömer Özsipahioğlu şu anda bu mesele üzerine kafa
yoracak durumda değildi. Posta kutusunu açıp içinden bir tomar mektup
çıkardı. Her zamanki ıvır zıvır; her yerden yağan indirim kuponları,
duyurular, el ilanları, kredi kartı teklifleri. Tomarın içinde
yakınlardaki bir kitapçıdan gelen bir katalog vardı, bir de ilaç için
tek ortak noktaları olamayacak kadar ayrı tellerden çalan ama post-punk
çatısı altında toplanan bir avuç kafası-ka-rışık-muhalif-muhtelif
DJ'iri çıkarttığı ultra nihilist ACI ÇEKMİYORSAN YAŞIYOR SAYILMAZSIN
dergisinin ikinci sayısı gelmişti — Ömer derginin bir sene
dayanabileceğine zerre kadar ihtimal vermediği halde yıllık abone
olmuştu. Ama işte hayatta kalma şansı böylesine varla yok arası olduğu
için belki de, dergi her ay çıktığında ilaveten bir sevinç bahşediyordu
okurlarına, her şeye rağmen bir
25
Derginin altında daha bir sürü ilan ve Zarpandit diye birine
gönderilmiş bir mektup vardı...?! Normalde Ömer yanlışlıkla kendi posta
kutularına atılmış bütün zarflan dünyanın en bezgin Korelisi ve aynı
zamanda kapıcıları olan kısa boylu tıknaz bir adama verirdi ama bu
zarfın üzerinde Gail'in soyadı yazıyordu. Peki Gail'in başka bir ismi
mi vardı?
Gün içinde sıklıkla zihnini işgal eden o kahredici soru yeniden dikildi
karşısına. Ne kadar iyi tanıyordu acaba karısını? Aralarında gömülü
sırların ortaya çıkması sadece bir zaman meselesi miydi yoksa birlikte
çok uzun yıllar hatta bir ömür bile geçirseler temelde, hakikatte,
epistemolojik olarak imkânsız mıydı?
İkinci kat. Oflayıp puflayarak çıkmaya koyuldu merdivenleri, bir yandan
da Gail'in geçmişine acaba ne kadar bağlı olduğunu kafasında evirip
çevirerek. Ömer hiç mi hiç bağlı değildi! Sadece ara ara bekârlık
günlerini özlerken yakalıyordu kendisini, bilhassa da sabık ev
arkadaşları Abed ve Piyu'yla birlikte olduğu zamanları.
Mesele Gail'in tepkisinden ürkmesi filan değildi. Ne de olsa Gail, Piyu
ile Abed'in onun için ne denli önemli olduğunu biliyor ve bunu
kabulleniyordu. İstediği zaman gece yatısına ya da birkaç gün kalmaya
eski evine gidebilirdi Ömer. Bu değildi derdi. Şimdi eskisinden daha
mutlu ve evli bir adam olmasına rağmen eski bekâr günlerini özlemesinin
altında daha müphem ve çetrefil bir mesele seziyordu. Belki de suçluluk
duygusu. İnsanın daima özlemini duyduğu o muhteşem, düzenli cinsel
hayata kavuştuğu halde eski tempoda mastürbasyon yapmaya devam etmekten
duyduğu suçluluğa benzer. Doğrusunu söylemek gerekirse daima özlemini
duyduğu o muhteşem, düzenli cinsel hayata kavuştuğu halde eski tempoda
mastürbasyon yapmaya devam ediyordu ama bundan suçluluk duyduğu
olmamıştı şimdiye değin. Ne var ki Pearl Sokağı 8 numarada yaşadığı
bekâr doktora öğrencisi hayatına olan özlemi nüksettiğinde yoğun bir
suçluluk duyuyordu içten içe.
Ama iş bu kadarla kalmıyordu. Zira insanın kansına zaman zaman bekârlık
hayatının özlemini çektiğini itiraf etmesindeki esas
26
tehlike onun neden bahsettiğini anlamaması değil, tam tersine gayet iyi
anlaması ihtimaliydi. Acaba Gaii de yegâne ev arkadaşı Debt:. Ellen
Thompson'la yaşadığı bekâr hayatını özlüyor olabilir iniydi? Ç"»nkü
eğer özlüyorsa hu, ötekinden çok daha başka anlamlara gelebilirdi!
İlk başta Ömer bu konuyu kafaya takmadığını düşünüyordu ve esasında
kafaya taktığını anladığında da artık düşünmemeye karar vermişti. Bu
konulann yakıcı, dikenli meseleler olması bir yana Gail'e sırılsıklam
âşıktı ne de olsa. Hem vaktiyle Gail kulağına şöyle fısıldamamış mıydı:
"Sevgililerimizi elimizden kaçırmaktan ölesiye korktuğumuz için
onlardan gelecek değişime inatla direniriz, oysa belki de aşkla beraber
gelen değişim tek kurtarıcımız olacak hayatta."
Doğrusu Ömer aşkla beraber gelen değişime hazırdı, alışkanlıklarını,
ilkelerini, standartlarını hatta inançlarını yeniden şekillendirmeye
gönüllüydü, tabii böyle şeyleri kalmışsa. Ama şüpheden kurtulmak en
meşakkatlisi çıkmıştı. Bunca zaman sonra iki kadının bir evden çok daha
fazlasını paylaştıkları iddiasının doğru olup olmadığını merak etmekten
kendini alamıyordu hâlâ. Rivayetlerin ima ettiği üzre bir nevi "Boston
evliliği" miydi onlarınki? Debra Ellen Thompson ile Gail eskiden
sevgili miydi, eğer öyleyse nasıl bitmişti ilişkileri, sahi bitmiş
miydi? Bir yarısı cevapları bulmak için yanıp tutuşurken bir yarısı da
fersah fersah kaçmak istiyordu olası tüm cevaplardan. Bulaşmamak daha
iyiydi, uzak durmak tüm bunlardan. Son günlerde ortaklaşa bir gam içine
girmiş olsalar da güneşli bir evlilikleri vardı. Kurcalamamak daha
iyiydi.
Seni taşıyan vapura tükürme, ey yolcu!
Geçmişte kaldıkları müddetçe karısının geçmiş ilişkilerine aldırdığı
yoktu aslında. Gail'in biseksüelliğini tam da böyle görmek istiyordu:
uzun zaman önce sönmüş titrek bir mum alevi - ardında iz bırakmayan
kızamık ya da su çiçeği türünden bir çocukluk hastalığı. Benzetme bir
tarafa, en azından Gail'in Dörtnala Nakliyat'm palas pandıras evlilik
hayatlarına taşıdığı kutular arasına koymadığı eşyalardan biri olarak
görmek isterdi onun geçmişteki ilişkilerini.